Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Ehven bu değil!

Bir önceki yazıda, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözünü ilk kez söylediği 1919 tarihli bahisteki, şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçmasının gerekçesini veciz biçimde açıkladığı iki kısa paragrafı tahlil etmiştik.

Bu kısa ama derin paragraflarda Bediüzzaman, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ namına siyasetle iştigal edenlere kapıyı açık bırakmakla birlikte, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’ saikinin yol açtığı büyük tehlikelere dikkat çekiyor ve bu iki saikin etkisi altına girmemek kaygısıyla siyasetle arasına mesafe koyuyordu.

Açık kapı olunca, yöneleceğimiz söylem mâlûm: “İşte ben de o niyetle ve o sebeple siyasetle meşgul oluyorum.” Ama gerçekten o niyet, o sebep, o saikle mi meşgul olup olmadığımızın tesbitini, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’ testlerine havale ediyor Bediüzzaman. Kişi, başka bir sebeple değil, sırf din yolunda, Allah için siyasetle meşgul olduğunu pekâlâ söyleyebilir.

Ama bunun doğru olup olmadığının birinci ölçüsü, kişileri değerlendirmede dinin mi, siyasetin mi belirleyici olduğunun tesbitidir. Zor bir test değildir bu. Siyaset, bizden-onlardan ayrımı yapar, bu ayrımda ‘biz’den kasıt ‘siyasetdaş,’ ‘onlar’dan kasıt ise ‘muhalif’lerdir. Aynı partiye oy veriyorsa ‘biz’den, başka partiye oy veriyorsa ‘onlar’dan. Aynı siyasetçiyi ‘önder’ belliyor ve destekliyorsa ‘biz’den, bizim önder bellediğimiz siyasetçiye yönelik eleştirileri varsa ‘onlar’dan. Oysa kişileri değerlendirmede belirleyici ölçümüz din ise, onları siyasî tercihleriyle değil, dine olan bağlılıkları, iman yolunda çabaları ve ‘takvâ’larıyla onlara kıymet veririz. İşin çatallandığı ve testin asıl sonucu gösterdiği yer ise, şudur: Bir tarafta bizimle aynı siyasî tercihte bulunan ama dinî ölçüler açısından ‘fâsık’ biri var, öte tarafta bizden farklı bir siyasî tercihte bulunan ama dinî ölçüler açısından bakıldığında ‘mütedeyyin,’ ‘salih’ ve ‘müttaki’ biri. Gönlümüz kimden yana? Kimi kendimize daha yakın görüyoruz? ‘Fâsık siyasetdaş’ı mı, ‘mütedeyyin muhalif’i mi? Muhalif siyasette de olsa mütedeyyini siyasetdaş da olsa fâsıka tercih edende belirleyici değer ‘aşk-ı İslâmiyet’tir. Fâsık siyasetdaşını mütedeyyin muhalife tercih edende ise, ‘siyasetçilik’ dinin ölçülerine baskın gelmiş demektir.

Din için, iman yolunda, Allah için siyasetle meşgul olduğu söyleminin doğru olup olmadığını anlamanın ikinci yolu da, ‘tarafgirlik’ testidir. Şu veya bu siyasî görüşü/partiyi/zihniyeti benimsemiş olan kişi, dini nerede görüyor? Din onun için ‘bütün siyasetlerin üstünde’ bir yerde mi; bu meyanda, ‘din hangi partiden olursa olsun herkesin ortak değeridir’ düşüncesi ve ahlâkıyla mı hareket ediyor? Yoksa dini ‘siyasetin içinde sonuç almak için bir imkân mı; bu uğurda dini kendi siyasî tercihine daha yakın göstermekle, dini tekeline almakla ve kendi siyasetine âlet etmekle karşı siyasî görüşe sahip olanlarda dine karşı da bir mesafe ve soğukluk mu uyandırıyor?

Bu şekilde, herkesin hem kendi vicdanında kendisi için, hem ait olduğu cemaat, grup, çevre için, hem de başkaları için kolayca uygulayabileceği iki kriter ortaya koyuyor Bediüzzaman. Onun gördüğü, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’le sınanmanın zor, bu sınavı geçmenin çok daha zor olduğu; bu sınavda kalmanın getirdiği vebalin ise “eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” dedirtecek kadar büyük olduğu…

Bu meselenin daha da iyi anlaşılması için, sonraki paragrafta meseleyi bir temsille açıklıyor Bediüzzaman:

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Ta beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.”

Bu temsilin de ima ettiği gibi, siyaset neticede bir yarış, mücadele ve hatta kavga-dövüş alanı. Neticede en üstte bir makam var; o makama ya o oturacak, ya diğeri. Ve bu mücadele, bir kerede olup bitecek de değil. Siyaset ‘arena’sında kalındığı müddetçe, bu mücadele, bu kavga, bu rekabet, bu dövüş devam edecek. Bu esnada, bir tarafın daha üste çıktığı, diğer tarafın daha kuvvet kazanıyor olduğu durumlar olacak. Böyle bir durumda Kur’ân, din, İslâm nerede olacak? Umumun mâl-i mukaddesi olarak dini bu kavganın dışında mı tutacağız, yoksa yanımıza alıp ondan da yararlanarak siyasî mücadelemizde sonuç almaya mı çalışacağız? Bu meyanda, yeri geldiğinde onu siyaseten rakibimize karşı kendimizi korumak için yeri geldiğinde siper ve kalkan gibi kullanmaya, bu şekilde siyasetimiz için araçsallaştırmaya çalışacak mıyız? Hem, o kavganın dövüşün içinde zayıf düşüp sendelediğimizde, yere-çamura yuvarlanma riskiyle durumuyla yüzyüze kaldığımızda bizimle birlikte dinin, imanın, Kur’ân'ın değerlerinin de çamura düşmesine razı mı olacağız?

Bediüzzaman’ın ilgili misal üzerinden verdiği cevap, açık. Kim, velev ki ‘din adına’ girmiş olsun, girdiği siyasetin içinde dinin değerlerinin yere düşmesine, âlet olmasına, çamura bulanmasına rıza gösteriyorsa, Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için, İslâm’ı İslâm olduğu için seviyor değildir. Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için, dini din olduğu için sevip sevmediğinin ölçüsü, onu siyaset üstü tutmak, siyaseti için araçsallaştırmamak, yerine göre siper veya kalkan gibi kullanmaya kalkmamak, hele ki kendisiyle birlikte yere düşmesine razı olmamak, bilakis siyaseten muhalifi de olsa karşıdaki rakibini dahi dinin değerlerini savunmaya ve sahip çıkmaya davet eder bir tutum takınmaktır. Durum bu değilse, dini kendi siyasetine has gösterip rakiplerini din-karşıtı bir konuma sevkediyorsa, o kişi Kur’ân’ı ve dini, ‘kendi nefsi için’ seviyor demektir.

Yani bu durumdaki kişinin, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ iddiası, geçersizdir. Dini gerçekten seven, onu kendi siyasetine âlet etmez; siyasetiyle dine hizmet çabası içinde olur, ama dini siyasetine siper, kalkan, payanda veya hâdim yapmaya kalkmaz. Bilakis, onu kendi siyasetine münhasır görmeyip, herkesin ortak değeri olarak eller üstünde tutulmasına ve hangi siyasî çizgiden olursa olsun bütün ellerin onu tutmasına çalışır, onu asla yere düşürmez, öyle ki kendi düşse de onu düşürmemeyi öncelikli dert edinir.

“Rüyada Bir Hitâbe”yi tecrübe ettiği gecenin ardından dünyevîler meclisinde kendisine sorulan neden geldin geleli siyasete girmiyorsun sorusuna verdiği cevabı izah sadedinde bu cümleleri söyler ve bu misali verirken, Osmanlının son dönemi ve bu meyanda kendi gözleriyle gördükleri gözünün önünden bir film şeridi misali akıyor gibidir. Bu sözler, soyut bir meseleye teorik bir açıklama sadedinde söyleniyor değildir; görülmüş örnekliklerin ve yaşanmış tecrübelerin dersi ve şahitliğiyle bu sözler söylenmektedir.

Nitekim, verdiği bu misalin ardından Bediüzzaman “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa ‘Dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir” derken, bunun yaşadığı hayatta, gördüğü hadisatta birebir karşılıkları vardır. Son tahlilde, Osmanlının son elli yıl içinde yaşadığı bir ayrışma vardır. Bu ayrışmada bir tarafta, ‘devletin bekası’ ile ‘dinin bekası’nı bir görenler, bu uğurda ‘devletin bekası’ için dinin belli bir siyaset lehine kullanılmasını mazur ve hatta meşru bulanlar; öte tarafta, dinin de araçsallaştırıldığı, adaleti ve hürriyeti paranteze alan baskıcı bir siyasete adalet ve hürriyet adına karşı çıkanlar. Bu gerilimde, siyasetiyle dini özdeşleştiren ve dindarın siyasetini—dinin vazgeçilmez saydığı adalet ve siyaset gibi değerleri ihmal de etse—savunmayı dini savunmakla bir tutan eğilimin sonuç almak adına karşıt siyaseti din-karşıtı bir konumda resmetme çabası, yanısıra dindar siyasetçinin elinde adalet ve hürriyetin paranteze alınmasına verilen yanlış bir tepkiyle adalet ve hürriyet talep edenlerden bazılarının dine mesafeli ve hatta karşıt bir konuma savrulması, meseleyi bambaşka bir noktaya savurmuş; tam da Bediüzzaman’ın ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’in tehlikelerine dair dile getirdiği arızalı durum vâki olmuştur. Halbuki işin doğrusu, dini rekabet halindeki siyasetlerin üstünde bir ortak değer olarak muhafaza etmektir. Bu meyanda özellikle ‘dindar’ ehl-i siyasete düşen bir görev, dini siyaseti için araçsallaştırmak ve siyasî karşıtında dine karşıtlık duygusu uyandırmak değil; bilakis, ‘dine imâle, iltizama teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar’ ile siyaset-üstü bir ortak değer olarak onları da dine sahip çıkmaya çağırmaktır.

Bu olmadığında, ne olmuştur: Bir tarafta, takip ettiği siyaset velev ki adı ve amacı ‘siyaset-i İslâmiye’ yahut ‘ittihad-ı İslâm’ siyaseti olsun, adalet ve hürriyeti ıskalayan baskıcı ama ‘dindar’ görünümlü bir siyasetin elinde din siyasete âlet olurken, bunun karşısında din-karşıtı bir siyasî damar oluşmuştur. Bu anlamda, İttihadçıların bir kısmının din ile arasındaki mesafeyi de, Kemalizmin tek parti dönemindeki din-karşıtı uygulamalarını da, Osmanlının son dönemindeki dinin araçsallaştırıldığı bu siyasî gerilimden bağımsız şekilde okumak mümkün değildir.

Halbuki, derdi din olan, dini tekeline almaz, alamaz. Dini bir kimlik siyasetine âlet etmez, edemez. Kendisini dinin yanında, siyaseten muhalifini ise dinin karşısında konuşlandırmaz. Velev ki karşıdaki siyaset cenahı dine karşı lâkayt, hatta mesafeli de olsa onu dine meylettirmeye çalışır, dinin gereklerine uygun davranmaya teşvik eder ve dinî vazifelerini hatırlatır. Dine hizmet, onu tekeline almakla olmaz; herkesi ona davet etmekle olur. Yok eğer, siyaseten sonuç almak adına kendisini ‘din’le tanımlayıp, karşıt siyaseti ‘dinsizsiniz’ diye ithama kalksa, bunun sonucu onların bu siyasete muhalefetini dine muhalefete dönüştürmek olur; bunun baş sorumlusu, “dine imale, iltizama teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar’ etmek yerine, ‘dinsizsiniz’ söylemiyle karşı tarafı dine, dinin değerlerine saldırmaya sevkeden bu menfi, dışlayıcı kimlik siyasetidir. Halbuki “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez.” Yani din, toplum içinde bir kısma has görülmez ve gösterilemez. Siyaseten sonuç almak için din kullanılamaz, siyasete âlet edilemez. Dinin kapsama alanı, toplumun tamamıdır; velev ki bir kesim el’an dine karşı lâkayt, mesafeli, hatta hasmâne bir tutum içinde gözüksün, onlar dahi dinin davet alanı içerisindedir. Asr-ı Saadet şartlarında dünün en azılı İslâm düşmanı Kureyş müşriklerinin bir kısmının yarının güzide sahâbîleri kılan sırrın verdiği bir ders de bu değil midir?

Lâkin yazık ki Osmanlı coğrafyasında bu ölçüler gözetilmemiş, dindar bir sultanın elinde İslâm’ın adaleti ve hürriyeti gözardı eden bir siyasete siper veya vasıta kılınması, otuz senelik bu istibdat siyasetinin şartlarında yetişen gençlerin ve doğan çocukların hatırı sayılır bir kısmını din-karşıtı bir tepkiye sürüklemiştir. İttihad ve Terakki’nin kadroları ile Kemalizm’in kurucu isimlerinin bu dönemin çocukları ve gençleri olması bir tesadüf değildir. Bunu Bediüzzaman, “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz” diye net biçimde ifade etmektedir.

Bu tahlilin ortaya koyduğu ölçüler ve bu ölçülerin ders alındığı sosyal-siyasal zemin dikkate alındığında, Bediüzzaman Said Nursî’nin 1950’li yılların çok-partili ortamında yaptığı ‘dört eğilim’ tahlilinde toplumun kâhir ekseriyetinin zaten ‘tam mütedeyyin dindar’ olmadığı bir zeminde din namına ortaya çıkacak bir siyasî eğilimin yol açacağı sonucun ‘dini siyasete âlet etmek’ olacağı öngörüsünde bulunması; bunu ise ‘ehven-i şer’ olarak değil, bilakis büyük bir zarar olarak tanımlaması da boşuna değildir.

Sözün özü, dinin bir kimlik siyasetinin elinde araçsallaştığı bir zemin, din adına doğru ve hayırlı bir zemin değildir. Dinin şu veya bu siyasî eğilimin elinde siyaseten sonuç almak adına kullanıldığı bir zeminin yol açtığı zararlar, ‘ehven-i şer’ diye açıklanamaz büyüklüktedir.

Bediüzzaman’ın bu süreçte gördükleri üzerinden ulaştığı bu hükmü, benzer bir sosyal-siyasal zemini taşıyan Tunus’ta yaşadığı uzun tecrübenin sonunda Nahda hareketinin başındaki Raşid el-Gannuşî’nin geldiği şu kanaat de teyid etmektedir:

“İslamcılığın modern siyasetin agresif yöntemlerini kullanarak giriştiği iktidar savaşı ve bu yolla aldığı mevziler, İslam’ın hükmünün vicdanlarda karşılık bulması süreciyle rekabet edebiliyor. Kısa vadede başarı olan, uzun vadede hezimete neden olmasın. Kutsal olanın hükmü yere düşmesin istiyorsak, onun vicdanları istiskal edebilecek politikalar tarafından araçsallaştırılmasını önlemeliyiz.”
Bunun yolu ise, siyasetle iştigalden değil, siyasetçinin her yaptığını savunmaya kendisini adanmış bir taraftarlık ve siyasetçilikten hiç değil; belli bir siyasî eğilime muvafık bir duruşa sahip de olsa, ehl-i siyaseti bu noktada uyarabilmeyi mümkün kılacak bir mesafeden geçmektedir.

O mesafenin temini için ise Bediüzzaman’ın dediği gibi “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti’ diyebilmek; ‘pencereden baksa da içlerine girmemek’ gerekmektedir…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
14 Yorum
  • Recep / 20 Eylül 2018 Perşembe 16:33

    İş o kadar rayından çıkmıştı ki kamusal alanı sokağa genişletip sokakta dahi başörtüsünün yasaklanmasını dahi istiyen ve dile getiren akıldan istifa etmişler vardı.vardı.O günlerden bu günlere geldik.Bu güne şükrün nimetin devamı açısından gerekli olduğuna inanıyorum.Yine yakın tarihimizde kökü dışarına bir yapı darbe yapmaya kalktı.Allah yardım etti ve ölümü hiçe sayan kahramanların tankların ve silahların önünde direnmesiyle büyük bir beladan kurtulduk.Ülkemiz dünyadaki mazlumların bilhassa mazlum Suriyeli ve Filistinlilerin ve Arakanlıların ve diğer mazlumların umudu.Kaderde kahraman milletimize büyük roller düşüyor.Mazlumların yanında hakim ve zalim büyük görünen güçlerin farkında ve karşısında.Allah yardımcımız olsun.

    Yanıtla (1) (4)
  • mehmet-mehmet / 20 Eylül 2018 Perşembe 18:03

    Recep kardeş yapilan iyilik ve guzellikleri Allahtan bil ve dile getirki sair unsurlarin etbalarinin milliyetcilik damarlari kabarip karşilikli yanlişa tevesul edilmesin.bu memlekette huzur, insani yaşam milletleri övmekten geçmez. Allahi övelim, iman ibadet ve takvayi övelim. Milliyetçilik zaten fazlasi ile yapiliyor. nur talebeleride milliyetciliğin zevkine meftun olurlarsa yazarin hedef gosterdiği bu aşki islamiyet ve hamiyeti dini kenarda kalir, bazan sozle dile getirilse bile hamiyeti milliyeye bir alet yapilmış olunur.

    Yanıtla (6) (0)
  • Recep / 21 Eylül 2018 Cuma 12:15

    Mehmet Mehmet milliyetçilikle hamiyeti karıştırmayınız.Hamiyet-i İslamiyenin kötü olan bir tarafı yok aksine iyidir.

    Yanıtla (1) (1)
  • Mehmet-mehmet / 21 Eylül 2018 Cuma 13:04

    Yok ben zaten diyorum milliyetcilik yapma hamiyeti islamiye yap diyorum

    Yanıtla (1) (0)
  • Recep / 21 Eylül 2018 Cuma 19:04

    "İşte ey ehl-i Kur'an olan şu vatanın evlâdları! Altıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur'an-ı Hakîm'in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'anı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ana ve İslâmiyete kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı def'ettiniz, tâ يَاْتِى اللّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى اْلمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللّهِ âyetine güzel bir mâsadak oldunuz" diyor üstadımız.Bizim milliyetimiz İslamiyettir.Allah'ın izniyle bu mazlum ve kahraman ülkemin evlatlarının yani milletimizin gelecekte de İslamın bahadır bir evladı olacağını ve İslama Kal'a olacağını ümit ediyorum:Buna delilim de 15 Temmuz 2016 gecesi sergilenen kahramanlıktır.Delil olarak bu yeter kardeşim.

    Yanıtla (0) (0)
  • mehmet-mehmet / 20 Eylül 2018 Perşembe 19:44

    Recep bey yorumunun tamamini yeni okudum, yanliz senin eski zamanda başörtüsunu takanlari siyasi ve ideolojik olarak takiyorlardi demen, tamda dedigin gibi kökü dişarda olan ehli dallenin yaftalamasidir, senin bir nurcu olarak kendini gosterip ehli dallenin düşuncesini savunman çok acayip bir durum !? :)

    Yanıtla (2) (1)
  • Recep / 21 Eylül 2018 Cuma 12:58

    mehmet iyi okuyunuz anlamamışsınız.ben savunmuyorum.yasakçılar savunuyordu.

    Yanıtla (0) (0)
  • Recep / 21 Eylül 2018 Cuma 18:57

    ".Başörtülüleri de siyasi ve ideolojik amaçla örtülerini taktıkları gibi aslında komik hayattan kopuk hezeyanlar ortaya atıyorlardı. " kendi sözümü açıklamak zorunda kaldım.O zamanda başörtüsü yasakçıları gerekçe olarak" siyasi ve ideolojik maksatla başörtüsünün takıldığını" iddia ediyor ve bu temelsiz iddialarıyla kamusal alan diye uyduruk bir tabirle okullarla ve diğer alanlarda bu yasağı savunuyorlardı.Hatta şimdi özgürlükçü o zaman yasakçı olan bu zevat "başörtüsü takanların başı açık olanların üzerinde manevi baskı uyguladıklarını ve çoğalırlarsa başı açıklar üzerinde örtme baskısı olabileceği" gibi bakınız üzerine basarak yazıyorum "komik" ve deli saçması şeyler söylüyorlardı.Onlar diyordu ben demiyorum.Anladınız mı mehmet mehmet kardeşim.

    Yanıtla (0) (0)
  • Recep / 20 Eylül 2018 Perşembe 16:25

    Ehvenin bilinmesi için öncelikle mihenk taşı şerrin bilinmesidir.Şerrrin ne ve kim olduğunu bildiğimizde ehveni bulmak basittir.Din namına ortaya çıkmak meselesinde ise hareketin programına ve icraatına bakarız.Israrla din adına ortaya çıkmadığını söyleyene de ve muhafazakar demokrat olarak kendini tarif edene ve böyle icraatta bulunana da "Siz din namına ortaya çıkıyorsunuz" demenin insaflı olmayacağını düşünüyorum. Merkez sağ siyasetlere yakın tarihimizde muhafazakar tabana hitab ettikleri için ve zaman zaman dini söylem de kullandıkları ve dini özgürlükleri genişlettikleri için rakipleri ve muhaliflerince bundan dolayı ithamlar yapılmıştır. Oysa ki yakın dönemde dindarlara "gerici "demekten çekinmiyorlardı bazı çevreler. Başörtüsü konusundaki aldıkları tavır da asla özgürlükçü değildi.Başörtülüleri de siyasi ve ideolojik amaçla örtülerini taktıkları gibi aslında komik hayattan kopuk hezeyanlar ortaya atıyorlardı.

    Yanıtla (1) (3)
  • Turgay / 21 Eylül 2018 Cuma 01:16

    Başörtüsünü kazandık.Testtürü kaybettik.(Yusuf Kaplan)Yahudi sistemi ve tuzağı olan ve bu sistemle tüm insanlığı adeta köleleri haline getirdikleri serbest piyasa denen hırsızlık mekanizmasıyla bu milletin çoğunluğunun hakkını bu sistemin kurucu azınlığına adeta altın tabakalarda sunan bu sisteme bizi göbekten bağlayanlar kim kardeşim.Tüm piyasayı 8-10 firmaya yediren,küçük balığı büyüğe yem eden kim?,Parayı küresel olarak yöneten Yahudinin nameşru bankalarını bu kadar zengin eden ve sonra Kudüs demek ne biçim lahana turşusu?Cehennemin kapılarını sonuna kadar açıp,milletin boynuna kementi geçiren yahudiye insanları teşvik eden ve bunu terakkiyat diye anlatmaya ne dersiniz?Hakperest aldanmaz.Hak aldatmaz.Müslümanın vicdan ve izan terazisi de şaşmaz.

    Yanıtla (2) (1)
  • Recep / 21 Eylül 2018 Cuma 12:21

    Turgay kardeş.Başörtüsünü kazanmak bir zaferdir tabiiki.Sonrasında ise imtihan devam eder.Yasak hali daha mı iyiydi?Yusuf Kaplan'ın eleştirisi herkesi kapsamaz.Serbest piyasa dediğimiz liberalizmdir.Merkez sağ siyasetlerin ekonomik tatbik modelidir.Hem serbest piyasayı uygulamakla hemde din namıma hareket etmekle aynı hareketi suçlamak mantıkla bağdaşmaz.Serbest piyasanın kötü yönlerini elbette eleştirebilirsiniz.Siz yapıyorsunuz demiyorum.Ancak bu mantık hatası yapılıyor.

    Yanıtla (0) (2)
  • TURGAY / 21 Eylül 2018 Cuma 15:53

    Recep kardeş.Ben de tam bu noktada mantık hatasını vurgulamak istemiştim.Müslümanlar kapitalist olamaz.Olmamalı.Benim mihengim Kur'an.Sonra Resulullah(asm)'ın sünnetidir.Altınsa hayır dua, değilse konuşurum.Hakkın hatırını Ali tutarım.Bu yapılanlar Allahın rızasına uymuyor kritiğini elbette yaparım.Belki birileri değerlendirmeye alır,bir hayra vesile oluruz diye.Her kimden kime haksızlık varsa karşısında dururum.Metin abi de aslında bu mantık hatasına vurgu yapıyor.Ehven denilenlerin ehvene hiç benzemedikleri fiillerinden belli oluyor diyor.Tabiki iyi niyetliler olabilir.Ama unutmayalım ki, iyi niyet her zaman tek başına yeterli olmuyor.Üstadımızın sadece siyasetten içtinab etmenin gereği hakkında mektublarını çıkarsak,müstakil bir risale yapar.Bize düşen ise terazide doğru şeyleri doğru kefeye koymak.Asıl mesele Nurların siyasete angaje edilmemesi,kendi mecrasından çıkarılmaması.Şu an öyle görünmüyor.Bu da hizmetin önünde perdeler örüyor.Kardeşliğe zarar veriyor.Bu da siyasetle oluy

    Yanıtla (2) (0)
  • Turgay / 21 Eylül 2018 Cuma 01:28

    ehl-i İslâm, dünyaya ve hırsa sevk olunmaya ve teşvik edilmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler, bununla te’min edilmez. Belki mesâîlerin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teâvün düstûrunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i dîniye ile olur.(mesnevi-i nuriye/Zühre/7.nota)

    Yanıtla (2) (0)
  • HÇeşitcioğlu / 20 Eylül 2018 Perşembe 13:25

    Risale mecraında inceltilmiş doğru tahliller.
    Hayattan süzülüp formülleşen bu risale prensiplerinin yine pratiğe dökülmesi nur talebelerinin omuzunda bir görev.

    Yanıtla (6) (0)