Erdem AKÇA
Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-2
Fazl ve Atâ, Cennet ve Saadet-i Ebediyye
Cennet, “fazl-ı Rahmânî”dir; saadet-i ebediye ise, “atâ-yı İlâhî”dir. Kur’an, hem Yunus Suresi 58, hem Fetih suresi 29. âyetlerde cennetin “mahz-ı fazl” olduğunu belirtirken Hud suresi 108. âyet ise, cennette ebedî saadet ve saltanatın “atâ-yı gayr-ı meczûz” olduğunu bildiriyor. Yani kesintisiz bir atâdır. Hz. Peygamber (ASM), Cevşenü’l-Kebîr 19. Bâbda şöyle der: “Yâ men lâ yürcâ illâ fadluh * Yâ men lâ yühâfu illa adluh…” (Ey Kendisinden mahz-ı fazlı olan cennet rica edilen ve ümit edilen * Ey Kendisinin mahz-ı adalet olan cehenneminden korkulan Allah!” Bu bâbda, cennet, fazl-ı Rahmânî; cehennem ise adalet-i Sübhaniye olarak gösterilir. Hz. Risalet (ASM) atâ, cûd ve fazl sıfatlarını tanıtırken Cevşenü’l-Kebîr 8. Bâbda şöyle der: “Yâ ze’l-menni ve’l-atâ… Yâ ze’l-cûdi ve’n-na’mâ * Yâ ze’l-fadli ve’l-âlâ” (Ey minnettârlık hissi uyandıran nimet ve ikramların ve çok özel lütuf olan atânın sahibi… Ey cömertlik ve nimetler sahibi * Ey fazl ve şahane nimet ve ikramlar sahibi) Yani Allah’ın cömertliği ve Cevvad ismi, sayısız ve hesap edilmez nimetlerde görünür. Allah’ın fazlı ise, nimetler içinde şâhâne özellikte olan ve hususi bir ikram konumunda olanlarla gözükür. Ki Rahmân suresi, bu tarz nimetlerin tekzibini vurguluyor. Allah’ın atâsı ise, kullarda minnettarlık hissi uyandıran, bu açıdan Mennân isminin tecellisiyle beraber kendini gösteren bir lütuftur. Bu manasıyla Cennet, Rahman isminin ebedî bir ikramı, cûd ve fazlı iken; saadet-i ebediye, Hannân ve Mennân isimlerinin ebedî ve sermedî bir ikramı, lütfu ve atâsıdır. Saadeti saadet yapan sır, ebediyettir. Bitiş endişesi, ihtimali dahi saadeti bitirir. Bir gün biten ve bitecek bir nimet, ihtimaliyle dahi kişiye hüzün verir. Kur’an Hud suresi 108’de ehl-i saadete diyor ki: “Cennet sizin için kesintisiz bir atâdır. Hiçbir endişe sizi rahatsız etmesin ve hiçbir menfi ihtimal aklınıza gelmesin.”
Gök Gürültüsü Mucizesi
“Ve yüsebbihu’r-ra’du bihamdihi” (Ra’d Suresi, 13) âyetinde bir i’caz var. Çünkü geniş bir sahada ve şiddetle duyulacak bir ses ancak katı, sert, büyük ve dayanıklı cisimlerin hızlıca birbirlerine çarpması ile hasıl olabilir. Oysa ra’d (gök gürültüsü) su buharından teşekkül eden nazik, yumuşak, pamuk yığını gibi ve dayanıksız, çabuk dağılır iki kütlenin son derece yavaş bir şekilde bir birine temasları neticesinde ortaya çıkar. Bu acayip hal, garip manzara insan aklını şaşkınlığa sevk edip “Sübhan Allah” demeye mecbur ediyor. Çünkü öyle yumuşak cisimlerin, yavaş bir şekilde bir birine temasından böyle şiddetli ses çıkarmak Allah’a mahsustur. Bu manzara akıl gözüne Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini gösteriyor, hayal kulağına sınırsız rahmetini işittiriyor. Ra’d (gök gürültüsü) de, Kur’andaki “şey” tabirinin dahiline girdiği ve “İn min şey’in illa yüsebbihu bihamdihi” (İsra suresi, 44) âyetinin gereğince her şey tesbih ve hamd yaptığı gibi bu ayet bildiriyor ki ra’d (gök gürültüsü) dahi Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve hamd halindedir. Kudret-i İlâhiyenin bu pamuk gibi uçucu ve hareketli kütleleri birbiri içine girdirmesiyle onlardan bu yüksek ve dehşet verici sesi çıkartması Allah’ın haşmetini, celalini, noksansız ve kusursuz oluşunu bildirerek “teşbih” i ifade ettiği gibi; gökyüzü gibi sessiz, sakin ve durağan bir âlemi bir anda bulutlarla kaplayıp gök gürültüsü ile konuşturmak, hem onunla yağmurun gelişini haber vermek, hem birer sanat harikası olan ve su buharından müteşekkil bulut denilen kütlelerden bu sesi çıkarmak ve yağmuru o bulutlardan damla damla süzmek ise, Allah’ın rahmetini, sanatkârlığını, lütfunu ve manevi güzelliğini bildirerek “hamd” i ifade ediyor.
Hakiki İhlasın Hususiyetleri
Kur’an hakiki ihlasın tarifini şöyle veriyor: "Biz sizi Allah’ın teveccühü için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. " (İnsan suresi, 9) Nefs-i emmâre, yaptığı işin karşılığında maddi karşılık bekler. Âyette önce “maddi karşılık” diyor. Şahsiyet ve enâniyet ise, teşekkür ve takdir bekler. Ki, bunlar “manevi karşılık” tır. Bir kişi bu iki cihette beklentiyi aşarsa gerçek manada Allah’ın takdir ve teveccühü için iş yapmış sayılır. İnsanlardan bir beklentiyle yapılan iş, insanlar için yapılmış demektir. Halkın rızasını arayan Hakk’ın rızasına eremez. Halkın muhabbetini arayan da, Hakk’ın muhabbetine eremez. Hakiki ihlas, yapılan bir işi ne dünya ve ne Ahiret için, ne madde ve ne mana için, hiç kimse ve hiçbir şey için yapmamak, yapılan işi yalnızca ve yalnızca Allah için yapmaktır.
Yetimleri Hakkıyla Kim Anlayabilir?
Kur’an Duha suresiyle diyor ki, bir yetime karşı hakiki şefkati yetimliği yaşayan, yetimlik acısını tatmış birisi ancak hissedebilir. Yani hakka’l-yakîn şekilde bir meseleyi yaşamayan bir kişi, hadiselere ruhunu katamaz. Bütün dedikleri hep teoride kalır. Yetimlik, hakikat arayışı ve fakirliği her şeyiyle yaşayan, acısını tadan, yokluğu hisseden, o zorluklarda kavrulan bir kişi ancak bu hali yaşayanlara hakkıyla uzanabilir, hem yalnızca o onların acı hallerine lakayd kalamaz. Bu şekilde yokluktan varlığa çıkarılan kişinin, aynı yokluğu yaşayanlara el uzatması ve kol-kanat germesini Kur’an Duha suresiyle “o nimetin şükrü” olarak sunuyor.
Kur’an Âyetleri ve Genetik Bilimi
Kur’andan biyolojik bir nükte! Hz. İsmail ve Hz. İshak Aleyhimesselam, Hz. İbrahim’in (AS) anneleri ayrı iki çocuğudur. Kur’anda Hud Suresi 75 “İbrahim hakikaten, halîm idi” diyor. Meryem suresi 43 de “Ey babacığım! Bana sana verilmeyen bir ilim verildi” diyor. Yani Kur’ana göre Hz. İbrahim (AS) “alîm” ve “halîm” idi. Kur’an Saffat suresi 101’de Hz. İsmail (AS) hakkında Hz. İbrahim’e (AS) “Seni halîm bir çocukla müjdeliyoruz” der. Kur’an Zâriyât suresi 28’de Hz. İshak (AS) hakkında Hz. İbrahim’e (AS) “Korkma! Seni alîm bir çocukla müjdeliyoruz” der. Yani Hz. İbrahim’in (AS) hilim ve sabrı, irsiyetle (genetik bağ ve soyaçekimle) Hz. İsmail’e (AS) geçti; ilim ve hikmet ciheti ise Hz. İshak’a (AS) geçti.
Din Sistematiği ve Peygamberlerin Sınıfları
Şûra suresi 13. Âyet: “Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya din olarak neyi tavsiye etmişsek sana da onu din kıldık” diyor. Dikkat edilirse, bu dört peygamber ülü’l-azm resullerdir. Hz. Peygamber (ASM) de onların tamamlayıcısı ve sonuncusudur. Din, iman + İslam + ihsandır. Üstad Bediüzzaman, “Ulemâi ümmetî ke enbiyâi benî İsrâiîl”[1] hadisinden ve Kur’andaki peygamber kıssalarından yola çıkarak mealen şunu söyler: “Verâset-i nübüvvet, ilm-i hakikat ile iman hizmeti yapmaktır.” O halde nebiler, imanı getirdiler ve insanların iman ve tevhidine hizmet ettiler diyebiliriz. Bu sistematik çerçevesinde, resuller hem iman ve tevhid, hem islam ve teslimiyet hizmeti yaptılar diyebiliriz. Çünkü Şura suresindeki âyet, ülü’l-azm resullerin tam manasıyla din hizmeti yaptıklarını ifade ediyor. Yani iman ve tevhid, islam ve teslimiyet, ihsan ve tevekkül… Yani bir silsile ve hizmette terakki olduğu görünüyor. Kur’an’da birçok âyet, Hz. Peygamber’in (ASM) bir “müzekki-i nüfûs” olduğunu vurgular. Ki nefisleri tezkiye, ülü’l-azm bir resulün “mes’uliyet” le yapabileceği bir iştir. Mesela Cuma suresi 2. âyet… Âyetler, Hz. Peygamber’in (ASM) bu yönünden bahsedeceği zaman “resul” cephesini vurgular. Yani mürşid…
Dinin Hakikati, Sırları ve Esmaü’l-Hüsna
Din, DYN kökünden geliyor. Bu kök ise, “borçluluk” la alakalıdır. Bu noktadan diyebiliriz ki, bir kişi kendi özel dünyasında kendini Allah’a ne kadar borçlu olarak biliyor ve bunu hissediyorsa o kişi o kadar dinin ruhunu anlamıştır. Bu bakış fikrî-hissî-cismî manada bütün yönleriyle Tevhid ile dolmaktır. Her şeye enfüsî ve âfâkî manada mana-yı harfî ile bakmak, her şeydeki pür-rahmet olan ciheti keşfetmek, görmek ve bunu yaşamaktır. Bu halin neticesinde mutlak bir şükür, mutlak bir muhabbet ve mutlak bir hayret kulda zuhur eder. Bu medyûniyet hissi, kişiyi daha çok secde etmeye sevk eder. Allah-ı Zü’l-Celal insanı ve her şeyi bu secdeyi şuurluca veyahut şuursuzca yapsınlar, her şeyin Kendisinin ikramı, ihsanı olduğunu bilsinler diye yaratmıştır. Bu ilk etap… Sonra bu ciheti birbirlerine tavsiye etsinler ve bildirsinler diye yarattı. Bu ikinci etap… İlk etapta insan ve cin, melek ve semek müşterektir. Buna ubudiyet denilir. İkinci etabı ise sadece Âdemoğulları yapabilir. Ki, buna hilafet denilir. Din, bu medyûniyet hissine dayanır. Medyûniyet ise, minnete dayanır. Minnet ise, özel ve kurtarıcı nimet ve ikramlara bakar. Nimetler ise, özel ve genel boyutları ile rahmetten geliyor. Yani Rahman ismi, Hannân ve Mennân ismini; Hannân ve Mennân isimleri ise Deyyân ismini; Deyyân ismi ise Mâbud ve Allah isimlerinin kul dünyasında hakikatlerinin tahakkukuna hizmet ediyor. Denilebilir ki: “Allah’a minnetimiz kadar, Ona medyûniyet ve kendini borçlu hissetmemiz kadar kuluz.” Kur’an Bakara suresi 21. âyette bu manada şöyle der: “Yâ eyyühe’n-nâsü’budû rabbekumullezî halakakum vellezîne min kablikum leallekum tettekun” (Ey insanlar! Ey Yaratılışın nasıl bir nimet olduğunu unutanlar! Sizi ve sizden öncekileri halk ederek maddi varlığa kavuşturan ve sizi terbiye ederek kemalinize erdirmek isteyen Rabbinize kullukta bulunun. Umulur ki, kemal noktanız olan takvaya erişirsiniz!) Üstad Bediüzzaman bu âyetten şunu istihrac eder: “Vücud, hayr-ı mahzdır. İcad, dai-yi ubudiyettir.” Yani yaratıldığını bilen, buna iman eden bir kişinin fıtratının neticesi, mutlak bir şükür ve minnettarlıkla Halık-ı Semavat ve Arz’a kulluk yapmaktır. İş, yine kendini Allah’a borçlu hissetmekte bitiyor. Yani tevhidi bilme-hissetme-yaşama… Bu değişmez hakikatten dolayı din, temelinde tevhiddir.
[1] "Ümmetimin alimleri İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir." Bu hadîs, kaynaklarda haber-i meşhur olarak geçmektedir. bk. Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2:64; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi: 1:107 (Diyanet İşleri Yayınları)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.