Cehennem Zincirleri ve Bukağıları

Kur’andan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-29

İnsan suresi 4. âyet: إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَلَاسِلَ وَأَغْلَالًا وَسَعِيرًا

(Biz, kâfirler için, zincirler, bukağılar ve alevli bir ateş hazırladık.) Bir şeye karşı duyulan aşırı muhabbet ve özellikle aşk, kişinin iradesini devre dışı bırakan ve onu esir eden bir “zincir” şeklinde gayb ve misal âlemlerinde temessül eder. Ki bu manevi âlemlerin temessül kanunları, Ahiret, Cennet ve Cehennem, Berzah Âlemi ve Mahşer meydanı için de aynen geçerlidir. Bu noktadan kadına aşk, kadının zincirine bağlanmak ve esiri olmaktır; madde ve dünyaya aşk da, bu manada onun esiri olmak ve zinciriyle bağlanmaktır. Bir aşk ki kişiyi, tüketecek tarzda yakıyor ve onu Allah’tan uzaklaştırıyorsa o aşk, âyetin bildirdiği üzere, bir Cehennem zinciridir. Kâfirler için bu manada “zincirler hazırlanmıştır” ifadesi bir ebedî hakikati bildirir.

Bukağılar ifadesinin Arapçası “Ağlâl”dır. Bu ifade, ğıll (kin) kökünden gelir. Yani kişinin düşmanlığı, garazı, gizli kin ve hasedi, kişi açısından birer bukağı hükmünü alır. O bukağı ile o kadar kilitlenir, sağını-solunu göremez haline gelir ki, bu da bir çeşit esaret hükmüne geçer. Demek kişinin düşmanlığı ve sevgisi, kişiyi esir alan iki kuvvetli ve alevli histir. Gayb, misal ve âhiret âlemlerinde kişinin ellerine ve boynuna bağlanan birer zincir ve bukağı olurlar. Bu iki hisse kapılan ve bu şekilde ölenler Cehenneme giderler. Bu iki his, “alev alev yanan çılgın birer ateş”tirler. Bu yüzden âyetin devamında “Kâfirler için saîr denilen alevli, çılgın bir ateş hazırladık” diyor.

Önceki âyet “İnsanlara iki yol açtık. Bir kısmı şâkir oldu ve bir kısmı ise kefûr oldu” der. İşte küfür ve nankörlük sıfatı, kişinin hislerini hakikati göremez kılar. Bu da o muhabbet ve adavet hislerini, alevli birer Cehennem zinciri ve azap bukağısı haline getirir. Bu iki bağ ve kayıt ile alevli çılgın ateşte yanarlar.

Hacc Yapanların Dört Sınıfı

Bakara suresi 125. âyette وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ

(İbrahim ve İsmail’e imam oldukları için şöyle ahdettik: ‘Tavaf ediciler, kendini ibadete vermişler, rüku ediciler ve secdeler için Benim evimi temiz tutun.’”)

Bu âyette tavaf, adanmışlık ve rüku fiillerini yapanlardan, bu fiilleri yapmakla isim kazananlardan bahsedildikten sonra birden üslup fâilden fiile çevriliyor. Bu gösterir ki, Kâbe ziyaretine gelenler 4 sınıftır:

a) Tâifler, yalnızca tavaf yapıcılar…

b) Âkifler, haccı bir i’tikaf halinde yaşayanlar…

c) Râki’ler; nefislerinin belini rüku’larla kıranlar, Allah’ın azameti karşısında iki büklüm olanlar…

d) Son kısım ki en yüksek kısımdır. Allah bu kısma “sâcidler” (secde ediciler) demiyor. Onlara “secdeler” diyor. Yani bu kişiler, secdenin hakikati, ruhu ve manası ile bütünleşmişler, secdeleşmişler. Bu kişiler, Allah’ın ulviyeti ve a’lâiyeti karşısında silinip gitmişler; ortada görünen sadece “secdeler” olmuş. Bu seviyede ne şahsiyet kalır, ne enâniyet! Bu kişiler, Hakk ve Hakikat karşısında aşk ve şevk ile silindikleri, yok oldukları gibi, Kâbe’yi tavaf eden kişiler arasında da sabır ve şefkat ile silinip yok olurlar. Onlar yoktur, görünen sadece secdelerdir. Bu seviyedeki bir Hacc makbuldür ve kişinin geçmiş-gelecek bütün günahlarına, manevi hastalıklarına şifa ve devadır, denilmesi haktır ve hakikatin ta kendisidir.

Ebrar, Ahyar ve Mustafeyne’l-Ahyar

Âl-i İmran 198. âyet şöyle der: “Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allah katından bir konaklama yeri olarak, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Allah katında olan şeyler ebrâr için daha iyidir.”

Bu âyette bildirdiği üzere ebrâr olanlar, “muttakiler” dir. Onlar maddi ve manevi günahlardan kurtuldukları için, var olan kirlerinden halas olurlar. Daha sonra da kirlenmezler. Bu şekilde iç dünyaları tertemiz olarak kalırlar.

Ayette işaret edildiği üzere ebrar kullar için “Ahiret dünyalarından daha hayırlıdır.” Ebrar kullar dünya rahatı ve huzuru aramamalıdırlar. Belki aramamaları onların ebrariyetlerini sigortalayan bir sırdır. Ebrar, hakikat imtihanını verenlerdir. Fakat hak imtihanı verme noktasında başarılı olamayabilirler. Bundan dolayı eğer sindiremeyeceklerse dünya nimetleri onların kirlenmelerine, takvalarını kaybetmelerine yol açabilir.

Eğer bir ebrar, dünya nimetlerini de ruh ve kalb midesinden sindirir, dünya ve içindekilerin esiri değil âmiri olursa bu durumda “ahyariyet” makamında çıkar, ilmini hikemte tebdil eder, ehl-i hakikat olmaktan terakki ederek ehl-i hak kıvamına yükselir. Hz. İsmail, Hz. Elyesa, Hz. Zülkifl (Aleyhimüsselam) gibi… Eğer ahyariyette daha da terakki eder ve hiçbir şey uhrevilik konusunda hulûsuna zarar veremeyecek bir hale yükselirse “Mustafeyne’l-ahyar” mertebesine erişebilir. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakub’da (Aleyhimüsselam) olduğu gibi…

Zikir İbadetinin Varlığının Kur’anda Kesinliği

Nisa suresi 103. âyet diyor ki: فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلَاةَ فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

(Namazı kılıp emr-i İlâhîyi kaza ettiğinizde, hemen Allah’ı zikredin. Bu zikri ayakta, oturarak veya yanlarınız üzere uzandığınız hallerde, yani her halde yapın. Kalbiniz itminana erdiğinde, savaşın tehlikeli hali bittiğinde, tekrar namazı kılın. Hak bu ki namaz, mü’minler üzerine vakitlendirilmiş bir yazgı, kanun ve kaderdir.)

Bu âyette alenen görüldüğü gibi, zikir denilen bir ibadet daha vardır. Ki bu, salat değildir. Bilakis salattan sonra yapılır. Yapılma tarzı ise ayakta, oturarak ve uzanmış bir halde iken olabiliyor. Bu âyet Âl-i İmran suresi 190-191. âyetlerdeki “Hak bu ki, semavat ve arzın hilkatinde, gece ve gündüzün ard arda ve farklı uzunluklarda gelmelerinde ülü’l-elbâb için âyet ve mucizeler vardır. O ülü’l-elbâb ki ayakta, oturarak ve yanları üzere Allah’ı zikrederler ve semavat ve arzın hilkati üzerinde tefekkür ederler. Sonra derler ki: ‘Rabbimiz Sen bunları boşu boşuna yaratmadın; bunların hilkatinde bir hak ve hikmet var. Sen Sübhan’sın. Sen bizi ateş azabından koru ’ derler” âyeti ile beraber okunduğunda bu zikrin, tefekkür de olmadığı bellidir. Yani Kur’anda salat ve tefekkürden ötede “Allah’ı zikretmek” diye bir ibadet daha net olarak vardır.

Kur’anda emredilen bu zikir ibadeti “Sübhanallah ve Elhamdülillah” gibi ifadelerle bir zikirdir; veyahut “Allah, Allah, Allah” diye doğrudan doğruya ismini zikretmek veyahut Esma-yı Hüsna’sıyla Onu zikretmektir. Nitekim bir çok suredeki bir çok âyetlerin sonlarındaki “Alîmen Kadîra”, “Ğafûren Rahîma”, “Azîzen Hakîma” gibi ifadeler, Esma ile zikre birer misaldirler. Zikir konusu o kadar mühimdir ki, bu surenin 141. âyeti Allah’ı çok çok az zikretmeyi “nifak alâmeti” olarak gösterir. Bu durum da mefhum-u muhalifiyle gösterir ki, kişinin ihlası arttıkça Allah’ı zikretmesi de artar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum