Hüseyin YILMAZ
Dürre Ne Zaman Büyüdü?
Hanı elindeki çalılarla içeri girdiğinde donuyormuş gibi yaptı. Çalıları sabah çorbasını yetiştirmeye çalışan Dürre'nin sol tarafına indirdiğinde gözlerinde muzip bir gülümseme vardı ama ağırdan alma alışkanlığını terketmiyordu.
"Evler kara gömülmüş, göz gözü görmüyor!" dedi. "Bu karlar nasıl kürenir? Allah erkeklerin yardımcısı olsun."
Bütün gece göz açtırmadan dökülen kar, Nurs için ilk değildi ama sık görülen cinsten olduğu da söylenemezdi. Dürre de her Nurslu gibi ilk iş olarak uyanır uyanmaz pencereden dışarı bakıp manzarayı görmüştü. Karşı mahallenin üç-beş evi çığ altında kalmış gibi sadece ön cephelerinin ikinci katları itibariyle görünüyorlardı.
Bir çalıyı kırıp çorbanın altına sürerken, "Âmin!" dedi.
Hanı, mânâlı mânâlı gülümsüyordu. Merak etmiş gibi görünmek istemediğinden farketmemiş gibi davrandı.
"Sofrayı kurmaya başla da dam üstümüze çökmeden kürensin. Babam kahvaltıyı bekliyor..."
Hanı'nın içindekini boşaltmadan gitmeyeceğini biliyordu aslında mecburiyetle devam etti:
"Pişmiş kelle gibi ne sırıtıyorsun? Ne söyleyeceksen söyle de dediğimi yapmaya başla!"
"Ne söyleyeceğim kız? Seninkisinin sabah sabah, bu karda kıyamette yolu buralara düşmüş de ona gülüyordum!"
Nure, yüreğinin hopladığını belli etmemeye çalıştı ama yanaklarının kızarmasına mâni olamadı. On sekiz yaşının bütün taraveti ile genç bir kızdı artık. Cemşid'in Mehmed'ini kasdettiğini biliyordu.
"Sana kaç sefer dedim, seninki deyip durma, bir duyan olacak diye?"
Hanı, üstündeki karı bir daha silkelerken kıkırdadı. Dürre'nin heyecanını kendi hesabına yaşadı. Ondan sonra sıranın kendisine geleceğini biliyordu.
"Belki camiin ne durumda olduğunu görmek istemiştir!"
Hanı yüksek sesle güldü.
"Sen hâlâ orada mısın?"
Dürre, boş bulunduğuna bir daha mahcub oldu. Yerden kaptığı çalıyı Hanı'ye vuracakmış gibi salladı.
"Şımarık!" dedi gülerek. Sonra sofrayı kurmak için harekete geçti, yoksa Hanı yakasından düşmeyecekti.
Yer sofrasının etrafına kurulduklarında âileden sadece Abdullah eksikti. Dürre ile Hanı sofraya oturmamış, odun sobasının alt tarafında ısınmaya çalışıyorlardı. Sofi Mirza, sırtı pencereye dönük oturmuştu. Sağ tarafına Said, soluna ise Mehmed yerleşmişti. Karşısına kucağında Mercan ile Nure düşmüştü. Abdulmecid ise gerektiğinde annesinden yardım alacak şekilde sol tarafında yerini almıştı.
Buharı tüten kemikli mercimek çorbasının kokusu taze mısır ekmeğinin kokusuna karışmıştı. Sofradaki tek zenginlik çorba değildi. Bal tabağı, tereyağı ve çökelek de kış sofralarının sık rastlanılanları olarak Sofi Mirza'nın sofrasında eksik olmuyorlardı. Esasen Nurs bu her üç köy gıdası için verimli bir yerdi. Hem her evin üç-beş hayvanı hem de birkaç kovanı eksik olmuyordu. Zaten onlar da olmasa kışın büsbütün gıdasız kalırlardı.
Yüksek sesle besmele çektikten sonra çorbadan ilk kaşığı alan Sofi Mirza,
"Maşallah kızım, annenin çorbasını aratmıyor!" dedi.
"Afiyet olsun baba!" diye karşılık veren Dürre'ye Hanı omuz vurup sendeletti.
"Tarifini benden aldığı zaman böyle oluyor baba!" deyip gülen Hanı'ye Sofi Mirza şefkatle gülümseyerek karşılık verdi:
"Bilmez miyim kızım?!"
İma herkesi gülümsetti ama Hanı oralı olmadı. Son zamanlarda onun bütün derdi de, keyfi de ablasına takılmaktı.
***
Not: Kutub Yıldızı'ndan beşeriyet muktezası kısa bir bölüm. İnsan her yerde insandır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.