Erdem AKÇA
Muhyiddîn-i Arabî ve Bediüzzaman Said Nursî - İnsan Şuuru ve Tevhid Hakikati
Muhyiddîn-i Arabî ve Bediüzzaman Said Nursî’nin Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) Konusunda Görüşleri ve Telakkilerindeki Farklılıklar-3
İnsan Şuuru ve Tevhid Hakikati
İnsan ve ruh, şuurdan ibarettir. Hakikat noktasında insan şuuru var olduğu sürece Vahdet’ten bahsetmek hadd-i zatında mümkün değildir. İnsan şuuru ve şuur hakikati, ilim ve algı çerçevesinde kesret hakikatini ister istemez doğurmaktadır. Şuuru iptal etmek, insanı iptal etmek demektir. Şuur var olduğu sürece “Allah, Kâinat ve İnsan” şeklinde algılama devam edecektir. İnsanda kusur, günah, zulüm, acz, korku gibi karanlık boyutlar var olduğu sürece Tenzih ve Tesbih hakikatleri varlıklarını ifade edecekler, bu çerçevede Tevhid şuurunun zaruriliğini göstereceklerdir. Allah, Mutlak Hayr ve Mutlak Güzel olmasıyla insandan zuhur eden çirkinlik ve zulümlerden münezzehtir; fakat insan nefsi ve iradesi bu çirkinliklerle müşahhas ve mülevvestir. Bu muttasıf ve mülevves olması cihetiyle insan Cehennem’in varlık ve devam sebebidir. Bediüzzaman insan şuurunun neticesi olan bu algı mekanizması neticesinde “hususi kâinat” ve “ilah-ı mu’tekad” algısının zarureten oluştuğunu görür ve kabul eder. Tevhid şuuruyla da hususi kâinatı, hakiki kâinat ile muttasıl ve bitişik, ilah-ı mu’tekadı da İlah-ı Mutlak ile muttasıl ve beraber görür. Bu kabulün Vahdet-i Vücud iddiasını yıkıp Tevhid-i Vücud ve Şuhûd hakikatine kapı açtığını ve kendi Tevhid yolunun bu olduğunu Hüve Nüktesi adlı harika eserinde hava hakikatinin zerrelerini incelediği yerde şöyle ifade eder:
“Bu radyo makineciğinde ve mânevî kelimat çiçeklerine saksılık eden bu kapçıktaki bir avuç havanın gösterdikleri mu'cizât-ı kudretten bu hakikat anlaşılıyor ki, her bir zerre, Cenâb-ı Hakkı zâtıyla ve sıfâtıyla târif eder ve ispat eder. Bütün kâinatı teftiş eden hükemalar ve ulemalar, büyük ve geniş delillerle Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatı nazara alırlar, sonra mârifetullahı tam elde ediyorlar. Halbuki nasıl güneş çıktığı vakit bir zerrecik cam, aynı deniz yüzü gibi güneşi gösteriyor ve o güneşe işaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de, mezkûr hakikate binaen, aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sıfât-ı kemâliyle kendilerinde gösteriyorlar.
İşte, Kur'ân-ı Hakîmin mânevî mu'cizesinin bir lem'ası olan Risale-i Nur bu hakikati izahatıyla ispat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve mârifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hâtırı için Lâ mevcude illâ Hû[1] demeye mecbur olmuyor.
Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın dâimî huzuru bulmak için Lâ meşhûde illâ Hû[2] dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.
Belki “Ve fî külli şey’in âyetün tedüllü ennehu vâhidun” (Her şeyde Onun birliğini gösteren bir âyet vardır) parlak hakikatının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:
Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatı var. Âdetâ zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatının ve dünyasının direği kendi hayatıdır. Nasıl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de, herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını Lâ mevcude illâ Hû diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenâb-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için Lâ meşhûde illâ Hû deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden “Ve fî külli şey’in âyetün tedüllü ennehu vâhidun” sırrıyla, yani, zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var.
İşte Hüve Nüktesiyle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen işaretler vardır. Risale-i Nur, bu hakikati izahatıyla ispat etmiş. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmişler.[3] Demek, bu dehşetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtır ki, Kur'ân-ı Hakîmin i'câzıyla bu hakikat tafsilâtıyla ihsan edilmiş, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâşir olmuşlar. ”[4]
Bediüzzaman insan şuuru ve bu şuurun neticesi olan hususi kâinat, hususi Rububiyet ve hususî Uluhiyet algısının Tevhid’in temel taşı olduğunu bu metinde özellikle vurgular. Bu çerçevede insan şuurunun varlığı ile din ve teklif, dinin temeli olan tevhid hakikatleri tahakkuk eder.
Vahdet-i Vücud’un Noksan ve Kusurlu Algısı
İbn-i Arabî, aşkın istiğrakından uyandığı, şuur ve aklıyla kâinata nazar ettiği zaman kalbin daimî vuslat arzusunu aklın düsturları çerçevesinde tatmin etmek için, Cenab-ı Hakk’ı “ayn-ı mutlak” (Mutlak Öz ve Hakikat), mahlukatın bâtınını, “ayn-ı mukayyed” (sınırlı öz) fakat ayn-ı mutlak ile aynı olan bir “ayn” olarak görür ve algılar. Oysa mutlak, yalnızca mutlaktır. Mahlukatın bâtın boyutunu, ayn-ı mutlak kabul etmek, mahlukat sayısınca mutlakların varlığını kabul etmek anlamına gelir. Oysa bu ıtlakın sırrı olan istila edicilik mahiyetine bütün bütün aykırıdır.
Üstad Bediüzzaman’ın tespit edip vurguladığı üzere ıtlak ve mutlakıyet hakikati ikinci bir hakiki varlığa müsaade etmez. Fakat ilmin ihatası sırrıyla, sınırlı ve sonlu varlıklar yaratılarak şehâdet âlemini inşa eder. Mahlukatın vücudu, kudret-i İlâhiyenin sabit tecellisi olan zerrelerin terkip ve tahliliyledir. İbn-i Arabî’nin vücud adını verdiği mahlukatın “ayn” ı İlâhî kudretin sabit bir cilvesine dayanmaktadır. Ki kuantum mekaniğine göre bu vücud “sabit bir dalga” dan meydana gelmektedir. Zahiren yekpare ve dopdolu görünürken yakından müşahede edildiğinde bir birinden, kendi ölçeklerinde, çok uzak olan elektron ve çekirdeklerden meydana gelen, çoğunluğu boşluktan oluşan izâfî bir vücud mahlukatta görünmektedir. İlâhî hakiki vücud ise Samediyet sırrıyla, boşluksuz ve somdur.[5]
Bu çerçevede mevcudattaki izafî vücudu, vücud-u İlâhînin hakiki varlığı ile aynı görmek kategorik olarak, ilmen ve mantıken tutarsız ve imkânsızdır. Zâtî bir vücud, parçalanamaz, bölünemez ve asla kendinde bir etki kabul etmez. Buna mukabil insan ve diğer mahlukatın vücudu parçalanabilir, bölünebilir, etkiye açıktır ve çokluğun birliğinden meydana gelir. Bu noktada kalbin vuslat arzusu ile, bu izafi vücud içinde faal olan kudret-i İlâhiyeyi kudsiyetle hissetmek kişiye manevi bir lezzet ve zevk verse de akıl noktasında, bu ayniyet mümkün değildir. Akıl çerçevesinde insan varlığı ve mahlukatın varlığı “Heme Ezost” (Her şey O’ndandır) sırrıyla, Allah’ın zâtî ve mutlak kudretinden bir cilvedir fakat kudretin zâtı ve kendisi değildir. Ayniyeti kabul etmekte bu durumda yine aynı paradoks oluşmaktadır: Mahlukat sayısınca zâtî ve mutlak kudretler…
Tevhid hakikati burada anahtar vazifesi görerek mahlukattaki kudret cilvesini, güneşin kabarcıklarda görünen cilvesi gibi veyahut denizin dalgaları gibi görür. Dalganın denizsiz, cilvenin güneşsiz bir ân-ı seyyale dahi var olamayacağını ve aradaki irtibatın devam etmesiyle o dalga ve cilve için bir bekanın mümkün olduğunu izah eder. Bu çerçevede Şehadet âlemi, bir Tevhid âlemidir. Vahdet algısı ile bu âleme bakmaya çalışmak nihayetinde mecburen kâinatı mutlak kabul etmeye, Allah’ı da bu mutlak kâinatın ruhu olarak algılamaya ve bir Vahdet-i Mevcud (Panteizm) algısına sapmaya insanı vardırır. Oysa Kur’anın net olarak bildirdiği üzere Cenab-ı Hakk zâti hayat ve varlık sahibi Hayy-ı Lâyemût ve Hayy-ı Kayyûm’dur. Semavat ve arz ve arasındakiler “halk” fiiliyle icad edilen bir “mahluk”, emir fiiliyle ihya edilen bir “me’mur”, ca’l fiiliyle inşa edilen “mec’ul” dürler. Cenab-ı Hakk ise Halık, Âmir, Câil, Bâri ve Musavvir’dir.
Akıl ve kalbin yolculuklarının kemal seviyesini, Hakk hakikatini idrak boyutunda bir ârif modelinde Rene Guenon ve âşık modelinde Hallac-ı Mansur modelinde görebiliriz. Hallac-ı Mansur hislerinin coşkunluğu içinde “ Ene’l-Hakk” derken, Rene Guenon irfânının verdiği sekînet, sükûnet ve yakîn ile “Hüve’l-Hakk” der.[6] “Ene” (Ben) demek, bir odak noktasını, odaklamayı ve nihayetinde kendine indirgemeyi gösterir. “Hüve” ise mutlakıyeti ve sınırsızlığı ifade eder. Ki Rene Guenon’un algısı Kur’an ile tam manada örtüşür. Âyette denildiği gibi “Ennallâhe hüve’l-hakk” (Hacc suresi, 62) Bu çerçevede diyebiliriz ki Rene Guenon, şehadet âleminde tevhid hakikatinin ve tevhid-i şuhûdun dilidir; Hallac-ı Mansur ise, vahdet-i vücudun dili ve ilancısıdır.
Tevhid ve Vahdeti makamlarında yaşayan Hz. Peygamber (ASM), Bakara suresindeki “Fezkurûnî ezkurkum” (Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim)[7] âyeti ve İnsan suresindeki “Hel etâ ale’l-insâni hıynun mine’d-dehri lem yekün şey’en mezkûra” (İnsanın üzerinden nice zamanlar geçmişti de insan anılmaya değer bir şey olmamıştı.)[8] gibi âyetlerden aldığı dersle Zât-ı Akdes-i Mutlak’ı iki boyutla tanır: Fâil ve Mef’ul… Allah, kulunu zikrettiğinde Allah, “Zâkir”, kul “ mezkûr” dur. Burada İlâh-ı Mutlak olarak Allah, kulunu zikreder. Kul, Rabbini kendi şuuru çerçevesinde zikrettiğinde Allah “Mezkûr”, kul ise “zâkir” dir. Kulun zikri, İlâh-ı Mu’tekad boyutuyla Allah’a yöneliş ve sesleniştir. Âyetteki sıralama gösteriyor ki kulun zikri, Allah’ın kulunu zikrinin sebebidir; kul Allah’ı zikretmediği ve unuttuğu zaman Allah kulunu zikretmez.
Bu çerçevede kulun İlah-ı Mu’tekad boyutuyla Allah’ı zikri, Allah katında makbuldür ki, O da kulunu zikretmekle cevap verir. Bu çerçevede “Kulun İlâh-ı Mu’tekad’ı kendi sanatıdır. Bu cihetten kişinin İlah-ı Mu’tekad’ını tenzih ve takdis etmesi, kişinin kendi nefsini tenzih ve takdisidir” diyen İbn-i Arabi’nin bu iddiasının Kur’an’a aykırı bir iddia olduğu net olarak görünmektedir. Ayrıca Fatiha Suresi’ndeki “Elhamdülillah” lafzının “Her kimden her kime karşı olursa olsun ezelden ebede kadar yapılan bütün hamdler Zât-ı Vâcibü’l-Vücud olan Allah’a mahsus ve Ona aittir” manası hem mevcudatın vücudunu ikrar eder, hem onların şuurlu şekilde hamd ve tesbihte bulunduğunu kabul eder, ayrıca mahlukatın, hamd ve tesbih etmek için icad edildiğine dair Kur’an’daki onlarca âyetle örtüşür ve tevhidin hak olduğunu ifade eder. Bu çerçevede insan Allah’a hamd ettiğinde insan “hâmid”, Allah “Mahmûd” olur. Mahlukatın hamde layık şekilde kemal-i san’at üzere yaratılışı noktasında ve Hz. Peygamber’in (SAV) İlâhî kelamda “Muhammed ve Mahmûd”[9] isim ve sıfatlarıyla yâd edilmesi boyutuyla bakıldığında Allah “Hâmid”, kul “mahmûd” olur. Kur’an’ı ve kâinat kitabını Tevhid-i Mutlak ve Ehadiyet-i Külliye çerçevesinde okuyan Hz. Peygamber (ASM) Cenab-ı Hakk’a, Cevşenü’l-Kebir isimli harikulade münâcâtında, kendi şuurunu iptal ve inkar etmeden tevhid-i hakikat ve hakikat-i tevhidde zirve şekilde şöyle seslenir:
Ya hayra zâkirin ve mezkûr
Ya hayra şâkirin ve meşkûr
Ya hayra hâmidin ve mahmûd
Ya hayra şâhidin ve meşhûd
Ya hayra dâin ve med’uvv
Ya hayra mucîbin ve mucâb
Ya hayra munisin ve enîs
Ya hayra sâhibin ve celîs
Ya hayra maksûdin ve matlûb
Ya hayra habibin ve mahbûb
Sübhaneke ya la ilahe illa entel-emanül eman hallısna minen-nar.
“Ey yâd edenlerin ve yâd edilenlerin en hayırlısı
Ey şükrü kabul edenlerin ve şükredilenlerin en hayırlısı,
Ey övülenlerin ve övenlerin en hayırlısı,
Ey görenlerin ve görülenlerin en hayırlısı,
Ey çağıranların ve çağrılanların en hayırlısı,
Ey cevap verenlerin ve cevap verilenlerin en hayırlısı,
Ey ünsiyet verenlerin ve Kendisiyle ünsiyet edilenlerin en hayırlısı,
Ey bütün dostların ve meclis arkadaşlarının en hayırlısı
Ey bütün maksut ve matlupların en hayırlısı
Ey sevenlerin ve sevilenlerin en hayırlısı,
Bütün kusurlardan münezzehsin, Senden başka ilâh yok! Emân ver bize. Bizi unutulmak, karşılık görmemek, yerilmek, görmezden gelinmek, çağırılmamak, cevap verilmemek, kimsesizlik ve yalnızlık, sahipsizlik ve arkadaşsızlık, hedefsizlik ve isteksizlik, sevilmemek ve sevmemek azaplarından ve ateşlerinden kurtar.” (94. Bâb)
[1] Vahdet-i Vücud ehlinin sözü…
[2] Vahdet-i Şuhud ehlinin sözü…
[3] Alaaddin-i Attar (KS) Hz.leri gibi…
[4]Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası-11, 64. Mektub.
[5] Arapça lügatlar Samed kelimesini, som ve boşluksuz olarak izah ederler.
[6] Rene Guenon, Taoizm ve İslam Maneviyatı… Dolayısıyla Rene Guenon, bu cümlesiyle aynı zamanda “Ene’l-bâtıl” demiş olur ki, bu ifade tam bir tenzih, aklî irfan ve tevhidi ifade eder.
[7] Bakara suresi, 152.
[8] İnsan suresi, 1.
[9] Fetih suresi, 29 ve İsra suresi, 79.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.