Şahin DOĞAN
‘Din akıldır akıl dindir’
“Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur, insan ansızın yorulur, tutsak ustura ağzında yaşamaktan.” Bu mısralar Atilla İlhan’a ait. “Yalnızlığın Hınzır Uğultusu”nu bu kadar veciz anlatan daha başka bir dize hatırlamıyorum. Hayatın içinde ve kalbinde değil de kıyısında ve köşesinde yaşamak, daha hoş bir ifadeyle yaşamak zorunda bırakılmak. Böyle acıklı bir talih her zaman şair mizaçlı hassas gönüllere mi mahsus yoksa harc-ı âlem her duyumsayan yüreğin azıcık sezdiği umuma şamil bir duygu helezon mu? Bunun kesin bir tahlilini yapabilmek kolay değil, her şeyi söylemek mümkün.
Hayatı ve içindekileri taşımak zorunda kalmak, onun her cilvesine, işvesine, mırıltısına, şırıltına karşı alaka duymak, en mahrem yerine dokunmak, onlarsız bir yaşamı hiçlikle eşdeğer görmek… sanatkar mayalı ruhların alın yazısı bu. Kahin Kral Odipus’a dost muydu, düşman mıydı? Cazannova çamaşır değiştirir gibi sevgili değiştiriyordu, sonunda Paris’in küf ve kesafet kokan sokaklarında aciz ve çaresiz bir şekilde bastonla yürümek zorunda kaldı. Maziden kalma ne varsa acı bir hatıraya inkılap etmişti sadece. Cazanne, Remrand çok mu bahtiyar bir yaşam sürdüler, Floransa’nın izbe sokakları arasında?
Ya Dante İlahi Komedya da kendisi dışında cehennem alevleri içine atmadığı kimse kalmadı mı? Halbuki yanması gereken biri varsa o da Dante’nin kendisiydi, ihtiraslarıydı, maymun iştahlı egosuydu. Wilde “biz, reelden ziyade irreelin çocuklarıyız” derken ne kadar haklıydı değil mi? O meşhur bir çobanla deniz kızı hikayesini bilmeyen var mı? Ama Hay bin Yakzan asude bir yalnızlık içinde tek başına bir adanın ortasında akıl yürütmeleri sonucunda Allah’ı bulmadı mı? Ya Robinson Cruss yıllarca yalnız başına hiçbir insanla görüşmeden nasıl sürdürdü hayatını? Dainel Defoe usta bir intihalci. İbn-i Tufeyl’den aşırdığı hikayeyi yıllarca kendisine mal ederek aldatmadı mı batılı okuyucularını?
İnsanları görmemek daha itinalı bir tabirle görmek istememek, bir kazanç mı yoksa kayıp mı? Bence birinci ihtimal daha güçlü görünüyor çünkü insanoğlunun en yaman, en iflah olmaz düşmanı yine kendi cinsidir. Sadece kendi cinsinin mi, bütün tabiatın ve varlığın düşmanı yine “o kahrolası lanet insan” değil mi? Acımayı, merhameti öğrenmeden, okumayı yani hükmetmeyi öğrenmek büyük bir talihsizlik. Neronlar, Kisralar, Sezarlar… önce ikincisini öğrendiler ama birincisini hayatları boyunca tahsil etmeye yanaşmadılar.
Firdevsi ile Homeros arasında yaşadıkları coğrafya dışında hiçbir fark yok, biri Pers muhayyilesinin uydurması diğeri Yunan muhayyilesinin. Ama uydurma bile olsa gerçek dünyadan daha cazip geliyor insana. Ölümün o ürperten soğuk çehresi sanat yani muhayyile sayesinde azıcık olsa yumuşuyor, ara sıra gülümsüyor, ehli bir hayvan gibi munisleşiyor. Din sanıldığı gibi filozofların avamın ölüm korkusunu yenmesi için icat ettikleri bir yalan değil, hayat bilmecesinin en mahrem yerlerine dokunabilmek için Allah tarafından ihsan edilmiş büyük bir nimet. Sonsuz bir yok oluş, bitiş ve hiçlik karşısında insan aklının ürünü bütün sanatsal ve bilimsel oyuncakların elinden hiçbir şey gelmiyor. Sadece uyuşturuyor, geçici bir süreliğine unutturuyor, bu büyük gerçeği.
Hiçbir açıklama vazıh değil, tatmin etmiyor insan dimağını. Doyuma erebilmek için keşiş Messler veya Ahmet Eflaki (Eflaki Dede) gibi sadece inanmak gerekiyor galiba, aklın yaptığı bütün çıkarımlar bir yerden sonra anlamsızlaşıyor çünkü. Akıl kendini çürütüyor, kendi hakikatine karşı mutlak bir cehalet içinde. Hafız, Hayyam, Ebu’l Ala, İbn-i Sina’nın akılları yok muydu? Onlar benim kâsır fehmimle yaptığım basit ontolojik, kozmolojik, teleolojik çıkarsamaları yapamadılar mı? Mesela bir köyün muhtarsız, bir iğnenin ustasız, bir harfin katipsiz olmadığını/olamayacağını kavrayamadılar mı? Haşir gibi muazzam bir meseleyi benim gibi bir çocuk bütün açıklığıyla anlasın, kavrasın ve dahi ispat etsin ama bütün koca dehasına rağmen İbn-i Sina gibi bir akıl benim anladığım, kavradığım şeyi anlamasın, kavramasın, bu mümkün mü?
Mevlana gönül üzerine ısrar eder ama aklın işlev sahibi olmadığı bir “gönül ummanı” hayatımıza nasıl yön verebilir, bize nasıl kılavuzluk eder? Meşşailer ile İşrakiler, Selefiler ile Sofiler arasındaki sürtüşme akıl/gönül, zahir/batın, ahkam/esrar arasındaki inceliklerin algılanış farklılığından ileri geliyordu. Tefsir-i Taberi, el-Muvatta, İhya, er-Risale, Tefsiri Razi ne kadar İslami ise, İhvan-ı Safa Risaleleri, Futuhat-ı Mekkiyye, Mesnevi ve Tavasin de o ölçüde İslami’dir. Biri zahiri geleneğin kristalizasyonu diğeri batıni geleneğin. Zahir/batın ayrımını reddetmek, kelam-ı ilahinin ve dahi din-i mübin’in tabiatını tanımamakla eşdeğer safderunca bir harekettir. Her şeyi bir iki kuru lafza indirgemek, insanı ve hayatı tanımamaktır.
“Din akıldır, akıl dindir” der meşhur mutasavvıf Haris el-Muhasibi fakat hazretin anladığı akıl kelamcıların ve filozofların anladığı akıldan çok daha başka bir meleke olduğu kesin. Gerçi aklın ne olduğu hususunda İslam düşünürleri arasında icma seviyesinde bir ittifaktan söz etmek oldukça zor. Kısacası hakikat, her zaman öyle sanıldığı gibi berrak, yalın ve şeffaf değil, çoğu zaman peçeli, örtülü, sisli ve cilvelidir. Ona uzanabilmek için birazcık naz, azıcık niyaz gerek. Bu kadar gevezelik yeter, gerisi can sıkar.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.