Depremler doğal bir süreç mi, İlâhî bir ikaz mı?

Deprem, yangın, kuraklık, sel, heyelan, meteor yağmuru gibi insanlığa ve yeryüzündeki hayata zarar veren hadiseler hakkında gerek felsefî yetersizlikleri, gerek inançsızlığa âlet edilmiş ideolojileri, gerek yanlış ve yetersiz bilgileri, gerek dine ve dindarlığa muhalefet arzuları, gerekse kişisel ve sosyal günahlarının verdiği suçluluk psikolojisi ile akademik kariyer sahibi olan veya olmayan birçok insan bu tarz acı verici, can ve mal zayiatına yol açıcı olayları İlahî kaynaklı olarak bilmek ve görmek istemiyorlar. Merhum Ahmet Mete Işıkara gibi bazı kişiler ise İlahi merhametin bu tarz acı ve zararlara müsaade etmeyeceğine inandığı için bu tarz olayları doğal bir süreç ve hadise olarak görmek istiyorlar.

Bu makalede bu hususları kısa kısa ele alacak, depremle ilgili Hz. Peygamber’in (ASM) bazı hadislerinin izahını yapacak, depremin İlâhî hikmetlerinin bir deprem vakasına nasıl uygulanması gerektiğine dair bir örneği 1939 Erzincan ve 1941-1949 İzmir Depremleri hakkında kendisine sorulan sorulara dair Bediüzzaman Said Nursi’nin verdiği cevaplar ile göstermeye çalışacağız.

Deprem Nedir?

Kur’an’da depremi ifade etmek için kullanılan kelime “zelzele”dir. Çoğulu “Zilzâl”dir. Bu kelime Arapça’da bir fiilin art arda yenilendiğini ifade eden fa’lele vezninden türetilir. Bu yönüyle zelzele, depremin art arda yayılan dalgalardan ve artçıları olan sarsıntılardan meydana geldiğini ifade eden bir tabirdir. Zelzele kelimesi kişinin iç dünyasında olumsuz düşüncelerin fısıldanmasını ve dalga dalga sürekliliğini ifade eden “vesvese” kelimesi ile aynı vezindedir. Kur’anda zelzelenin daha şiddetli hali için “İrticac” tabiri, daha da şiddetli hal alınca “Râcife” tabiri kullanılır.[1]

Bilim dünyası depremi, yer kürenin merkezinde bulunan sıvı ateşin içindeki madenlerin reaksiyonu ve hareketi sonucu oluşan basınç, gaz ve saire unsurların etkisiyle yer kabuğunun kırılması, meydana gelen levhaların üst üste gelmesi veya mağmanın püskürmesi sonucu olarak meydana gelen doğal bir olay şeklinde tarif ediyor. Mağmanın püskürmesi ile oluşan depremlere “volkanik depremler”, yer kabuğu kırılması, fay hattı oluşması ve levhaların üst üste gelmesi sonucu oluşan enerji boşalmalarına ise “tektonik depremler” adını veriyor. Dünyada meydana gelen depremlerin yüzde 90’ı tektonik, geri kalanı ise volkanik ve benzeri gerekçeli faaliyetlerdir.

Bilim dünyasının da keşfettiği üzere depremler, genelde bir merkezden bazen farklı merkezlerden etrafa yayılan enerji dalgaları mahiyetinde olmaları ve art arda gelmeleri ile Kur’an’ın onu “fa’lele” vezninden isimlendirmesini te’yid eder. Bu manada din ile bilim örtüşürler. Hatta Kur’anın zelzele isimlendirmesi bilimin deprem isimlendirmesinden daha bilimseldir. Çünkü deprem, deprenmek fiilinden türetilir. Deprenmek ise, etkili bir şekilde kımıldanma demektir.

Bilimsel Perspektifin Temelleri ve Eksikleri

Mevcud bilim ve literatürü Batı’da Kilise’ye tepki ile başladığı, Kilise’nin engizisyon mahkemeleri yoluyla sergilediği muhalif, baskıcı ve aklı iptal edici uygulamalar bilimi tamamen Batı dünyasında dinden soyutlamaya mecbur ettiği için şu anki bilim literatürü tamamen dinden uzak bir algıya dayanmaktadır. Fakat Newton, Pascal, Mendel gibi ya kendisi veya ailesi ciddi bir dinî terbiye almış inançlı kişiler bilimin dine muhalif olmadığını derin tefekkürleri ile biliyor, görüyor ve delillerle gösteriyorlardı.

Bilim, akla dayanır. Akıl ise, görünür sebeplerle meseleleri izah ederek Hakikat ve Kanun yolunda yürür. Bu açıdan sebeplerle izah edebildiği veya edebildiğini düşündüğü meselelerde metafizik saha olarak gördüğü din ve İlahî boyut ile insan ve kâinatın bağını kurmak istemez. Bu açıdan deprem konusunda mevcud bilimsel çerçeve materyalist ve tabiatperest bir bilimsel argümanlar yığınından ibarettir. Kısa bir girişle aklın gözünü açıp metafizik gibi fizik sahanın da İlâhî bir âlem olduğunu gösterebiliriz:

a)Akıl, incelediği sahada “kanun”ları keşfetmeye çalışır. Kanun ise, bir sahadaki sürekli gözlemlenebilen sebep-sonuç bağının adıdır. Bu sebep-sonuç bağı ise, o sahada düzenin ve düzenliliğin ispatıdır. Bu yönüyle kanun, külli bir bilginin çizdiği ölçü ve takdirlerin sınırları dâhilinde o sahanın idare edildiğini gösterir. Bu durum ise bildirir ki, insanî kanunlar gibi, evrensel kanunlar da —fakat daha evrensel bir çapta— bir bilgi, tercih, kasıt ve şuur içerir. Bu açıdan evrensel kütle çekim kanunu, fizik âlemi düzenleyen İlahî bilgi ve iradenin diğer adıdır.

b)Bilgi, varlıktan öncedir. Bilgi, proje; varlık ise, tatbikattır. Bu manada her nesnenin varlığı, zarureten ona dair bir bilgiyi de gösterir.

c)Canlı nesnelerin şekil, denge, düzen, renk, güzellik ve mükemmelliği bir bilgiye dayandığı gibi cansız nesnelerin de rengi, düzeni, şekli bir bilgiye dayandığı akıl açısından zaruridir. Bilgi, varlığın kalıbıdır. Her varlık, bir şekil ve kalıptan ibarettir.

d)Bilginin sabit hali, “öz ve hakikat”i; bilginin özü gösteren değişken şekli ise “suret ve kabuğu” oluşturur. Bu manada dış dünya, değişken suretler ve sabit özleriyle bir bilgi dünyasıdır. Buna Kur’an “şehadet âlemi” (bilginin gözlemlenebildiği dünya) der.

d)Yaratma, bilgiyi tecrübe etme ve ihya etmedir. Bu yönüyle yaratma da, bir çeşit bilmedir. Kur’anın işaret ettiği üzere bilgiyi yaşama, onu “şuur” (bilinç) haline yükseltmedir.

Bu ve benzeri hakikatler göz önüne alındığında görülür ki, madde âlemi, İlâhî hakikat ve ilmi gösteren bir sanat eserleri galerisi ve teknoloji fuarıdır. Saf madde diye bir şey yoktur, imkansızdır. Madde, Allah’ın kudretinin cisimleşmiş, sabit görüntüsüdür. Evrendeki kuvvetler ise, İlahî kudretin akışkan tecellileridir. Bilim, aklın, Evren Kitabı’nı okuması; İlâhî prensip ve kanunları keşfinden ibarettir. Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın bu prensiplerine “sünnetullah”[2] ve “fıtrat” der.[3] İnsanlığa bu “fıtrat”ın din kılındığını bildirir.[4]

Bu manada bir insan ne kadar fıtrat düzeniyle barışıksa, kişisel fıtratını dengesiz düşünce ve günahlarıyla bozmuyorsa o, o kadar dindardır. Fakat bir kişi veya toplum fıtrattaki denge ve düzene muhalif düşünce ve eylemler içine girerse bütün kâinat kanunlarını, bu kanunlara tabi canlı-cansız nesneleri karşısına almış demektir. Bu yönden bakılınca kavimlerin helakinde tabiat kanunlarının ve bu kanuna tabi olan unsurların etkin rolü akıl açısından anlaşılır hale gelir. Eşcinselliğin bütün toplumca benimsendiği Lût kavminin yaşadığı Sodom ve Gomore ile Pompei şehirlerinin başlarına gelen benzer helak olayları gösterir ki, eşcinsellik gibi günahların fıtrat düzeninde yeri yoktur. İlâhî bir seleksiyonla karşı karşıyadır. Bu çerçeveden bakıldığında tarih, jeoloji, arkeoloji ile din örtüşüyorlar, birbirlerini destekliyorlar. Eşcinselliği normalleştirmeye çalışan Netflix gibi kanalları açan, LGBT gibi örgütleri insanlığa bela eden ve fıtrat düzeniyle insanı savaşa sokup âfetleri insanlığın üzerine çeken vicdansızların kulakları çınlasın! Pompei’nin taşlaşan insanlarının zavallı manzarasını, Sodom ve Gomore’nin yerin dibine geçirilmiş perişan hallerini kör gözlerine sokuyoruz!

Yaratılış Âlemi, Hayat ve İnsanın Sorumluluğu

Kur’an uzayı, soğuk ve su misali akışkan bir madde ile dolu olarak görür.[5] Bilimin kara enerji olarak, felsefenin esîr maddesi olarak isimlendirdiği gibi… Bu karanlık enerjinin dürülmesi ve sıkıştırılması ile, güneşler yaratılır. Bu sıkışıklık ve dürülme neticesinde gerilen kara enerji yıldızların oluşması ile nefes alır imajı verdiği için, bu açıdan Kur’an hakiki yıldızları “necm” olarak isimlendirir. Ki bu kelime morfolojik olarak Arapça’da öksürük manasında olan “nahm” ile hemen hemen aynıdır. Yıldız denilen sıcak kütleler varlıklarını devam ettirmek için kimyasal dönüşüme, hidrojen-helyum başkalaşmasına mecburdurlar. Aksi takdirde kara enerjinin soğukluğu yıldızı yavaş yavaş söndürür. Bu başkalaşım kanunu yıldızı ölümden kurtarmasa da ömrünü milyarlarca yıl kadar uzatır. Yemek yiyerek beslenen bir canlı gibi… Bu hidrojen-helyum dönüşümü, bir kendi kendini yemedir.

Bu manada “Cehennem dedi ki, bir kısmım bir kısmımı yiyor”[6] hadisi, hem ak madde-kara madde etkileşimini, hem ak madde olan yıldızların kendi içindeki azalışını ifade eder. Yıldız patlamalarıyla yıldızlardan etrafa yayılan parçaların, soğuk enerjiyle tam mücadele edemedikleri için dış kısmı kabuk bağlar. Kur’an bu tarz dışı kabuk ve içi ateş dolu yapılara “kevkeb” (gezegen), onların etrafında dönen aynı özellikteki daha küçük yapılara “kamer” (uydu) adını verir.[7] Kara enerjinin etkisiyle tamamen katılaşan ve taşlaşan gök cisimlerine ise “şahab” (göktaşı, meteor) ismini verir.[8] Kevkebler, aynen kamer gibi ışığı sabit bir lamba gibi görünür; nücum (gerçek yıldızlar) ise yanıp sönerler. Gezegenlerin güneşleri, uyduların gezegenleri etraflarındaki hareketlerinin aynı hızda devam eden, farklılaşmayan, aynı yönde devam eden yapısı hem sistemlerin oluşmasını sağlıyor, hem o cisim üzerinde mevsimlerin oluşmasına yol açıyor. Gezegen ve uyduların kendi etraflarında dönüşleri ise, onların varlıklarının devamını sağlıyor. Bu hareketin oluşturduğu merkezkaç kuvvet olmasa, gezegenler uydularını kendilerine çeker çarpışırlardı; güneşler ise hem uyduları hem gezegenleri kendine çeker, eritirdi.

Cenab-ı Hakk, kudret ve ilminin birer eseri olan sıcaklık ile soğukluk, çekim gücü-itim gücü, uydu ile gezegen, gezegen ile güneşi arasında hassas ölçüler, hesaplar, dengelere dayanan bir düzen teşkil ederek kâinatı yekpare bir sistem ve yapı haline getirmiş. Evrensel kütle çekim yasası gibi kanunlar ile bu düzeni işletip devam ettiriyor; varlık âlemine canlılık, bilgi, şuur, iman ve ahlak gibi meyveler verdiriyor. Kâinatı ve canlılar dünyasını düzenleyen bu kanunlar varlık âleminin ruhu ve tutkalıdır. Bu kanunlar iptal olduğu an, kıyametler kopar. Kâinat ağacı var olsa fakat meyvesini vermezse kökünden kesilmesine davetiye çıkar. Kâinata meyve verdirecek fiiller ise, akıl, şuur, vicdan ve kalb sahibi insanlardır.

Çünkü gözle göründüğü üzere cansız nesneler, mesela muazzam yapıdaki güneş, canlı bir nesneye mesela küçücük bir çimene, ısı ve ışık yetiştiriyor. Her gün artmayan ve azalmayan, hidrojen-helyum başkalaşmasındaki sabit düzen, canlılığın yeryüzünde istenilen bir hedef olduğunun binlerce delilinden net bir delilidir. Çimenin yaşaması için gerekli suyun, bulut süngerleriyle üzerine damlatılması; gerekli mineral maddelerin dibindeki toprakta hazır edilmesi canlılığın kâinatta merkez-değer olduğunu gösterir.

Sabit ve hareketsiz bitkisel hayata nazaran, karınca gibi gezici, balık gibi yüzücü, kuş gibi uçucu olan canlılığın daha donanımlı ve özgür yapısı, cansız nesneleri ve bitkisel hayatı onlara hizmetkâr etmiştir. Bu manada hayvanlardaki his ve göreceli şuur, kâinatta “ana merkez” olmuştur.

İnsan, melek, cin gibi akıl ve şuur sahibi yapılar ise, bütün “mekan” ı algılayan ve hisseden şuurları, bütün “zaman” ı fark eden ve ona göre kendini şekillendiren yapısı ile varlık âleminin ruhu ve yaratılış gayesi seviyesine yükselmiştir.

-Aklın elde ettiği ilim ve hikmet nuru;

-Şuurun elde ettiği güzellik ve mükemmellik algısı;

-Vicdanın elde ettiği denge ve düzen perspektifi;

-Kalbin elde ettiği “Mükemmel” e aşk ve mahlûkata merhamet;

-Nefsin elde ettiği sabır ve şükür gibi hakikatler insanı bütün âlemlerin odak noktası yapmıştır.

Yeryüzü ve gökyüzüne bu özelliklerle tasarrufta bulunma ise dinin dediği gibi onu “Allah’ın halifesi” kılmıştır.[9] Farkında olmasa ve hatta reddetse dahi…

(Devam edecek)

[1] Vakıa suresi, 4; Naziat suresi, 6 v.d.

[2] Fâtır suresi, 43; Fetih suresi, 23 v.s.

[3] Rum suresi, 30.

[4] Rum suresi, 30.

[5] Yasin suresi, 40.

[6] Buhari 3062, Tirmizi 2719, İbn Mace 4319.

[7] Yusuf suresi, 4.

[8] Cin suresi, 9.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum