Kuddûs-Azîz İsimleri Bağlantısı

Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Cuma suresi birinci âyetinde Melik-Kuddûs isimlerini Azîz-Hakîm şeklinde devam ettirir. Kuddûs isminin iki dal şeklinde “Selâm ve Azîz” olarak dallandığını Haşir ve Cuma surelerinde belirtir. Kuddûs isminden sonra Selâm bağlantısını işlediğimizden dolayı Kuddûs isminden sonra Azîz ismi gelmesinin bağını birkaç yönden şöyle ele alabiliriz:

  1. Kur’anda yaratılış sistematiğinin temellerinin, işleme sistematiğinin ve sonuçlarının anlatıldığı birçok yerde Azîz ismi karşımıza çıkar.

Yaratılışın temeline dair olarak mesela Mülk suresinde “Tebârakellezî bi yedihi’l-mülkü ve hüve alâ külli şey'in kadîr(kadîrun). Ellezî halaka’l-mevte ve’l-hayâte li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ (amelen), ve hüve’l-azîzu’l-gafûr” (Kâinatın mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti elinde bulunan Allah yüceler yücesi, bütün iyilik ve bereketlerin kaynağıdır. O'nun her şeye gücü yeter. O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. Kudreti dâimâ üstün gelen Azîz ve günahları toptan bağışlayan Gafûr yalnız O'dur.)

Yaratılış ve imtihan sürecinin işlemesinde büyük rol oynayan Kur’anın indirilmesi hususunda şöyle der: “Yâ-Sîn. Ve’l-Kur’ani’l-Hakîm. İnneke le mine’l-mürselîn. Alâ sıratın müstakîm. Tenzile’l-Azizi’r-Rahîm” (Yâ–Sîn! Hikmetli Kur’an’a yemin olsun. Hakikaten sen Allah’ın elçilerindensin. Sırat-ı müstakim (ifrat ve tefritten uzak bir hayat tarzı) üzeresin. Bu Kur’an, Aziz ve Rahîm olandan sana indirilmiş bir rahmettir.)

Yaratılış süreci ve imtihan hakikatinin meyveleri hususunda ise tekrar tekrar şunu der: “İnne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm.”[1] Suredeki resullerin kavimleriyle imtihanları ve kavimlerinin helak olup resullerin kurtuluşu eşliğinde Bediüzzaman bu âyeti şöyle tefsir eder: “ İnne Rabbeke lehüve’l-Azîzü’r-Rahîm âyeti o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i'câzlı bir ulvî belâğattır.”[2]

Dikkat edilirse Bediüzzaman Azîz ismiyle yapılan Azîz-i Rahîm gibi eşleşmelerin yaratılış sistematiği içinde ele alındığında Azîz ismi ve izzet sıfatının imansızlık taraftarı olan kâfir (ateist), müşrik (politeist ve deist), münafık kişilere yöneldiğini; Rahîm ismi ve şefkat sıfatının müminlere ve liderleri olan nebi ve resullere odaklandığını vurgular.

Bediüzzaman’ın verdiği bu anahtarla baktığımızda Mülk suresindeki Azîz isminin adresi netleştiği gibi Gafûr isminin müminlere yönelik olduğu da belirir. Ayrıca Gafûr ismi, imtihan sürecinde günaha girmekle kirlenen müminlerin günahlarının toptan bağışlanacağını bildirmesiyle de müminlere bir müjdeyi de ifade eder. Aynı şekilde Kur’anın indirilmesinin kökünü Azîz-i Rahîm ismiyle anlatan Yasin suresindeki âyet de, vahyin ve Kur’anın imtihan sürecinin katalizörü olduğunu ve müminleri karanlıklardan nûra çıkartan bir süreci başlattığını ve ebedî hayat tesellisini insana hediye ettiğini bildirdiği gibi hak ve hakikat derdinde olmayanları çürüme ve helak sürecinin de katalizörü olduğunu ifade eder.[3] Bu çerçevede Kur’anda sıkça vurgulanan Azîz-i Hakîm isimlerindeki Azîz, yine semaviliği reddedenlere yöneldiği gibi Hakîm ismi de hikmet hakikatinin resuller ve ona tabi olanlarda tahakkuk edebileceğine işaret eder, diye anlayabiliyoruz. Bu terkip aynı zamanda beşerî felsefe ve bilimlerin hakiki hikmet olmadığını, insanı aydınlatmadığını ve sırat-ı müstakime insanı ve insanlığı getiremediğini de bildirmektedir.

Kâfirlere Azîz isminin odaklanmasının sırrı, Azîz isminin kuvvet ve kudrete dayanmasıdır. Yaşanan dünya, kudret sıfatının akışkan tecellisi olan havl ve kuvvetlerle, bu kuvvetlerin sabit, donuk ve çekirdek gibi sıkıştırılmış hali olan zerrelerle inşa edildiğinden Kur’an mucizevi bir tespitle bütün inançsızlık çeşitlerinin temelde “materyalist” (maddeperest, dünyevi) olduğunu ifade eder. Onların materyalist algısı gayr-i meşru veya meşru şekilde dünyevi güç kaynaklarını elde etme çabasında, bu kaynakları elde etme uğrunda yaptıkları zulümlerde kendini göstermektedir. Zulümler ise, yaratılışın muvazenesini bozduğundan zâlimlerin helakine sebep olmaktadır. “Ez-zulmü lâ yedûmü ve’l-küfrü yedûm” (Zulüm devam etmez, küfür devam eder) hadisinin bildirdiği üzere…[4] Bu helak hakikatinin arka planında ise izzet-i Rabbaniye ve gayretullah bulunmaktadır. Bu süreçte mazlum olan ehl-i kudsiyet ve ehl-i islam ise yaşanan baskı, sıkıntı, acz ve çaresizlikler için hakikat nuru ve hak şuuruna erişirler. Müminler kudsiyet ve selamet hakikatleri eşliğinde yaratılış mekanizmasıyla barışık ve bütünleşik olduklarından âkıbetinde dünyanın güç kaynakları da onların eline miras olarak kalır. Bu sürecin imtihan mekanizmasının olağan akışı olduğundan bütün semavi fermanlarda mevzu böyle ele alınmıştır. Şu âyet bu konuyu bildirir: “And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak iyi kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.”[5] Duhan suresinde dünya mülkü üzerinde otorite iddiasında bulunan Firavun ve taraftarlarının Kızıldeniz’de boğulmaları akabinde onlardan kalanları anlatan âyet şöyle der: “ Zuk, inneke ente’l-azîzü’l-kerîm”[6] (Kabir azabını veya Cehennem azabını tat bakalım! Hani sen Azîz ve Kerîm biriydin ya!) denilmesi dünyevi insanların İlâhî izzetle rekabete gireceğini ve bunun güce dayandığını bildirir.

Mülk suresinin başında mülkün Allah’ın elinde oluşunu vurgulayıp sonrasında insan ruhuna maddi hayat ve ölümün verilmesinin arka planının “hayırlı amel” olarak belirtilmesi ve sonrasında Aziz ve Gafûr isimlerinin zikredilmesi gösterir ki, dindarların geneli mülk ve servet ile imtihanlarını veremeyip çok günahlara girecek, Allah’ın mağfiretine muhtaç duruma düşecek ve Ondan mağfiret talep edecekler. Topluca bu tarz terkiplere bakıldığında görülüyor ki:

* Allah’ın müminlerden beklediği öncelikli şey kudreti, ikinci veya üçüncü plana atmaları,

* Önce nebiler gibi ilim ile hakikate odaklanmakla tahkiki imanda ilerlemeleri,

* Sonrasında resuller gibi hak bilinci ve hikmet algısına odaklanmakla tahkiki islamda yol almaları,

* Sonrasında ülü’l-azm resuller gibi hikmetle kudreti birleştirerek hidayet, kudsiyet ve sırat-ı müstakim üzere bir hale terakki ederek, tahkiki ihsanda ilerlemeleri,

*Sonrasında Allah rızası ve sevgisi merkezli ferdî ve sosyal bir hayata geçmeleri, “el-hubbu fillah ve’l-buğzu lillah” düsturlarını ruhlarına ruh etmeleri,

*Nihayetinde Allah’ın emir ve yasaklarıyla yönetilen bir iktidarı ve hilâfeti teşkil etmeleri, yöneticiliği bir yük ve vebali ağır bir sorumluluk olarak görüp “liyakat-i kudsiyet” ve “ehliyet-i hak” çerçevesinde yöneticilerini belirlemeye ilerlemeleridir.

Bu çerçevede tahkikan iman ve islamda ilerlemeden kudrete odaklanmak, dünyevileşmekle münafık nefs-i emmârenin esiri olmak, kudsiyet ve selamet şuurundan da uzaklaşmak anlamına gelir.

  1. Melik-Kuddûs isminden sonra kudret ve kuvvete dayanan Azîz ismine geçilmesinin sırrı, kul ile Allah arasındaki nurani perdelerin temelde kudret-i zâtiyeye dayanan izzet-azamet-kibriya hakikatleri olmasıdır. Bu noktayı Bediüzzaman, âyetler ve hadislerden istihraç ile şöyle ifade eder:

“Kat’iyyen bil ki! Cenab-ı Allah (C. Şanuhu) bize bizden daha yakındır. Biz ise ondan nihayetsiz uzağız. Evet Onun bize bizden daha yakın olduğunun şahidlerinden birisi; Onun pek zâhir olan her şeyde ve bizdeki tasarrufudur.

Eğer biz onu, onun tasarrufunda bulmak üzere yakınlaşmak[7] taleb etsek, bulamayız; illa ki, her şeyin yanı olan bir makam-ı küllîde bulabiliriz. Faraza terakki ede ede, daire-i imkânı ihata eden her şeyin yanı olan makama da çıksak, yine de tam bulamayız. Ancak daire-i vücubdaki izzet, azamet ve kibriya[8] içinde mütecelli olan esma ve sıfat ve şuûnatının seradıkları olan pek çok nuranî hicabların arkasında bulabiliriz. Amma eğer kendi nefsimizin hevesatını terkedip, Onun bize olan yakınlığı[9] cihetinden onu taleb etsek, o zaman iş kolaydır İnşâallah. “La havle velâ kuvvete illa billah.”[10]

Yaratılış âlemi Kur’anın net olarak bildirdiği üzere mülk ve melekût boyutlarından oluşur. Mülk ve melekût hakikatleri arasında zâhir ve bâtın, suret ve hakikat ilişkisi bulunmaktadır. Kudretin tasarruflarının kendini daha net göstermesi, imtihan sırrı gereği, mülk âleminden daha ötede melekût âleminde tecelli etmektedir. Mülkiyet ve melekûtiyet farkının anlaşılmasının anahtarını Bediüzzaman AZM kökünden türeyen “azamet ve azamût” farkını anlatarak şöyle verir: “Azamût, mübalağalı azamet” demektir.[11] Bu çerçevede melekût da, mülk ve mülkiyetin mübalağalı boyutudur. Mülk âleminde “zâhirî mâlikiyet” ve “hakiki mâlikiyet” ayrımı olabilmesine rağmen melekût boyutunda zahirî melekutiyet ve hakiki melekûtiyet ayrımı yoktur.

Tevhid-i melekutiyet mutlak boyutuyla her şeyi Mâlik-i Mutlak’ın yed-i kudretine teslim eder. Melekûtiyet boyutunda Cenab-ı Hakk dilediği şekilde kudretiyle mutasarrıftır. Bu İlâhî tasarruflarda birer devlet bakanı manasında “büyük melekler”, kâinat içi düzenin sağlanması noktasında inzibat görevlisi olarak “küçük melekler” nezaret edicidirler. Melekler, melekût boyutundaki kudret tecellilerini temaşa ederler; o tasarrufların yapıcısı ve yaratıcısı değillerdir. Bu çerçevede Melekler âlemi, kudret âlemlerinden olan melekût âlemidir. Bununla beraber hadislerde bildirildiği üzere her nesne mülk ve melekût boyutlarıyla yaratıldığı için melekler yıldızlardan, güneşlerden gezegenlere, dağlar ve denizler gibi külli unsurlardan kar ve yağmur taneleri gibi cansız ve kudret-hâkim mahlukata binerek kâinattaki İlâhî iktidarı ve kudret tasarruflarını mülk boyutuyla da seyrederler. Bu çerçevede mülk ve melekût âlemlerini “kuvvet âlemleri” diye de anlamak mümkündür.

Mülk ve melekût âlemleri, yaratılışın ilk ânından ebediyen sürecek bütün hilkat âlemlerini de içine alır. Yaratılış âlemi, İlâhî fiiller ve bu fiillerin eseri olan mahlukattan meydana gelir. Fakat mutlak kudret sıfatını tanıma yolculuğunda insan aklı ve kalbi yaratılışın köklerine indiğinde önce mülk sonra melekût hakikatlerini ve kudret tecellilerini keşfeder. Akabinde yaratılış âlemi dışında Esmaü’l-Hüsna ve sıfat-ı İlahiye, şuunat-ı Sübhaniye ve daha ötede bütün sıfatların menbaı Zât-ı Mutlak’a doğru fikren ve hissen yükselir. Çünkü kâinat sınırlı, İlâhî kudret sınırsız ve sonsuzdur. Bediüzzaman bu boyutu şöyle ifade eder: “Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilim ve kudret denizinde daima müsebbihâne yüzen kâinat timsalini görmek eğer istersen; benimle beraber gel, hayâlî bir seyahat…”[12] Hind irfanı da bütün yaratılış âlemini “Külli İmkan Hakikati” ve “Mutlak Metafizik Bilgi” den tek bir imkanın tahakkuku olarak görür. Kâinatın her şeyiyle Zât-ı Mutlak[13] karşısında küçüklüğü her iki irfan açısından nettir.

Bediüzzaman yaratılış âlemi dışı fikir ve his yolculuğunda kişinin karşısına izzet, azamet ve kibriya perdeleri ve âlemlerinin geleceği tespitini yapar. Bu çerçevede melekût âleminin bu kudret âlemleriyle Esmaü’l-Hüsna ve sıfat-ı İlâhiyeye göre irtibatları bulunmaktadır. Ehl-i tasavvuf, gerek müşahede ve keşifleri, gerekse irfanî bilgi ve hikmetleri gereği âlemleri Lâhût-Ceberût-Melekût-Mülk ve Nâsût şeklinde “hazarat-ı hamse” (Allah’ın huzur hakikatinin hissedildiği ve bilindiği beş tabaka âlem) olarak sınıflandırır ve ifade ederler.[14] Kişinin nâsût boyutunda bulunduğunu, fikrî ve hissî yolculuğunda sırasıyla bu beş âlem arasında bir urûc ve sonrasında bir nüzul yaşayacağını ifade ederler. Bediüzzaman’ın verdiği Kur’anî tasnif bu beşli grubun yetersiz olduğunu veya âlemlerin kendi içinde alt grupları olduğunu bildirmektedir.

Kur’an’ın Mâlikü’l-Mülk isminin izzet ile bağını çok net bildirmesi[15] noktasından yola çıkarak diyebiliriz ki, melekût âleminin ötesi, “izzet âlemi” dir. Mâlik ismi, Azîz ismi ve izzet sıfatından feyz alır ve ona dayanır. Azîz ismi ise, Azîm ismi ve azamet hakikatinden feyiz alır. Azîm ismi ise kibriya sıfatı ve Kebîr isminden feyiz almaktadır. Kebîr ismi ve Kibriya sıfatı ise Zât-ı Mutlak’tan ve zâtiyet hakikatinden feyz almaktadır. Bu ilişkileri Bediüzzaman Kur’an’ın “Ve ceale’ş-şemse ziyâen ve’l-kamera nûran” (Güneşi bir ziya (ışık), ayı ise nûr (aydınlık) kıldık) âyetinin verdiği temsil eşliğinde şöyle açar: “Meselâ, nasıl ki, güneşin azamet-i nuru ve kibriya-yı ziyası, perdesiz ve yakınında bulunan başka zayıf nurlara hiçbir cihetle ihtiyaç bırakmadığı ve tesir vermediği gibi, öyle de, kudret-i İlâhiyenin azamet ve kibriyası dahi, ayrı hiçbir kuvvete, hiçbir kudrete ihtiyaç bırakmadığı gibi, onlara hiçbir icadı, hiçbir hakikî tesiri vermez.”[16]

Bu temsille Bediüzzaman, kibriyânın bir tecelli-i zât olduğunu ve doğrudan bir şua gibi Şems-i Mutlak’tan geldiğini ve Onu gösterdiğini ifade eder. Buna mukabil azametin, yaratılış âleminin sabit görüntüsünden yansıyan İlâhî bir nur olduğunu ifade eder. Bu manada Ulûhiyet hakikati azamet nuru ile, zâtiyet ve Hüviyet hakikati kibriya ziyaı ve şuaı ile kendini gösterir, demektedir. Azamet ve izzet ilişkisini ise Bediüzzaman Hizbü’l-Ekberi’n-Nûri isimli eserinin 1. Mertebesinde şöyle açar: “ Evet, gök kubbedeki bütün ulvî ve parlak yıldızlar, şehadetleri kemâl-i zuhur ile O'nun ulûhiyet ve azametine delâlet eden mücessem nurlu burhanlardır. Ve delâletlerinin gayet-i vuzûhuyla O'nun rubûbiyet ve izzetine tanıklık eden şualardır. Ki, O'nun saltanat-ı ulûhiyetinin haşmetine şahitlik eder ve rubûbiyet dairesindeki hakimiyetinin vüs’atini bütün âlemlere ve eşyaya ilân eder.”

Mülk ve melekût arasında, Mâlikiyet hakikatinin zâhir ve bâtın şeklinde tecellisi ve farklı yoğunlaşması olmasından yola çıkarak, Azîz isminin de aynı şekilde “zahir-i izzet” ve “bâtın-ı izzet” şeklinde boyutları olması irfan ve hikmet gereğidir. Bu çerçevede melekût âleminden ötesi “ izzet âlemi”, ondan ötesi ve hakikati ise “azazût âlemi” tespitini yapabiliyoruz. Bu noktada İblis’in şeytanlaşmadan öncesi adının Azâzîl olmasının sırrı ve ateşi, topraktan üstün tutmasının da sırrı inkişaf eder. Azâzîl kelimesi, Allah’ın Azâz’ı demektir. İbranice’de “Îl”, Allah anlamındadır. Azâz ise, aynen Selâm ve Emân isimleri gibi feâl vezninden bir isim olup “mücessem ve saf izzet” manasındadır.[17]

İblîs’e, meleklere hocalık yapacak ve melekler arasında Hz. Âdem’e (AS) secde emriyle muhatap olacak melekiyete, melekiyetten ötede izzet ve azazût cilvesine mazhar olduğu için kendisine “Azâzîl” adı verilmesi işâret eder ve kendisinin bir cin olarak dumansız ateşten yaratılması, cinlerin insanlara nazaran mekâna bağlılık ve kayıtlılık noktasında daha hür olmaları ve buna Allah’a yakınlığın verdiği serbestiyetin de eklenmesi de gösterir ki İblîs, “mücessem bir izzet” haline gelmiştir. Bundan dolayı Allah’ı “izzet” boyutuyla tanır. Bu cihetten ötürü huzurdan kovulduğunda ve kıyamete kadar bir “ömür mühleti sözü” aldıktan sonra “Fe biizzetike”[18] (Senin izzetin üzerine yemin ederim ki!) diyerek Rabbine karşı meydan okur.

İzzet hakikati, kudret ve iradenin bileşim halinin adıdır. Bu manada “kontrollü güç” demektir. Allah’a iman ve intisap esnasında “Azâzîl” adıyla izzet-i İlâhiyenin aynası olan İblîs, Allah’a düşman kesilince “kontrolsüz güç” manasında “şeytan” adını alır. Ateşin kontrolsüz halini bir üstünlük, serbestiyet, hayırlılık ve seçkinlik olarak algıladığı için hakikatte o da ateşe dayanan ve ateşin en kontrol edilir hali olan ve zilleti içinde izzet-i mutlakanın tam tecelli mekanı olacak olan “toprak” hakikatini[19] ve topraktan yaratılan Hz. Âdem’i (AS) hakîr görür. İzzetini kaybettiği gibi, rahmetten de mahrum kalarak “şeytan-ı racîm” haline düşer.

Hakikat noktasında bir şuur sahibinin irfan yolculuğu izzet-i kudret noktasında

  • “Şahsî ve zâtî zillet” ini zâtî aczinin verdiği göz ve his eşliğinde idrak etmek,
  • Kudret-i zâtiye-i İlahiye karşısında kendisinin bir “zıll” (gölge) mahiyetinde olduğunu bilmek ve hissetmek,
  • Kendindeki cüz’î kudret ve izzet cilvelerini tevhid ile Allah’a vererek “La havle velâ kuvvete” sırrıyla enâniyetinden teberri etmek,
  • Eline verilen servet ve mülk, iktidar ve rütbeyi hayır yapma vesilesi ve bir yük olarak algılamak,
  • Allah’ın mümin kullarına karşı şefkat ve zilleti sergilemek ve bu tavrı sergileme mecburiyetinin farkına varmak,
  • Üzerinde hak sahibi olan anne-babası gibi herkesin haklılığı karşısında bir züll içinde olmak ve zillet kanatlarını indirmek gibi hususlardan başlar, hakaretini ve hakîriyetini bilmek ve hissetmekle ilerler.

Bu köklü ilişkiler izzet ve azazût âlemlerinin varlığını ve ilişkilerini insanın hilkat ötesine açık mutlak hisleri ve hakikatli külli fikirleri eşliğinde göstermektedir.

[1] Şuara suresi, 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191. Aynı surenin 227. âyetinde yine aynı Azîz-Rahîm isimleri şöyle kullanılır “ Ve tevekkel ale’l-Azîzi’r-Rahîm” (Azîz-i Rahîm olan, kâfirlere karşı izzetli, müminlere karşı şefkatli olan Allah’a tevekkül et!)

[2] Sözler, 25. Söz, Emirdağ Çiçeği, Tekrarat-ı Kur’aniyenin Bir Sırrı.

[3] Ahzab suresi 43. âyet, “salât” hakikatinin insanı karanlıklardan aydınlığa çıkarma amaçlı olduğunu ve tevhid hakikatiyle, tabiat gecesinden hakikat gündüzüne çıkarak nura erişenlerin müminler olduğunu ifade için “Ve kâne bi’l-mü’minîne Rahîma” (Allah müminler için şefkatlidir, onları karanlıklardan nura çıkarmakla korkularını gidererek onlara sekînet ve sükûnet verir) der.

[4] El-Münâvî, Feyzu'l-Kadîr: 2:107.

[5] Enbiya suresi, 105.

[6] Duhan suresi, 49.

[7] Bu yol kurbiyet yoludur.

[8] “Kapları ve içindekileri gümüş olan gümüşten iki cennet, kapları ve içindekiler altın olan iki de altın cennet vardır. Adn cennetinde insanlarla Rableri arasında, Rablerini görmeyi engelleyen bir kibriyâ perdesi olacaktır." (Buhârî, bed'ul-halk 8, IV, 86; tefsîr Rahman 1-2, VI, 56; tevhîd 24, VIII, 185; Müslim, cennet 23, s. 2182 ve Tirmizî, 2528). Bu hadis Allah ile kulları arasındaki perdelenmişliğin ebedî Ahirette de devam edeceğine, izzet-azamet-kibriya perde sistematiğinin varlığına da bir delildir.

[9] Bu yol akrebiyet yoludur.

[10] Mesnevi-i Nuriye, Kur’anın Envarından, Abdülkadir Badıllı Tercümesi.

[11] Lem’alar, 29. Lem’a, 4. Bab, 1. Fasıl.

[12] Osmanlıca Lemeat, Mahbub-u Hakiki En Akreb En Eb’addir bahsi…

[13] Hind irfanı, Zât-ı Mutlak’ı “Brahma” olarak ifade eder; Külli İmkân ve Metafizik Hakikat Bilgisini ise, “Atmâ” olarak isimlendirir.

[14] Bkz. DİA, Hazarât-ı Hamse maddesi, c.17, s. 115-116.

[15] Âl-i İmran suresi, 26.

[16] Şualar, 2. Şua, 2. Makam, Birincisi.

[17] Meleklerin melekût âleminde olmalarına rağmen İblîs’in azazût âlemine yükselip Azâzîl adını alabilmesinin sırrı onun, hayır ve şerri irade edebilen cinnî fıtratıdır. Melekler şer irade edemeyen, hayr-ı mahz fıtratlı mahlukattır. Allah’ın ikramına mazhardırlar. Fakat insanlar gibi cinler de hayra ve şerre açık fıtratlarını Allah’ın marifeti ve sevgisi ile ıslah edip şer temayüllerini takva ile törpülerlerse meleklerden daha üstte hayra mazhar olacak bir kemal seviyeyi elde ederler. İblîs’in Azâzîl makamına çıkmasında görüldüğü üzere…

[18] Sa’d suresi, 82.

[19] Toprak da sıvı bir ateş olan magmanın başkalaşmış bir halidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
10 Yorum