Hakla Batılı Karıştırma ve Hakkı Gizleme

Kur’andan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-32

Bakara suresi 42. âyet وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ şöyle diyor. (Hakka bâtılı giydirmeyin. Hakkı ketmetmeyin, eğer biliyorsanız…)

Hz. Davud’un (AS) yaptığı zırhları Kur’an “lebûs” diye ifade ediyor. (Enbiya Sûresi, 80) Demek zırh, canlılığı korumak için giyilen sağlam bir elbisedir. Hakikat noktasında cild, et ve kemiği koruyan bir libas olduğu gibi giysiler de cildi ve dolayısıyla canlılığı korumak için giyilir. Hayvanların kılları, tüyleri de aynı işi görür. Canlılığı en iyi derecede koruyan elbise zırh olduğu için Kur’an ona “lebûs” diyor. Manevi hayatı koruyan takva için de Kur’an, “libas” diyerek giysinin her türlüsünün koruma amaçlı olduğunu bildiriyor. (A’raf Sûresi, 26)

Bu âyetlerin ışığı altında mevzuumuz olan âyete bakınca, şu irşâdı ve nefsin zuhurunu görürüz: “Yaşanan bir hadise, kişinin hakkı söylemesi, hakka uygun davranması onun canlılığına zarar verecekse veyahut verecek gibi görünüyorsa, insanın nefsi hemen ortaya çıkarak, hakka bâtıl libasını giydirir. Tâ ki ya hakk gizlensin, görünmez olsun veyahut hakkı değil bâtılı göstersin, kendini muhtemel zararlardan korusun. İşte o an Kur’an sesleniyor, ‘Takva libasını giy. O en iyi zırhtır. En hayırlı koruyucu elbise odur.’”

Kur’an haktan geldiği, hakkı izhar ettiği için hıfz altında olduğundan, hakka hizmet eden birisini de Cenâb-ı Hakk, ekseriyetle koruyor; şehid olacaksa hâfıziyet ve hafîziyet bitiyor, şehîdiyet devreye giriyor. Yok eğer şehid olmayacaksa Halid bin Velid gibi, 40 savaşa da girse ölmüyor, öldürülmüyor, öldürülemiyor, en fazla yaralanıyor; korkularıyla çarpışıp Allah’a güvenmenin huzurunu ve ferahını yaşamayı elde ediyor. Bizzat yaşıyor ki, Allah’tan başka her şey âciz bir zavallıdır. Nefs ve ene, evham balonunu şişirerek korkutuyorlar.

Hem fark ettiriyor ki, her şey ve her kişi Allah’ın kontrolü altındadır. Telbis-i hakk, tebliğcinin ilk hatasıdır; hatanın da en büyüğüdür.

Bunu yapmayanlar, bu sefer susuyorlar, hakkı ketmediyorlar. Bu da yine işin esasında korkudan kaynaklanıyor. Çünkü bir insan emin olsa ki, hakkı izharı ona asla zarar vermeyecek, mesela mahkeme salonunda hakkı savunmak ve suçluyu yerin dibine batırmak gibi; o vakit çok rahatça hakkı dile getirir. Fakat riskli gözüken bir durumda içe dönük bir karakter put gibi susar. Onun korkusu, onun hayatını ona put yapar. Dışa dönük karakterler genellikle, içe dönük karakter de susmadan duramayacaksa te’villerle, mübalağalarla telbis-i hak yaparlar. Tâ ki canına zarar gelmesin. Oysa ehl-i hak, “Allah’a ve Resûlüne iman ederler. Malları ve nefisleriyle Allah yolunda cehd gösterirler.”

Bakara sûresindeki bu âyet son cümlesiyle diyor ki, “Bütün bu işler, çeşitli seviyelerde ilmi gösterir. Hakka’l-yakîn seviyeye gelen birisi, izhar-ı hakkın acısız, sıkıntısız olduğunu yaşadığı için telbis ve ketm-i hakka gitmez. Doğrudan izhar-ı hakk eder; üslubunu da leyyin yapınca hiçbir sıkıntı da yaşamaz. Fakat ilme’l-yakîn veyahut ayne’l-yakîn seviyede olan birisi rahatlıkla telbis ve ketmetmeyi yapar. Aslında bu tarz hadiseler kişiyi, hakka’l-yakîne eriştirmek için bir katalizördür.” Zulmüyle meşhur ve bebekleri katleden Firavun’un karşısına geçerek Hakk’ı tebliğe gönderilen Hz. Musa’ya (AS) “Kevl-i leyyin” tavsiyesi tebliğcinin görebileceği zararları yüzde 90 azaltır. Fakat Hz. Peygamber’in (SAV) Gassan Melikine gönderdiği elçinin katledilmesi gibi hadiseler meydana gelebilirler; fakat bu durumlar o idarecinin zilletini, rezaletini ve korkaklığını tesciller. Büyük devletler ve güçlü idareler, “Elçiye zeval olmaz.” kaidesini çiğneyerek dünya siyasetinde kendilerini rezil etmezler. Siyaset bilimi ve dünya siyaset tarihinin gösterdiği üzere…

Tebliğde kavl-i leyyin, ikna edici ve delillerle konuşma hak ehlinin mahfuz kalmasına vesile olan stratejilerdir. Peygamberler tarihi şahiddir ki hiçbir resul, katledilememiştir. Bu da gösterir ki, hak ehli tebliğciler Hâfız isminin gölgesi altında mahfuzdurlar.

Hakikati Başkasına Emredip Kendini Hakikate Muhatap Etmeyenler

Bakara sûresi 44. âyeti şöyle diyor: أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Siz insanlara birri emredip nefislerinize ve kendinize emretmeyi unutuyor musunuz? Ne kadar şaşılacak bir hadise! Bir de siz Kitab okuyorsunuz. Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?”

İhlasla, takvayla, sadakat ve rüşd ile ehl-i hak olan birisi, tebliği ve hakka uygun bir hayatı önce kendisine emrederken, ham ruhlar, nefis ve ene’sinin kulu ve kölesi olanlar hep başkalarına seslenirler. Öyle ki onların hata ve yanlışlarını görerek sivri bir dille onlara hitap ederler. Muhatabın kalbi ve ruhu bu zehirli dilden rahatsızlık hisseder.

Oysa hakikatli bir tebliğ şefkat, acıma, muhabbet ve hikmetle olur. Şefkat olabilmesi için kişinin öncelikle Allah’a karşı şevk içinde bir ruh taşıması gereklidir. Allah’a karşı şevk ise, Onu bir Nur-u Mutlak olarak bilmek ve görmekle olur. Onu Nur-u Mutlak ve Zât-ı Nûr-i Muhît olarak gören birisi kendisini ise bir “Zulmet-i Mutlaka” olarak görür. Kendisini zulmet-i mutlaka gören birisi ise, nefsinin ve ene’sinin birer “Tâğut”, hak ve hakikati düşmanı ve hatta kendisinin hakikate ve hakka erişmesinde amansız düşmanları olduğunu görüp onlara düşman kesilir; onlara küfredip dünyasında onları yerin dibine gömer. Sonra mutlak bir yönelişle O Yüce Nur Allah’a, Onun kelamıyla iman eder; Onunla kalp ve fıtrat arasındaki kopmaz zincir olan sıdka, ihlasa yapışmak istediğini göstermiş olur. Böyle birisi, Nur-u İlâhînin kendi iç dünyasına girmesi için daima kendisini ilk muhatap alır. Sonra başkalarına hitap eder. Fakat nefsine adavet, ene’sine husumetle hitap ederken; başkalarına re’fet ve şefkat, muhabbet ve hıllet ile hitap eder.

Hem bilir ki, tebliğde tesir kudsiyetle olur. Kudsiyet ise, nefsin esaretine ve kullaşmasına bağlıdır. Bunun da yolu kendini levmetme, itham etmedir. Zâten kişi birisine düşmanlık ve nefretle içi doldu mu, onun düşmanlığına iman etti mi; onun her dediğine ve yaptığına isterse çok güzel olsun mutlaka bir kulp takar, içinde bir bit yeniği arar. Çünkü ona su-i zan içindedir. Demek iş, nefis ve ene’sinin birer tâğut olduğuna iman etmek ve bunu hissetmekle mümkün oluyor. O vakit önce “ben” sonra başkaları muhataptır, der. Bu hakikati bilmeyenler maalesef, başkalarına seslenirler. Hem bunu bir ilim erbâbı olarak, yüksek ve derin meseleleri dillendirerek yaparlar. Allah bir şaşkınlık üslubu için de “Siz başkalarına pırıl pırıl bir iç dünyayı emredip ve resmedip kendinizi mi unutuyor musunuz?” diyor. Hem şaşkınlığı daha da devam ettirip “Bir de siz Kitab okuyorsunuz. Okuduğunuz Kitaba rağmen bunu nasıl yapabiliyorsunuz?!” diyor. Son cümle ile bu kişilere damgayı basıyor: “AKILSIZ!”

Huşu’ Hissi İçinde Birinin Ufku Nasıldır?

Bakara suresi 46. âyet الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ diyor ki:

“O huşu sahipleri Allah ile buluşma zannı ile bir şahsiyet inşa ederler. Ve onlar Allah’ın huzuruna her an rücu’ ediş hissi içindedirler.”

Bu âyette ve birçok âyette Kur’an “zann” kelimesini kullanıyor. Fakat bu zan, hakk karşısında bir değer ifade etmeyen kuru bir zan değildir. Zân kelimesi, ZI ve NUN harflerinden meydana geliyor. Zı’nın noktasız hali, TI’dır. Eğer zan kelimesi noktasız olarak yazılır ise “tann” olur. Bu ise çınlamak, demektir. Yani huşu sahipleri, içlerinde Allah’a kavuşma isteği, arzusu ve ümidi devamlı tınlayan, çınlayan kişilerdir. O kudsi sesi devamlı vicdanlarında duyarlar.

Hem o huşu sahibi kişiler, Allah’a, kemaline karşı rağbet ve azametine karşı rehbet hissi içinde bir tavırla Allah’a yönelirler; Allah’ın kibriyasıyla muhataptırlar. Onun istediği işler, Onların dünyasında birer “kebîre” (büyük iş) olarak görünür, önceki âyette ifade edildiği gibi…

Hem onlar yaptıkları günahları küçük de olsa Kebîr ve Mütekebbir olan Allah’a karşı işlenmiş bir “kebîre” (büyük günah) olarak hissederler. İbn-i Arabî’nin (KS) ifade ettiği gibi… Bu his nerede, dağlar kadar günahını burnuna konmuş sinek gibi gören münâfık algısı ve hissiyatı nerede! Kendisinin kebîr olduğunu düşünen ve hisseden birisi için başkası sağîrdir, başkasına ait olan şeyler de sağîrdir. Bu başkası Allah bile olsa…

Risalet, İslamiyet ve Minnettarlık

Kur’an diyor: وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ

(Musa ve Hârun’a minnet hissi uyandırtacak bir lütuf olan risalette bulunduk.) Kur’anda bu manada resullerin gönderilmesinden dolayı Allah’ın minnette bulunduğu vurgulanıyor. Yani risalet, Mennân ismiyle bir tecellidir.

Ayrıca risalet, Rahmaniyetin bir eseri ve beyan-ı haktan ibarettir. Bu manada insanların hakkı beyandan ibaret olan risalete ve risaletin neticesi olan hakka uygun hayat olan İslamiyete karşı minnettar olmaları zaruridir. Bu sırdan dolayı Cevşenü’l-Kebir’de minnet ve beyan beraber kullanılır: “Ya ze’l-menni ve’l-beyan.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum