Himmet UÇ
Mesnevi-i Nuriye’nin Bediüzzaman’ın yazarlığı içindeki yeri
Bediüzzaman yazacağı eserlerde önce nasıl yazması lazım geldiğini, nasıl bir tefekkür sistemi takib etmesi gerektiğini uzun zihni sirkülâsyonlarla ortaya koyar.
Kendinden önce bir telif ananesi ve büyük şahsiyetler ve eserleri, tefsirleri ve yorumları vardır. Başlangıçta onların içinde bir yol seçme konusunda mütehayyirdir. Akli ve felsefi ilimlerle çokça meşgul olduğu için hakikatlerin hakikatine, kendi deyimi ile hakikatü’l-hakaike karşı tarikat ehli gibi bir meslek arar. Yalnız kalben harekete kanaat etmez. Çünkü aklı ve fikri, felsefe hikmeti ile yaralıdır, tedavisi gerekir. Hem kalben, hem de aklen hakikata giden bir yol arar. Farklı insanlar, farklı cazibedar metinlerle önünde durur, kararsızdır. İmamı Rabbani’nin “tevhid-i kıble et” ihtarından sonra hakiki üstad Kur’an’ı kabul eder ve arkasından gider. Kalb, ruh, akıl birlikte hiçbirinin hükmünü görmezlikten gelmeyerek hakikat yolunda gezer. Artık kararsızlık bitmiş Kur’an’ın dersi ile hakikate bir yol bulmuş ve girmiştir.
İLK ESER MESNEVİ
Bu duruş ile Mesnevi isimli eserini meydana getirmiş. Mesnevi isimli eserini çeviren Abdülmecit Nursi, çevirdiği tarihi belirtmemiş, eserlerin kronolojisi içinde eserin telif tarihi hakkında net bilgi yok. Mesnevi-i Nuriye isimli eser Risale-i Nur isimli eserlerden önce telif edilmiş. Telifi kendisi anlatır. “Aslı Farisi sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi o da Arapça bir nevi Mesnevi hükmünde Katre, Hubab, Habbe, Zühre, Zerre, Şemme, Şule, Lem’alar, Reşhalar, Lasiyyemalar ve sair dersleri ve Türkçede o vakit Nokta ve Lemaat’ı gayet kısa bir surette yazmış.” (Mesnevi-8) Eserlerinin telif tarihleri hakkındaki kronolojilerde çok önceden kaleme alınan bu eserlerin 1921-23 yılında 33 Lem’a, Mesnevi-i Nuriye adı altında yayınlanmış görüyoruz. (Orhan Güler, Bediüzzamanlı yıllar, s. 498) Bediüzzaman bu eserini Risale-i Nur’un fidanlığı olarak görür. “Demek bu Arabî mesnevi mecmuası Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir.” (Mesnevi-8)
YENİ ANLATIM TEKNİKLERİ
Bediüzzaman’ın zihni ve muhayyilesi, müfekkiresinde Risale-i Nur’un çekirdekleri devamlı gelişen bir büyüme ve bekleme süresi geçirmiştir. Büyüdükçe, yeni unsurlar eklendikçe, yeni dil yapıları ve üsluplar kazandıkça Sözler, Lem’alar, Şualar, Tarihçe suretinde en mükemmel şekilleri ile ortaya çıkmışlardır. Bediüzzaman işlediği konuları devamlı takib etmiş ve dilinde değişmeler yapmış, ona yeni anlatım teknikleri ilave etmiş, mükemmelden daha mükemmele, daha mükemmele bir yol izlemiştir. Bunların yani her temanın mesela Melekler ve Haşir bahsinin Mesnevi’deki izahı ile Sözler’deki izahı farklıdır, çekirdek olarak aynı olmakla birlikte Bediüzzaman Sözler’de çok daha itinalı üslubda ve kelime seçiminde uzman ve dildeki sadeleşme cereyanlarına uygun olarak yeni bir dil, üslup ve ifade imkânı seçmiştir.
Bediüzzaman Mesnevi isimli eserinde;
Lasiyyemalar’da 9 kere “arkadaş” der, dokuz bahis anlatır. Katre’de 26 kere “arkadaş” der, o kadar bahis anlatır, her ikisinde 35 defa “arkadaş” denmiş olur.
Hubab 58, Habbe 54, Zerre 33 toplam 236 defa “i’lem” denilmiş.
Şemme 22, 10 Risale 48, Şu’le 21, Arkadaş ve i’lemlerle 281 tema veya bahis ele alınmıştır, sonraki eserlerine kıyasla mücmel bir tarzda. Nokta’da dört burhan, Zühre’de 15 nota, Lem’alar’da 12 Reşha, bunlarda 31 bakış ve bahistir. Yaklaşık 312 tema işlenmiştir Mesnevi-i Nuriye’de. Reşhalar ve Notalar başka yerde işlendiğinden Mesnevi’de yaklaşık Mesnevi’ye has olan 285 bahis vardır. Bediüzzaman her İ’lem’de farklı bir bahis işlemiştir, belirtir: “Hem i’lemler birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde yazıldığından…” (Mesnevi-9)
Bahislerin özet ve kısa olarak anlatılmasının yanında eğer tam izah edilse Risale-i Nur telif edilmeden onun vazifesini görebileceğini ifade eder Bediüzzaman. 285 madde veya bahsin her biri mufassal olarak anlatılsa ortaya çok büyük bir eser çıkacağı kesin. Mesnevi’nin muhatabı okuyucudan ziyade “eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre” ayrıca “yalnız kendisi anlayacak bir surette” (Mesnevi-8) yazılmıştır. Muhatab kendisi ve eski talebeleridir. Hâlbuki daha sonraki eserlerinde daha genel bir muhatab seviyesine göre dil ve ifade kullanılmıştır.
KUR’AN-İ KERİMİN BAHÇESİ VE ÇİÇEKLERİ
Bediüzzaman Mesnevi isimli eserini kendi nefsi ile olan cihadı esnasında sıcağı sıcağına yazmıştır. O anki ruh halini, yaralarını tedavinin acelesi içinde bulunduğu dehşetli halden dolayı, şifre ve anahtar kabilinden konuştuğunu söyler: “Bu risale bazı ayat-ı Kur’an’iyenin şuhudi bir nevi tefsiridir. Ve ondaki meseleler Kur’an-ı Hakim’in bahçesinden koparılmış çiçeklerdir. Bu risalenin ibaresindeki icmal ve icaz ve fehmindeki zahiri müşkilat sana tevahhuş vermesin. Tekrar tekrar mütalaa et, ta ki ‘Lehülmülküssemavati ve’l ard’ ve emsalsiz takrarat-ı Kur’an’iyenin sırrı sana açılsın.”
“Ey kari! Bu mecmuadaki tevhidin burhanları ve mazharları, birbirine ihtiyaç bırakmıyor zannetme. Çünkü ben her bir burhana her bir makam-ı mahsusta ihtiyaç hissettim. Harekât-ı cihadiyem beni öyle bir mevkie ilca ediyordu ki, o mevkide, o anda bir kapı açmaya mecbur kalıyordum. Çünkü o dehşetli anda diğer açık kapılara dönmek müyesser olmuyordu. Hem o seyahat-ı acibede rast geldiğim nurlara delalet etmek için değil, belki hatırlatmak için işaretler koydum. Bazen büyük bir nura bir işaret koyuyordum, ila ahir diye ne kadar güzel bir mukaddimeyi bir hülasayı bu mecmua adeta şifre gibi bir anahtarı karilerine takdim ediyor.” (Mesnevi 259) Bahisler ayrı olsa da birbirine ihtiyaçlarının olduğu ifade edilmektedir.
DEHAVARİ BİR İRTİBAT
Mesnevi-i Nuriye’deki bahisler arasında ortak noktalarına göre bir tasnif yapmak mümkündür. Bediüzzaman’ın hakikatlere nasıl farklı perspektif veya vecihlerden baktığını anlamak için böyle bir tasnif gereklidir. Çünkü Bediüzzaman bir bahsi açınca, daha sonra çağrışımla dehavari bir irtibatla sonra o bahsin bir başka yönünü açıyor. Genel olarak eserlerin haritası içinde bahislerde lüzumsuz tekrarlar yok, bu, sıradan bir matematik zekânın yapamayacağı bir iş, geniş ve denetlenen ve canlı tutulan bir muhayyile ancak bunu yapabilir.
PEYGAMBERİMİZİN RİSALETİNDEKİ GÜZELLİK
Güzel kelimesi etrafındaki bahisler: 31, 41, 60, 95, 138, 210, 211. Mesnevi’deki estetik bahisleri büyük bir yoğunluktadır. Ama sadece güzel kelimesi etrafında dokunan bahislere bakalım. Bediüzzaman kâinattaki sanat güzelliklerinin peygamberimizin risaletine delil ve şahid olduğunu söyler. Güzellik bir görüntü veya görünümdür, fiziksel bir durumdur. Görüntü, yansıma ile peygamberimizin peygamberlik görevi risalet arasında nasıl bir bağıntı kurmaktadır. Sanat güzelliğinden insanlığın en güzeline giden bir sıralama ile bahsi netleştirir.
KÂİNATTAKİ SANAT GÜZELLİKLERİ
Bediüzzaman nesnelerden hareketle bahsi geliştirir. Nesnelerden bahsettiği yerde beşeri estetik kuramlarını öne sürer. “Zira şu zinetli masnuatın cemali, hüsn-i sanat ve ziyneti izhar eder.” (Mesnevi-i Nuriye 31)
Bütün varlıklarda simetri, geometri ve armoni ile güzellikler husule getirilmiştir.
Bir çiçeğin yapraklarının büyüklüğü ve aralarındaki mesafe simetri ile elde edilen bir güzelliktir.
Geometri varlıkların güzelliğini doğuran nisbetler ve uzaklıklardır.
Armoni ise birbirinden farklı geometrideki nesneler arasında meydana getirilen iç ve dış güzelliktir, mesela insandaki gibi.
Bediüzzaman’ın zinetli masnuat dediği bunlardır. Bunlarda güzellikler, sanat güzelliği ve belli bir simetri ile elde edilmiş süsler görülür. Bir sanatçı eserini güzelleştirmek ister, çünkü güzeli elde edemez ise sanat eseri beğenilmez. Kâinattaki masnuat madem sanatlıdır, o sanat eserlerine sanat olma özelliğini veren ve onlarda güzelin yansımalarını çeşitli şekillerde gösteren Sâni yani sanatçıdır. Bu ister beşeri, ister ilahi olsun bir esere güzel özelliği veren onun sanatçısıdır, sâniidir. Sanatçıda güzelleştirme isteği olmasa eser güzel olmaz. Güzel ile sevgi arasında bir psikolojik, bir ruhsal bağ vardır. İnsan kendini süslerken bile güzeli elde etmek için gayret eder ve tam güzel olduğunda kendine veya bir başkasına sevgi duyar. Sani, ister Allah, ister insan olsun eserini güzelleştirirken kendindeki güzelleştirme isteğini dışsallaştırmış olur, izhar eder.
BEDİÜZZAMAN VE SANAT FELSEFESİ
Sanat felsefesi bu güzelleştirme konusunda bir şey söylemez. Sadece sanatçının sanat eserini meydana getirdiğini söyler. Bu kadar derinleşmez. Sanat eserden yukarı gitmez, eserin üzerinde durur, orada odaklaşır, Bediüzzaman ise her güzelliğin bir güzele doğru giden yolun başlangıcı olduğundan hareket eder. Güzelleştirme ve muhabbet arasındaki bağlantıyı kurar. Bediüzzaman; “Sanat ve suretin güzelliği, Sânide güzelleştirmek ve zinetlendirmek sıfatları, Sani’in sanatına olan muhabbetine delalet eder.” (Mesnevi 31) der.
MASNUATIN EN MÜKEMMELİ İNSAN
Bediüzzaman sanat güzelliğinden insan güzelliğine gelir. Çünkü güzelleştirme isteğinin en ideali insanda gerçekleştirilmiştir. “Bu muhabbet ise masnuatın en ekmeli insan olduğuna delildir. Çünkü o muhabbetin mazhar ve medarı insandır.” (Mesnevi 31) O muhabbet dediği, Allah’ın muhabbetidir. Bir evdeki bütün güzellikler o evin sahibi veya sahibesi üzerinde biçimlenmiştir. Kâinattaki bütün güzellikler de insanın etrafındadır. Hem insan mahlûkatın en güzelidir, hem de onun dışındaki güzellikler de evreni güzelleştirdiğinden dolayı ona dönük güzelliklerdir.
SANİİN MAKSATLARININ MUHATABI İNSAN
İnsanın güzelliği konusunda sadece güzellikte kalmaz. Çok zincirleme bir yorum zinciri kullanır. “İnsan dahi masnuatın en cami ve baid bir cüzüdür. İnsan zişuur ve cami olduğu cihetle, nazar-ı amm şuur-u külli olur. Nazar-ı amm olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan şecere-i hilkati tamamıyla görür; şuuru da külli olduğundan Sani’in makasıdını bilir. Öyle ise insan Saniin muhatab-ı hassıdır.” (Mesnevi 31) İnsan masnuatın en camiidir. Masnuat güzellikten doğan bir sanat eseri olduğundan, en güzel özelliklerin kendisinde toplandığı canlı insandır.
İLAHİ HEDEFLER: HAYIR-HÜSÜN-GÜZELLİK VE MÜKEMMELİYETTİR
Bediüzzaman eserlerinde insanın güzelliğine görüntünün ötesinde anatomik yapısını da katar. Kâinatta hâkim yasanın güzellik olduğunu anlatır ve insanı ve bilimleri buna katar. “Fenlerin casus gibi tedkikatiyle ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, külli kaideleriyle bahsettiği nevi ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki ondan daha mükemmel akıl bulamıyor.
Mesela, tıbba ait teşrih-i beden-i insani (anatomi) ve fenn-i kozmografyaya tabi Manzume-i Şemsiye fenni, nebatat ve hayvanata ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, külli kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sani-i Zülcelal’in o nevideki nizamında mucizat-ı kudretini ve hikmetini ve ‘ahsene külli şeyin haleka’ hakikatini gösteriyor.” (H Ş 105)
Bu yazı yarım kalan aşkım.
Ben bu adama aşıkım.
Yalan söyleme hadi ordan.
Gözünü kulağını çekebildin mi dünyadan.
KENDİME, DİNLE KÜÇÜK ADAM!
Bu yazıya bir süre önce başlamıştım, yarım kaldı. Sonra Necip Fazıl’ın psikanalitik dünyasını yazmaya başladım, bir büyük denize düştüm, sahilde bir kurtarıcı olsa arada sırada ona bakardım. Üstaddan çok istifade etmiş ama onları sanatlı imajlara dönüştürmüş. Onları aynı yolda yürüyen kahramanlar olarak görüyorum. Ben onları çocuk saflığında seyrediyorum, iyi seyirler. Ne kazandımsa çocukluğumdan ne kaybettimse çocukluğumdan, hep küçük adamlardan çektim, büyük gibi görünen küçük adamlardan. İsimleri büyük ama ruhları nesne ve menfaatlere boğulmuş küçük adamlar. Reich’in Dinle Küçük Adam diye bir eseri var, onu her gördüğümde kendime “dinle küçük adam derim” kendini küçük görmek güzel bir şey, çünkü insan küçük olunca büyük olmaya çabalar, ama bir kendini büyük görmesin, olduğu yerde sayar, bizim okulun kapısı gibi.
Necip Fazıl’ın büyük dervişlere acaip hayranlığı var.
Şah-ı Nakşibendî, Yunus Emre, onun için iki dayanılmaz derinlikli, ulaşılmaz yükseklikli iki şiir yazmış. Ruhuyla nasıl empatiler gerçekleştirmiş.
Bir de pamukçu Hallac-ı Mansur’u anlatmış. Okurken Mansurleyin ölmek ister gibi.
Bir portre yazısı da O’na isimli şiiri zannedersem Abdülhakim Arvasi’ye yazmış. 1934’ten önceki yıllar suyu arayan adam gibi bir ışık aramış, desteksiz ruhunun yalpaları onu bir vapurda tesadüf olmaz ya bir zat ile Ağa Cami’indeki Necip Fazıl’a götürmüş.
“Tam otuz yıl saatim çalışmış ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.