Metin KARABAŞOĞLU
Cebr-i keyfî-i küfrî-i?
"Mü'minin ferasetinden korkun; çünkü o, Allah’ın gözüyle görür” buyurur bir hadis-i nebevî.
Ne zaman Bediüzzaman’ın yaşadığı zaman, zemin, kişiler ve oluşumlar hakkında yazdıklarını okuyor olsam, bu hadisi iç dünyamda bir kez daha zikrederim. Mü’min nasıl Allah’ın gözüyle görür, iman mü’mine nasıl bir feraset kazandırır merak eden, Bediüzzaman’ın zamana ve zamanelere dair tesbitlerine nazar etmelidir.
Bu tesbitler arasında öyleleri vardır ki, nicelerin bir kitapta anlatamadığını bir cümlede özetler. Ve nicelerin ilgili zamana dair bin kitap okusa da göremediği bir gerçeği birkaç kelimeye sığıştırır.
Onun mahrem lâhikalarında tam haliyle geçen bir ifadesi, işte bunun örneklerinden biridir. Allah’ı bilen insanlara dahi ‘ahireti unutturma’ya talip bir büyük dünyevîlik kasırgasını derinden derine hissedip farkettiği için ilk önce “Haşir Risalesi”ni telifiyle yola koyulan Risale-i Nur müellifi, ‘dünyayı dine, ehl-i dine dahi bilerek, severek tercih ettiren’ bu kasırganın faillerinin kendisine reva gördükleri ‘işkenceli esaret’i ise, dört kelimede özetler. Sadece kendisine değil, bu topraklarda ilmi ve diyaneti ile öne çıkmış ve bu dünyevîlik kasırgasına teslim olmayı reddetmiş bütün kanaat önderlerine, dini halis ve sâfî surette hatırlatan bütün şeaire ve dinine samimiyetle sarılmış bütün avâma reva görülen muamelelerin özeti, Bediüzzaman’ın lügatinde şu şekildedir: ‘cebr-i keyfî-i küfrî-i askerî.’
Bazı mahrem risalelerinde, bu terkibin bir benzerine daha rastlanır: ‘istibdad-ı askeriye-i keyfiye-i küfriye.’
Birinde ‘cebr’ ile ifade edilenin diğerinde eş veya yakın anlamlı bir kelime olarak ‘istibdad’ suretinde karşılık bulduğu bu iki terkibin, diğer üç kelimesinin birebir aynı olması manidardır.
Bu terkiple Bediüzzaman, sırf insanlara Allah’ı, ahireti, Kur’ân’ı ve peygamberi hatırlatan eserler yazdığı ve sürgünden sürgüne, hapisten hapise sürüklendiği bir zaman ve zeminde birilerinin ‘cumhuriyet’ gibi güzide kelimelerin arkasına sığınarak icraya koyulduğu şeyin dört sacayağını berrak bir şekilde özetlemektedir.
Ortada, cumhurun tercihinin geçerli olduğu bir gerçek anlamda bir cumhuriyet değil; bilakis cumhurun Bediüzzaman’ın ‘ifsad komitesi’ diye tarif ettiği dar bir zümrenin istediği yöne ‘cebren’ sevkedilmek istendiği bir rejim vardır. Bu rejimin öne çıkan ilk özelliği, ‘cebr,’ yani zora ve şiddete başvurmayı bir hükmetme aracı olarak özellikle ve öncelikle istimal etmesidir. Sevkedilmek istenen yöne karşı direnmenin karşılığı, ucu ‘tepeleme ve öldürme’ye varan bir zor kullanımıdır. Lâkin, bu zor kullanımının meşruiyeti sorgulandığında, Bediüzzaman’ın tabiriyle ‘hükûmeti ve adliyeyi iğfal eden’ zümrenin sığındığı bir gerekçe vardır. Kendilerini devletin sahibi gördükleri için, devletin asayişi, emniyeti ve adaleti sağlamak için gerektiğinde zora kullanabileceğinin insanlık nezdinde genelgeçer bir kabule mazhar olmasından hareketle, ‘asayişi, emniyeti ve adaleti temin’ için böyle yapıyor olduklarını iddia etmektedir.
Halbuki, bunun böyle olmadığı ortadadır. Çünkü, bir devletin zora ve şiddete gereken yerde gerektiği şekilde başvurup başvurmadığını belirlememizi mümkün kılacak temel hukuk ilkeleri vardır. Oysa burada sözkonusu olan, temel hukuk ilkelerinin tatbiki konusunda bir keyfîliktir. Öyle ki, bırakın evrensel hukuk ilkelerini, kendi yazdıkları kanunları dahi duruma göre uygulama, duruma göre uygulamama; kimisine kanunu gerekçe göstererek hukuksuz bir zor uygulama, kimisine kanuna rağmen dokunmama gibi bir tavır sergilenmektedir. Yani, uygulanan ‘cebr’i hukuk ve kanun ile gerekçelendirme çabasına karşılık, ortada bir ‘keyfîlik’ vardır. Kimisine kanunen masum olduğu halde dokunup kimisine kanunen suçlu olduğu hallerde dahi dokunmayan bir ‘cebr-i keyfî’ sözkonusudur.
Ortadaki ‘cebr’in bu ‘keyfî’liğinin sebebi ise, icracı unsurlara bu cebri bu keyfîlikle uygulatanların sahip olduğu ‘küfranî’ zihniyettir. Yani, ortadaki ‘cebr-i keyfî’ görüntüsünün ideolojik bir arkaplanı vardır. Cebrin kime niye nasıl tatbik olunacağını; kimdin niye nasıl bu cebrin kapsama alanı dışında tutulacağını bu küfranî arkaplan belirlemektedir.
Kendisini imanın ve vahyin karşısında konuşlandıran bir zümrenin ‘küfrî’ bir saik ve hesapla uygulamaya ve/veya uygulatmaya giriştiği bu ‘cebr-i keyfî,’ gücünü ise silaha dayanarak sağlamakta; milletin düşmanlarına karşı sevk ve icra olunması gereken orduyu milletin kendisini düşman bilecek şekilde sevk ve icraya girişerek sonuç almaya çalışmaktadır.
Yakın dönemin bütün tarihine bakınca, Bediüzzaman’ın bu dört kelimelik terkibinin neyi nasıl tesbit edip özetlediğini berraklıkla görülüyor.
Olup bitenlere bakılırsa, bu terkibin bileşenlerinin çözülüyor olduğunu; dolayısıyla bu ülkenin hakikaten ‘demokratik çözüm’e doğru yol aldığını da...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.