Erdem AKÇA
Allah’a Yakınlık Hakikatinin Mertebeleri, Sırları ve Nurları
İnsanın dünyaya gönderilmesindeki en temel gayelerden birisi kendisini, ruhunu, şuruunu, hayatını ve cismini yaratan Yüce Sanatkâr’ını arayıp bulması, Ona yakınlık kazanması ve Onun sevgisiyle sonsuzlaşmasıdır. Kur’an’ın ilk inen âyetlerinin içinde bulunduğu Alak suresinin “Secde et ve Rabbine yakınlaş!” şeklinde sona ermesi bu yaratılış sırrını fâş eder.
Kur’an Allah’a yakınlığın üç mertebesi olan “kurbiyet”, “akrebiyet” ve “kurbet”[1] hakikatlerini Esmaü’l-Hüsna, isimler ve sıfatlar şeklinde ifade ederek insanın bir “kurb” yolcusu olduğunu vurgular. Kur’an’ın esrar ve envârının keşif ve fethinden ibaret bir tefsir olan Risale-i Nur Külliyatı’nda, Üstad Bediüzzaman Cenab-ı Hakk’a yakınlık konusunu çok farklı yönlerden muhtelif eserlerinde ele alır. Bu konuya dair bir çerçeve çizecek şekilde tespitlerde bulunur.
Kurbiyet ve Akrebiyet Yollarının Tarifi
* Ey birader bilmiş ol ki! Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teâlâ sana yakındır. Sen ise O’ndan uzaksın. Evet Cenab-ı Hak, seninle beraber ve senin yanında olduğu aynı anında, senin bütün efrad-ı nev’inle de beraberdir. Hem senin nev’inle beraber olduğu aynı zamanında, senin cinsinin cemi-i efradıyla da beraberdir. Hem senin cinsinle beraber olduğu aynı vaktinde, zevi’l-hayatın bütün cüz’iyatıyla dahi beraberdir. Hem bütün zevi’l-hayatla beraber olduğu aynı dakikada mevcudatın sair tabakat ve devairiyle de beraberdir. Ve aynı vakitte tabaka tabaka tâ bütün mevcudatla birden ve tâ zerrat ve esîr ve ruhaniyat ve maneviyatla; tâ vehm ü hayalin ihata edemediği âlemlerle de aynı anda beraberdir.
İşte sen, bu vaziyette kendi cihetinden ona yakınlaşmak[2] istediğin zaman, evvelâ senin kendinden geçip cüz’iyetten ayrılarak, inbisat edip yükselerek; tâ nev’inin makam-ı külliyetine çıkman lâzımdır. Sonra o külliyetin içinde de terakki ederek tecerrüd içindeki ıtlak-ı ruh ile gide gide tâ cinsinin makam-ı külliyetine çıkman gerektir. Ve hakeza yetmiş bin hicaba yakın perdeleri kat’etmek icab edecektir.
Zira Cenab-ı Hak (C.C.) nasıl ki senin yanında hazırdır. Aynı zamanda bütün her şeyin de yanındadır. Öyle ise sen, kendi cihetinden onun yanında olman için; ancak her şeyin yanında olabildiğin vakit, (yani öyle bir makam-ı külliyete çıkabildiğin zaman) onun yanında olabilirsin. Ayrıca bundan sonra da, imkân ile vücûb arasındaki hadsiz bir mesafe karşına çıkar ki; sen şu acib bu’diyeti kat’edip de, ulaşmak ve onun kurbüne vusül bulmak nasıl mümkün olabilir. Daha bundan başka da, yani imkân ve vücub arasındaki hadsiz mesafeden sonra da, sonsuz seradikat-ı tecelliyat vardır. Ve bunların ötesi ise, ölüm ve helakettir.
İşte madem hakikat böyledir; Kendinden ve baidlik cihetinden taraf fani ol. Tâ ki Onunla beka bulup kurbuyla[3] bir yakınlık peyda edebilesin.
* Kat’iyyen bil ki! Cenab-ı Allah (C. Şanuhu) bize bizden daha yakındır. Biz ise ondan nihayetsiz uzağız. Evet Onun bize bizden daha yakın olduğunun şahidlerinden birisi; Onun pek zâhir olan her şeyde ve bizdeki tasarrufudur.
Eğer biz onu, onun tasarrufunda bulmak üzere yakınlaşmak[4] taleb etsek, bulamayız; illa ki, her şeyin yanı olan bir makam-ı küllîde bulabiliriz. Faraza terakki ede ede, daire-i imkânı ihata eden her şeyin yanı olan makama da çıksak, yine de tam bulamayız. Ancak daire-i vücubdaki izzet, azamet ve kibriya içinde mütecelli olan esma ve sıfat ve şuûnatının seradıkları olan pek çok nuranî hicabların arkasında bulabiliriz.
Amma eğer kendi nefsimizin hevesatını terkedip, Onun bize olan yakınlığı[5] cihetinden onu taleb etsek, o zaman iş kolaydır İnşâallah. “La havle velâ kuvvete illa billah.”[6]
“Sûretü’r-Rahman” Hadisi ve Akrebiyet
Aziz, Sıddık Kardeşlerim!
Yüz def’adan ziyâde, gâyet kıymetli bir hakîkat-ı îmaniye bana görünüyor. Te’lif zamanı tamam olması hikmetiyle, ne kadar çalışdım o çok ehemmiyetli hakîkatı avlıyamadım. Vazıhan ifade ve ihsas etmek için bekledim, muvaffak olamadım. Şimdi gâyet kısa bir işâretle, o çok geniş ve çok uzun hakîkattan kısacık bahsedeceğim.
اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ
Hadisî; hem cevami-ül-kelimden, hem müteşabih Hadîslerdendir. Pek büyük ve küllî nüktesi, benim kalbime, “Hulâsat-ül-Hulâsa” ile “Cevşen-ül Kebîr”i okuduğum vakit zâhir oldu. Ben de o acib ve çok güzel nükteyi kaçırmamak için, şifreler, işâretler nev’inden “Hulâsat-ül-Hulâsa”nın on yedinci mertebesi olan “Kur’ân lîsanıyla şehadet” ve on sekizinci mertebesi olan “Kâinat lîsaniyle şehadet” ortasında o şifreli işâretleri şöyle koydum.
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَقِيقَةِ اْلاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَسَجِيَّاتِهَا وَمِقْيَاسِيَّتِهَا وَمِرْاٰتِيَّتِهَا وَبِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا وَأَخْلاَقِهَا وَخِلاَفَتِهَا وَفِهْرِسْتِيَّتِهَا وَأَنَانِيَّتِهَا وَبِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ وَعُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ وَاِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَثِيرَةِ وَفَقْرِهَا وَعَجْزِهَا وَنَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَاِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ
İşte bu kısa şifreyi, yine gâyet muhtasar bir şifre ile tercüme ve izah edeceğim. Bunu “Hulâsat-ül-Hulâsa”ya bir hâşiye yapınız.
Evet ben, “Hulâsat-ül-Hulâsa”yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lîsanı çok geniş olmasından, fikir yoliyle sıfât ve esma-i İlâhîyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakîkat-ı insaniyeye baktığı vakit, o cami mikyasda, o küçük haritacıkda, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’i ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itmi’nan, bir îman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır yanındaki ayinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan îman-ı tahkikîyi kazanır ve
اِنَّ اللهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ
hakîki bir ma’nasını anlar. Çünkü, Cenâb-ı Hak hakkında sûret muhal olmasından, sûretten murad, ahlâk ve sıfâttır.
Evet, nasılki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfâki ile marifet-i İlâhîyyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itmi’nanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiy-yi kalble bulmuşlar; aynen öyle de: Yüksek ehl-i hakîkat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âli ve kıymetli olan îman ve tasdikde, iki cadde ile hareket etmişler:
Biri: Kitab-ı kâinatı mutalâa ile, “Âyet-ül-Kübrâ” ve “Hizb-ün-Nuriye” ve “Hulâsat-ül-Hulâsa” gibi âfâka bakmaktır.
Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakîkat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mutalâa ile îmanın, şübhesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki; sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar. Ve enfüsî tefekkür-ü îmanî hakîkatının bir parçası, “Otuzuncu Söz”ün ve “ene” ve “enaniyet”de ve “Otuz Üçüncü Mektub”un “hayat penceresi”nde ve “insan penceresi”nde ve ba’zı parçaları da sâir ecza-yı Nuriyede bir derece beyân edilmiş.[7]
Hayat Hakikati, Ruh ve Akrebiyet
Ey gafil nefsim! Senin hayatının gayesini ve hayatının mahiyetini, hem hayatının suretini, hem hayatının sırr-ı hakikatini, hem hayatının kemâl-i saadetini bir derece anlamak istersen, bak. Senin “hayatının gayeleri” nin icmâli dokuz emirdir.
Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlâhiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir.
İkincisi: Senin fıtratında vaz edilen cihazatın anahtarlarıyla esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdesi o esmâ ile tanımaktır.
Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlûkat nazarında, esmâ-i İlâhiyenin sana taktıkları garip san'atlarını ve lâtif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir.
Dördüncüsü: Lisan-ı hâl ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubûdiyetini ilân etmektir.
Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifâtât-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esmâ-i İlâhiyenin cilvelerinin sana verdikleri letâif-i insaniye murassaâtıyla bilerek süslenip o Şâhid-i Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhâdına görünmektir.
Altıncısı: Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyâtları; ve rumûzât-ı hayatiye denilen, Sânilerine tesbihatları; ve semerat ve gayât-ı hayatiye denilen, Vâhibü'l-Hayata arz-ı ubûdiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkürle görüp şehadetle göstermektir.
Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz'î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz'î iktidarın ve cüz'î ilminve cüz'î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.
Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dille Hâlıkının vahdâniyetine ve Sâniinin rububiyetine dair mânevî sözlerini fehmetmektir.
Dokuzuncusu: Acz ve zaafın, fakr ve ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlâhiye ve gınâ-yı Rabbâniyenin derecât-ı tecelliyâtını anlamaktır. Nasıl ki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın envâı miktarınca taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi, sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gınâ-yı İlâhiyenin derecatını fehmetmelisin.
İşte, senin hayatının gayeleri, icmâlen, bunlar gibi emirlerdir. Şimdi kendi “hayatının mahiyeti” ne bak ki, o mahiyetinin icmâli şudur:
· Esmâ-i İlâhiyeye ait garâibin fihristesi,
· hem şuûn ve sıfât-ı İlâhiye nin bir mikyası,
· hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı,
· hem bu âlem-i kebirin bir listesi,
· hem şu kâinatın bir haritası,
· hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi,
· hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi,
· hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemâlâtının bir ahsen-i takvimidir.
İşte, mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi senin “hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi” şudur ki: Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmetnümâ bir sözdür. Görünüp ve işitilip Esmâ-i Hüsnâya delâlet eder. İşte, hayatının sureti bu gibi emirlerdir.
Şimdi, “hayatının sırr-ı hakikati” şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete[8], cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede âyineliktir.
Şimdi, “hayatının saadet içindeki kemâli” ise, senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir. Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadis-i kudsînin[9] meâl-i şerifi olan
مَنْ نَگُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَاتُ وَزَمِينْ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بِقَلْبِ مُؤْمِنِينْ
denilmiştir.
İşte ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayâta müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazîneleri câmî’ olduğu halde, hiç akıl ve insâfa lâyık mıdır ki: Hiç-ender-hiç olan muvakkat huzûzât-ı nefsâniyyeye, geçici lezâiz-i dünyeviyyeye sarfedip zâyi’ edersin!
Velâyet Mertebeleri ve Allah’a Yakınlık
Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarikine uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu halde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür.
Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyarî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı İlâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de, seyr ü sülûk zamanında tarikat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.
Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in'ikâsıyla ve incizâbıyla ve iksiriyle, tarikatteki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette, zâhirden hakikate geçebilirler. Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadre[10] ulaşmak için iki yol var:
Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lâzım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider.
İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddî gılâfından sıyrılıp tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadri öbür gün leyle-i îyd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir.
İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadre geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir. Şu sırr-ı gàmızın esası, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafıdır.
Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali âyinemizde ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, âyinemizdeki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz.
Eğer biz bu'diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye[11] mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb'ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi âyinesinde az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.
İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar.[12] Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte seyr ü sülûke mecbur olur.[13]
Manevi Hayat Mertebeleri ve Allah’a Yakınlık Seviyeleri
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür'atte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekàsı, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir.
İşte bu istidada binaen, hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlâhiye ve muhabbet-i Rabbâniye[14] ve ubudiyet-i Sübhâniye ve marziyât-ı Rahmâniye cihetiyle, bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intaç eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.[15]
DÖRDÜNCÜ REMİZ: Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için, birbiri içinde in'ikâs edip, göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi darken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünkü o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi mâdum ve gayr-ı mevcut oldukları halde, birbiri içinde in'ikâs edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır; mâdum bir dünyayı mevcut zannedersin.
Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-i vücudu ince bir hat olduğu gibi, senin de dünyan hakikatçe dar, fakat senin gaflet ve vehim ve hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını, çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki, o geniş dünyan kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Madem dünya hayatı ve cismânî yaşayış ve hayvânî hayat böyledir. Hayvâniyetten çık, cismâniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah[16] ve vahdâniyet sırlarını ifade eden Lailaheillallah kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.[17]
DÖRDÜNCÜ FIKRA: Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen, Cenâb-ı Hakkın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakkın şuââtı ve esmâsının tezâhürâtı ve sıfâtının tecelliyâtıdırlar. Maddî ve mânevî, cevherî-arazî, herbir şeyin, herbir insanın hakikati, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatine istinad ederler. Yoksa, hakikatsiz, ehemmiyetsiz bir surettir. Yirminci Sözün âhirinde şu sırra dair bir nebze bahsi geçmiştir.
Ey nefis! Eğer şu dünya hayatına müştaksan, mevtten kaçarsan, kat'iyen bil ki, hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-yı dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu, o dakikada ademdir, hiçtir. Demek güvendiğin hayat-ı maddiye, yalnız bir dakikadır. Hattâ bir kısım ehl-i tetkik, "bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir" demişler. İşte, şu sırdandır ki, bazı ehl-i velâyet, dünyanın, dünya cihetiyle ademine hükmetmişler.
Madem böyledir. Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak; kalb ve ruh ve sırrın[18] derece-i hayatlarına çık, bak: Ne kadar geniş bir daire-i hayatları var! Senin için meyyit olan mazi, müstakbel, onlar için hayydır, hayattar ve mevcuttur.
Ey nefsim! Madem öyledir, sen dahi kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
(Zâilim, zâil olanı istemem!)[19]
Fâniyim, fâni olanı istemem.
(Âfilim, âfil olanı istemem!)
Âcizim, âciz olanı istemem.
Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim; gayr istemem.
İsterim, fakat bir yâr-ı bâki[20] isterim.
Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed[21] isterim.
Hiç ender hiçim[22]; fakat bu mevcudatı birden isterim.[23]
Manevi Hayata Mazhar Olan ve Olmayanların Dünyaya Muhataplıkları
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.
Beni dünyaya çağırma, .... Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicab oldu; ....Ve nur-u Hak nihan gördüm.
Bütün eşya u mevcudat, .... Birer fâni muzır gördüm.
Vücut desen, onu giydim, .... Ah, ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen onu tattım,.... Azap-ender azap gördüm.
Akıl ayn-ı ikab oldu,.... Bekàyı bir belâ gördüm.
Ömür ayn-ı hevâ oldu, .... Kemâl ayn-ı heba gördüm.
Amel ayn-ı riya oldu, .... Emel ayn-ı elem gördüm.
Visal nefs-i zevâl oldu, .... Devâyı ayn-ı dâ gördüm.
Bu envar zulümat oldu, .... Bu ahbabı yetim gördüm.
Bu savtlar nây-ı mevt oldu, ... Bu ahyâyı mevat gördüm.
Ulûm evhâma kalb oldu, .... Hikemde bin sekam gördüm.
Lezzet ayn-ı elem oldu, .... Vücudda bin adem gördüm.
Habib desen onu buldum, .... Ah, firakta çok elem gördüm.
Ehl-i hidayet ve huzûrun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.
Demâ gaflet zevâl buldu, .... Ve nur-u Hak ayân gördüm.
Vücud, burhan-ı Zât[24] oldu, .... Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör.
Akıl, miftah-ı kenz oldu, .... Fenâ, bâb-ı bekàdır, gör.
Kemâlin lem'ası söndü, .... Fakat şems-i cemâl var, gör.
Zevâl ayn-ı visal oldu, .... Elem, ayn-ı lezzettir, gör.
Ömür nefs-i amel oldu, .... Ebed ayn-ı ömürdür, gör.
Zalâm zarf-ı ziya oldu, .... Bu mevtte, hak hayat var, gör.
Bütün eşya enîs oldu, .... Bütün asvat zikirdir, gör.
Bütün zerrat-ı mevcudat, .... Birer zâkir, müsebbih gör.
Fakrı kenz-i gınâ buldum, .... Aczde tam kuvvet var, gör.
Eğer Allah'ı buldunsa .... Bütün eşya senindir, gör.
Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen .... Onun mülkü senindir, gör.
Eğer hodbîn[25] ve kendi nefsine mâliksen .... Bilâ-addin belâdır, gör,
Bilâ-haddin azaptır, tad, .... Bilâ gayet ağırdır, gör.
Eğer hakikî abd-i Hudâbîn[26] isen, .... Hudutsuz bir safâdır, gör,
Hesapsız bir sevap var, tad, .... Nihayetsiz saadet gör.[27]
[1] “Karîb” ism-i İlâhîsi’nin geçtiği Hud suresi, 61. âyet gibi âyetler “kurbiyet” i işler. “Akreb” isminin geçtiği Kaf suresi 16. Âyet gibi âyetler “akrebiyet” hakikatini işler. Tevbe suresi, 99. âyet “kurbet” hakikatini bildirir. Kurbiyet, Allah’ın “vücudunun (varlığının) nurları” nı keşfetmektir. Akrebiyet, Allah’ın “hakikatinin nurları” nı idraktır. Kurbet ise, Allah’ın “zâtının nurları” na aynalıktır.
[2] Bu yol kurbiyet yoludur.
[3] Bu yol akrebiyet yoludur.
[4] Bu yol kurbiyet yoludur.
[5] Bu yol akrebiyet yoludur.
[6] Mesnevi-i Nuriye, Kur’anın Envarından, Abdülkadir Badıllı Tercümesi.
[7] Emirdağ Lahikası-1, 91. Mektub.
[8] Ehadiyet, Akrebiyetin temeli olan “ruh” taki tecellidir; Samediyet ise, kurbiyetin esası olan “kalb” deki cilvedir. Ehadiyet ve akrebiyet, acz ve hiçlik yoludur; Samediyet ve kurbiyet, fakr ve adem yoludur.
[9] El-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ 2:165; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3:14.
[10] Zahirden hakikate geçmek, zaman-üstüne yükselmek ve Hakikat’in bekasını idrak etmektir. Hakikat bâki, suretler fani ve daimidir. Suretten hakikate geçmek, “an” dan “sermediyet” e ve “beka” seviyesine yükselmektir. Allah’ın zamansızlığını idrak etmek, akrebiyetin inkişafına ve ruhun hakikatini idraka vesile olur. Kurbiyet ise, mekandan münezzehiyet yolculuğudur.
[11] Kurbiyet, Allah’ı tanıma ve kulun Allah’ı bilme yolculuğudur. Akrebiyet ise, Allah’ın kulunu bilmesi ve bunun keyfiyetinin inkişafıdır: “Ey insan! Aklını başına al, dikkat et: Nasıl bir Zât seni bilir ve bakar, bil ve ayıl!” (20. Mektub, 2. Makam, 9. Kelime)
[12] İhata-i ilm-i İlahi ve vüs’at-ı ilm-i İlahi, akrebiyetin temel prensipleri ve ruhudur.
[13] Mektubat, 15. Mektub, 1. Sual, 1. Makam.
[14] Marifetullah ve muhabbetullah, kalbî hayat mertebesinin medârı (yörüngesi); ubudiyet ve marziyât ( Allah’ın razı olduğu fiiller ve işler) ise ruhî hayatın membaıdır.
[15] Lem’alar, 3. Lem’a, 3. Nükte.
[16] Marifetullah, hadis-i şerifte bildirildiği üzere, kalblerin muhyîsidir. Vahdâniyet sırları ise ruhun ihya edicisidir.
[17] Lem’alar, 17. Lem’a, 14. Nota, 4. Remiz.
[18] Kalbin hayat mertebesi, “kurbiyet”; ruhun hayat mertebesi, “akrebiyet”; sırrın hayat mertebesi ise “kurbet” tir.
[19] Parantez içindeki kısımlar Üstad’a ait bu şiirin Nurun ilk Kapısı eserindeki ilk halinde mevcuddur. Oradan iktibas edilmiştir. Bkz. Nurun İlk Kapısı, Hidayet Yolunu Tavsir Eden Bir Levha…
[20] Yâr-ı Bâki arayan, aşk-ı beka ile lebalep dolu ve mübtela olan “kalb” latifesidir.
[21] Şems-i Sermed olarak Allah’a muhatap olan ise “ruh” latifesidir. Ruh latifesi, Rabbini “Şems-i Hakikat” olarak “hiçlik” hissi içinde bulur.
[22] Hiç-ender-hiçlik, mutlak bir hacalet, mahviyet, mahfiyet ve mahkıyet içinde Zât-ı Mutlak’a muhatap olan ise “sır” latifesidir. Üstad Bediüzzaman sır latifesinin Zâtiyet noktasında Rabbine muhataplığını namaz bahsinde şöyle ifade eder: “Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letâfetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir lâtife-i Rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.” (Sözler, 21. Söz, 1. Makam, 2. İkaz)
[23] Sözler, 26. Söz, Hatime, 4. Fıkra.
[24] Sırrın hayat mertebesi “varlık-yokluk”, “hiçlik ve hiç-ender-hiçlik” hakikatleri çerçevesinde dış dünyaya bakıyor, diye tespit yapabiliyoruz. “Hiç-ender-hiçim bütün mevcudatı birden isterim” sırrınca…
[25] Farsça’da “hod”, “ene” (ben) demektir. Benlik, kişinin zatıdır. Hodbîn ise, kendine odaklı, kendine âşık, kendinden başkasını görmeyen ve göremeyen demektir.
[26]Farsça’da “Huda”, “Allah” demektir. Hod ve Huda zıtlığından yola çıkarak Huda’yı Cenab-ı Hakk’ın Zât-ı Akdes’i olarak algılayabiliriz. Hudabîn ise, Zât-ı Akdes’e odaklı, Ona âşık, Ondan başkasını görmeyen ve göremeyen demektir.
[27] Sözler, 17. Söz, 1 ve 2. Levha.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.