Erdem AKÇA
Rahmân’ın ve Rahmaniyetin Kulları
Kur’an’dan Hakikat Noktaları ve Hikmet Nükteleri-22
İmam Zehebî yazdığı Tarih-i İslam isimli kıymetli eserinde Kur’anın ve hadislerin anahtarı olacak bir rivayet aktarır: “Bedir savaşında Muhacirlerin parolası Yâ Benî Abdurrahman’dı. Ensar’dan Evs kabilesinin parolası Yâ Benî Abdullah idi. Hazreç kabilesinin ise parolası Yâ Benî Ubeydullah idi. Sahabelere bu parolayı Allah Resulü (SAV) öğretmişti.” Bu parola Mekke sahabeleri ile Medine sahabeleri arasındaki manevi kaliteyi Benî Abdurrahman ve Benî Abdullah ile ayırt ettiği gibi; Ensar’ın arasındaki kalite farkını da Benî Abdullah ve Benî Ubeydullah ayrımı ile gösterir. Arapça’da Ubeydullah, ism-i tasğir olup “Küçük Abdullah” anlamındadır. Bu çerçevede Evs kabilesi sahabeleri (cenazesine 70.000 melek katılan Sa’d bin Muaz gibi…) manevi kalite olarak Hazreç sahabelerinden daha ileri konumda idi diye bu parolandırmadan anlıyoruz. Aynı şekilde Mekke’nin zor şartlarında imanları çelikleşmiş, her biri akrebiyet altını haline gelmiş sahabelerin Medine’nin gümüş kıvamındaki sahabelerine göre daha ileri halini Hz. Peygamber (SAV) Benî Abdurrahman ve Benî Abdullah ve Ubeydullah ayrımı ile göstermektedir.
Kur’an’ın Haşir suresi ve başka birçok suresinin işaret ettiği, Muhyiddin-i Arabî (KS) ve Bediüzzaman Said Nursi (RA) gibi âlim ve âriflerin tespit ettiği üzere hilkat âlemini, fâni dünyası ve baki Ahireti ile, isteyen “rahmet hakikati”dir. Rahmet sıfatı, kerem ve ikram şeklinde önce ruhları yarattı, sonra da ruhlara gelişim ve kemal zemini olan şehadet âlemini ve imtihan dünyasını kurmak istedi ve kurdu. Hatta kullarının rehberi olması için vahiy sistemini ve Kur’anı yine Rahmaniyeti ile ikram etti. İnsanın hilkatindeki gaye olan hakikati bilme, hakkı görme ve hakkı ihlasla beyan etme sıfatını yine Rahmaniyeti ile insana talim etti. İnsan ve cinlerin hilkatini de bir ikram olarak Rahmaniyeti ile istedi. Yaratılış âlemini ise gaybî ve şuhûdî, maddi ve manevi boyutuyla muvazeneler üzerine inşa etti. Bütün bu hakikatler Rahman suresinde madde madde işlenmiştir.
Bu çerçevede diyebiliriz ki Benî Abdurrahman lafzı, gaybdan ziyade şehadet ve hilkat âlemine mukabildir. Benî Abdullah ifadesi ise gayba mukabildir. Hatta diyebiliriz ki bir kişi iman hakikatleriyle “gayba iman” boyutunda yol alıyorsa o “Benî Abdullah”tır. Eğer yavaş yol alıyorsa “Benî Ubeydullah”tır. Fakat iman hakikatlerini 12 yıllık çileli Mekke medresesi ve tekkesinin talim ve tedrisiyle, iç dünyasına tahkikan oturtmuş, artık Miraç ile gelen İslam hakikatlerini muvazene-i ahkam içinde yaşamaya başlamışsa o artık “Benî Abdurrahman”dır.
Hatta iman-islam-ihsan sistematiği içinde diyebiliriz ki:
*Hakikat-i imanda yol alan kişi “Benî Abdullah”
*Hakikat-i islamda yol alan kişi “Benî Abdurrahman”
*Hakikat-i ihsanda yol alan kişi “Benî Abdürrahîm”dir.
Bu çerçevede diyebiliriz ki Kur’anın her bir suresi Bismillahirrahmânirrahim ile başlamasıyla her bir surenin “iman, islam ve ihsan” hakikatlerine bakan bir veya çok sayıda dersi içerdiğini ifade eder. Yalnız Tevbe suresi hariç… O sure “tevhid-i zât” makamında mutlak celal içerir ve bir “Celal Tarlası” dır. Neml suresi ise iki defa Bismillahirrahmanirrahim içermesi ile, iman içinde iman, islam içinde islam, ihsan içinde ihsan meselelerini içeren müstesna ve sırlı bir suredir.
Kur’an melekler[1] ve insanlar için “ibâdurrahman” (Rahman’ın kulları) tabirini kullanarak melekler ve insanların “ibadet ve islam” noktasında Rahman-ı Mutlak’a muhatap olduklarını vurgular. Fakat Rahmaniyet Zü’l-Celal ve İkram olarak kendini tavsif ettiği, melekler Kur’anda “Bel ibâdun mükremun”[2] (Bilakis onlar ikrama mazhar kullardır) şeklinde tavsif edildiğinden diyebiliriz ki melekler, Rahmaniyetin celali, azabı ve gazabı ile muhatap değillerdir. Rahmaniyete kemal manada muhatap günah işleyip musibetlere maruz kalabilen, sevap işleyerek nimetlere erişebilen mahiyetiyle Benî Âdem’dir (AS). Melekler, “takva” ile mes’ul değildirler; yalnızca ikrama mazhariyeti sağlayan “amel-i salih” ile muhataptırlar. İnsanoğlu ise,
*Nefsindeki nihayetsiz şer potansiyellerini tezkiye-i nefs ile “nihayetsiz hayr”a,
*Enaniyetindeki nihayetsiz habaset potansiyellerini terbiye ve tebrie-i enaniyet ile “nihayetsiz birr”e tebdil edebildiğinden “Rahman’ın kulları” ve “Benî Abdurrahman” lafzına bihakkın mazhar olabiliyor. Muhacirîn-i Mekke gibi… İlerleyen zamandaki Evs ve Hazreç’in Ensar-ı Medînesi gibi… Rıdvanullahi telala aleyhim ecmâîn.
Her insan tahkiki imanla Benî Abdullah, tahkiki islamla Benî Abdurrahman, tahkiki ihsan ile Benî Abdürrahîm olma ve Bismillahirrahmanirrahîm cümlesini hakkalyakin yaşama yolunda bir sâliktir.
Bu temel bilgiler eşliğinde Furkan suresi 63-77. Âyetlere baktığımızda görüyoruz ki Rahman-ı Zü’l-Celali ve’l-İkram “İbâdü’r-Rahmân” ın (Rahmân’ın kulları) hususiyetlerini şöyle sıralar:
a) “Onların en bâriz ve zâhir özellikleri, yeryüzünde nazik, hafif, sükunetle yürümeleridir. Câhiller onlara hitap şeklinde celalle, öfkeyle konuşup sataştıklarında derler ki: ‘Selam!’” Yani sizden bize zarar gelse de bizden size hiçbir zarar gitmez. Çünkü biz, kudsîleriz, Kuddûs ve Selam ismine mazharız derler.
b) “Hem Onlar Rableri için geceleri secde edici ve kıyam edicidirler.” Yani düzenli olarak teheccüd kılarlar. Özellikle onları secde hallerindeki mahviyet içinde görebilirsiniz. Sonra da kıyam esnasındaki cehd ve cihad şuurunda onları görebilirsiniz, diyor âyet. Ayrıca “Rahman’ın kulları halka karşı kıyamda, Hakk’a karşı secdededirler” diye işaret de ediyor.
c) “Hem onlar şöyle dua etmekle bilinirler: ‘Rabbimiz! Bizden Cehennem azabını çevir, bizi ondan uzaklaştır. Hak bu ki bu azab, alacaklılar gibi kişinin ensesinde soluğunu hissettirir; mücrimin peşini bırakmaz, anında acısını hissettirir.’” Yani Cehennem cezası kişinin hemen vicdanında başlayan bir azabdır. Günahın hemen akabinde azabının manevisi hemen geldiği, sonra da ölümün ardından da azabının maddisi hemen geldiği için ona “ikab” denilir. “Bizi, bu ikabdan kurtar.”
d) “Hakk bu ki Cehennem, ne kadar kötü bir yerleşilecek yerdir; hem ne kadar kötü bir yaşanılacak ve ikamet edilecek yerdir.” Demek Âhirete iman, Rahmân’ın kulları için ayne’l-yakîn belki hakka’l-yakîn derecede nettir. Hayatlarında Cehennem ve Cennet ile his bazında her an iç içedirler. Öyle ki, her günahta Cehennemden bir ateş korunu vicdanlarında hissettikleri, her an bu manada Cehenneme manen uğradıkları ve onunla içli dışlı oldukları için Âhirete imanları hakka’l-yakîne varmış. Hem her mevzuda ifrat-tefrit şeklinde iki yanlış, vasat tarzında bir doğru olduğu; hem yanlışlar ifratıyla ateş, yakıcılık ve Cehennem, tefritiyle zulmet, donduruculuk ve Zemherir tesiri verdiği için Cehennemi kendilerine çok yakın hissederler. O yüzden Rahman’ın kullarını Cennet umudundan ziyade Cehennem korkusu sarar. Ve Rahman’ın kulları Cehennemden kurtulmayı en büyük gaye bilirler. Bu sırdan dolayı Cevşenü’l-Kebîr’de Hz. Resul-u Ekber (ASM) “hallisnâ, ecirnâ, neccinâ” şeklinde 100 defa, 1001 Esma ve Sıfat-ı İlahiye’nin nurlu tecellilerini şefaatçi yapıp maddi ve manevi ateşlerden Rabbine sığınıyor, “El-Eman, El-Emân” diyor. İbadurrahman olduğunu gösteriyor.
e) “Onlar infak ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. Onlar bu ikisi ortasında bir kıvam üzere harcama yaparlar.” Yani Rahman’ın kulları muvazeneli ve mizanlı olurlar, iktisad ederler. Yani onların maddeyi, mal ve serveti kullanmaları şuurlucadır; ism-i Habîr’in kontrolü altındadır.
f) “Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha dua etmemekle, başkalarını ilah kabul etmemek, onlara hayatlarının muhafazası ve ihtiyaçlarının giderilmesini arz etmemekle tanınırlar. Hem onlar haksız bir şekilde, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi katletmezler. Hem onlar zina etmezler. Kim ki bunları işlerse, günahla karşılaşır.” Yani Onlar, hayatı kudretiyle veren ve rahmetiyle devam ettiren, vahiyle hayatı ebedileştiren ve Ahireti kurmakla kişiyi maddi ve manevi ikinci hayata kavuşturan Hayy-ı Kayyûm’dan başka birinin ilah olamayacağını bilirler. Bu yüzden, kudret ve rahmet mucizesi olan, her şeyiyle Hayy-ı Kayyûm’un elinde idaresi olan hayatın hıfz ve rızk ihtiyaçları için yalnızca Allah’a dua ederler. Kendilerinin ve herkesin hayatı, Hayy-ı Kayyûm’a ait olduğu için Onun haram kıldığı şekilde, haksız bir surette hiçbir masumu katledemezler. Hem rahmet seması olan ruhtan akıp gelen “mâ-i tahûr” olan nutfe ile dünyaya gelen bir hayatı, zina ile gayr-ı meşru surete çevirip kirletmezler, manen katletmezler, kürtajlarla da madden öldürmezler. Rahmân’ın kulları hayatı, hayatın sahibinin izni dairesinde, kudsiyet ve meşruiyet içinde yaşarlar. Öfkelerini yutarlar, şehvetlerinin esiri olmazlar. Gadabî ve şehevî kuvvetlerini de dengelerler. Aksi halde günahın cezasıyla karşı karşıya konulurlar.
g) “Onlar tövbe etmeden öldükleri zaman kıyamet günü azap onlara iki veya dört kat olarak verilir, artırılır. Hem onlar o Cehennem azabı içinde ölmez bir bedenle ve horlanacak bir şekilde kalırlar.” Çünkü onlar “Rahmân’ın kulları” olacak seviyeye gelmelerine rağmen böyle basit insanların işleri olan büyük günahları işliyor; sonra da Onun afv ve merhametinden ümit keserek tövbe etmeden ölüyorlar. Rahmân-ı Mutlak’ı gazaplandırıp azaplarını katmerlendiren sır, onların bir kâfir gibi Onun mutlak merhametinden ümit kesmeleridir. Câhil değiller ki, affedilsinler. Çünkü Rahmân’ın kulları seviyesine yükselmişlerken, “Şeytânın adamları” çukuruna düşüyorlar.
h) “Ancak bu günahlarından sonra şuurluca, merhamet-i Rahmân’dan şiddetli bir ümidle tövbe edenler, imanlarını tazeleyenler, sâlih amellerle amel edenler başkadırlar. Allah onları tekrar eski hallerine yükseltecek, bu yanlış fiillerini hayr ve hakk konusunda yapılmış tersten bir tecrübe ve öğrenme hükmünde sayıp kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Onlar bu halleriyle yüce ve yüksek bir hale gelecekler. Allah onlar için Ğafûr ve Rahîm olarak tecelli edecektir.” Allah, bazen kula, nefsinin emmâreliğini sonuna kadar yaşattırır. Tâ ki kişi, Allah’tan uzak bir hayatın ne olduğunu bizzat kendi iradesiyle isteyerek yaşasın. Bu noktada kişiye Allah olaylar diliyle der ki: “Bak, Benden uzakta sen busun. Bunu sen bizzat kendin istiyorsun. Çünkü Ben senin bunları yaşamanı istemiyorum, bilakis sana bunları yasaklıyorum. Nefsini bahane yapma! İstemediğin durumlarda nefsini de kırabiliyorsun. Bunları sen zevk etmek istedin. Öyle ki vicdanında pişmanlık ateşi yakmasam bu ateş ve lağım çukurunda kalmaya ve yanmaya razısın.” Bu kötü tecrübeler, imansız bir hayatın berbatlığını ve karanlığını yaşattırır. O yüzden tövbe ile, bu kişi bir iman tazelemesi yapar. Rahman ismi ile muhataplıktan tekrar Rahîm ismiyle muhataplığa geçer.
ı) “Her kim şuurluca, günahların acısını hissederek tövbe eder ve sâlih amel işlerse o hemen Allah’a tövbesi kabul edilmiş olarak tövbe eder.” Bu ve önceki âyetler tövbeden ve sâlih amelden bahsediyor. Belagat kurallarına göre burada iki farklı tövbe var denilebilir:
İlki sıradan bir tövbedir. İkincisi ise, has kulların tövbesidir. İlkinde kişi zaten Allah’ı, Ğafûr ve Rahîm olarak görüyor ve buluyor. Burada ise kasıt şudur: “Rahmân’ın kulları, büyük günahlarla, kalplerini hançerliyorlar. Kalpleri, Onun çepeçevre kişiyi kuşatan sıcak merhametini ve sevgisini hissedemez oluyor. Bu da onlara Allah’ın yokluğunu, bunun acısını ve karanlığını, soğukluğunu ve ürkütücülüğünü hissettiriyor. Bu ise, bir tahkik ve tahakkuka yol açar. Daha öncesinde böyle bir hali yaşamamış bir kişi, bunu yaşadıktan sonra tövbe ettiğinde, Ona sığındığında kat kat Onun rahmetini hisseder.” Daha önceki âyette tövbesiz günahların, bu Rahman’ın kullarına, azabı katmerlendireceği bildirilmiş ve tersinden şöyle demişti:
“Bunlar tövbe ederlerse onlara rahmet de katmerlenecek, muhabbet de…” Çünkü nefsâniyette küllileşen, dibe düşen, darmadağın olan birisi Rahmân’a iltica ettiğinde öyle bir yükselir ki, nefsâniyeti hakka’l-yakîn yaşadığı ve iğrençliklerini bildiği için, Rahmaniyetin kudsiyetini, külli ve umumi bir şekilde hakka’l-yakîn yaşar. Bu külli haliyle kat kat rahmeti, kat kat muhabbet-i Rahmânı hissedecek ve yaşayacak bir Ruhu’l-Kudüs haline gelir. Öyle ki, onun yapacağı tebliğ daha tesirli olur. Çünkü vicdanında haramın acıları ile helalin lezzetleri Cehennem ve Cennet gibi yan yana durur. Haramları, verdikleri manevi acılar ve manevi Cehennemi ile öyle yanıkça tasvir eder ki, kalpler iğrenir ve ürperir; helali ve Cenneti verdikleri manevi lezzetler ve zevkleri ile öyle bir ferah ile tasvir eder ve ettirir ki, kalpler hakka âşık olur. Bir Ruhu’l-Kudüs olarak kalplere hayat üfler, kalplerin yeşermesine vesile olur.
Bu 68-71. âyetler gösterir ki, Rahmân’ın kullarının nefisleri ölmez; veyahut mecazi nefs-i emmareleri anlık hatalarla onları çukura düşürebilir. Onların imtihanı bitmez. Tövbe edip etmemekle imtihana tabi olurlar. Bu âyetteki tövbe, “kalb tövbesi” değil “ruh tövbesi”dir. Hem ümitle tövbeden ötede pişmanlık, hacalet ve hiçlik içinde Rahmân’a iltica ve tahkikî bir İslamiyet manasında amellerin zevkine vararak amel etmektir. Bu zevke varma, amellerin yokluğunu ve acısını yaşamakla oluyor. Bu noktada Rahman’ın kulları tahkiki imanlarına tahkiki İslam da ekliyorlar.
i) “Onlar ki yalan şahidlik yapmamakla tanınırlar. Bu noktada lağv denilen boş sözler ve işlerle karşılaştıklarında oradan değerlerini ve kıymetlerini düşürmeden geçip giderler.” Yani onlar takvalıdırlar. Nasıl ki önceki âyette sâlih amel vurgulandı. Burada da takva vurgulanıyor. Özellikle, konuşma mevzuunda: Yalan şahidlik ve malayani konuşmalar… Bu şekilde takvaları da tahkik hale geliyor.
Takvanın başlangıcı, konuşma mevzuundadır. Cinayetlerin çoğu konuşmayla başlar veyahut konuşmayla alevlenir. Zinalar da konuşmayla başlar veyahut konuşmayla alevlenir ve ilerler. Hatta şirk dahi, konuşmaya dayanan bir yanlış fikir ve telkine dayanır. Bu noktada Rahmân’ın has kulları günah tecrübeleri sonrası amelde ve İslam’da bir tahkik yaparlar ve bakarlar ki: “Günahların başlangıcı, diline hâkim olamamaktır. Yanlış ve haksız konuşma kişiyi şirke, cinayete ve zinaya kadar götürür. Hem kuvve-i akliyesini, şirk ile yaralar, hasta eder; hem kuvve-i gadabiyesini, öfke ve cinayet ile yaralar ve hasta eder. Kuvve-i şeheviyesini de, zina ile yaralar ve hasta eder. Bu kişinin akıl-kalp-nefis, yani bütün hayatı Cehennem gibi olur, zehirlenir, kirlenir.”
Hatanın ilk başladığı nokta yalan şahidlik… Bu mesele illa ki mahkemede olacak değildir. Sosyal hayatta lüzumlu bir konuşmada çeşitli sebeplerle yalan şahidlikte bulunmak, bozulmanın ilk adımıdır. Çünkü yalan şahidlik, insanın acz ve fakrının işlettirilmesine dayanır. Çoğu yalan şahidlik ya korkutulma veya vehhamlıkla kişinin kendisinin korkması, kimi zamanda açlıkla tehdit edilmekle veyahut aç gözlülükle yapılır. Bu da Hak’tan korkmayı ve ihtiyaçlarını Hak’tan istemeyi bırakıp halktan talep etmeyi netice verir. Bu da onları neticede ilah edinmek hükmüne geçer. Bu şekilde hıfz-ı hayat ve idame-i ömür için halka yönelmek “Onlara dua etmek” ve “şirk” sayılır. İşte bu süreçle konuşma, itikadı ve kuvve-i akliyeyi bozar. Bu yalan şehadet ile, kişinin aleyhinde yalan şehâdet yaptığı kişinin öfkesi ona döner ve o kişi ona kin bağlar. Sonra da cinayet ortaya çıkar. Veyahut da bazen bir kadın kullanılarak, zina ettirtilerek yani kadınla avlanılmak suretiyle kişiye bu yalan şahidlik yaptırılır. Böylece kişi, şerre konuşma ile gider.
Kişinin iç dünyası konuşma ile açığa çıkar; fikrî bozuklukları, öfke ve şehvet noktasında düşüklüğü veya düşkünlüğü, zaafı ve iradesi hep konuşmasında belirir. Muhatapları da onu avlarlar. Bunlar da özellikle “lağv” (boş konuşmalar) kısmında belli olur.
Bu iki noktada “Allah’a ve Âhiret gününe iman edenler, yani Rahmân’ın kulları ya hayır söylesinler, yani söyledikleri hayra yol açacaksa konuşsunlar ya da sussunlar, yani konuşmaları şerre yol açacaksa sussunlar”[3] hadisi çok güzel bir rehberdir. Bütün şer kapılarını kapatan bir formülü, Rahmân’ın en has kulu Aleyhisselatu Vesselam bulmuş ve bu hadisiyle ifade etmiştir. Ki hadis “Onlar lağv denilen boş sözler ve işlerle karşılaştıklarında oradan değerlerini ve kıymetlerini düşürmeden geçip giderler.” âyetinin tefsiridir.
j) “Onlara Rabbinin âyetleri tezekkür edildiğinde bu âyetlere karşı sağır ve kör kesilmezler.” Yani kulakları ve kalpleri hakkı işitir ve hissetmeye çalışır; gözleri ve akılları, hakkı âyetlerin penceresiyle görmeye çalışır. Onların nefisleri şükürde büyüdüğü gibi, akılları da marifetullahta ve kalpleri de muhabbetullahta büyür.
k) “Onlar derler ki: ‘Ey Rabbimiz! Bize, eşlerimizden ve zürriyetlerimizden, göz aydınlıkları hibe et. Hem bizi, müttakilere imam kıl!” Yani onlar, nefis noktasında onlara ebedîyetin zevk ve lezzetlerini yaşatacak, ruh bütünlüğünü hissettirecek eşler ve ebedî hayırları onlara kazandıracak, babalarının aynası olacak oğul ve torunları Vehhab olan Allah’tan isterler. Hem akıl ve kalp noktasında da kendilerini hidayete ermiş, hidayete erdirecek hizmetlere yönelmiş ve müttaki kulların başı olanlardan kılmasını isterler.
l) “İşte o yüce şahsiyetli kişiler, bu hayattaki musibet, günah ve ibadetlere sabrettiklerinden dolayı Allah onları yüksek katlı binalarda ve Cennet’in yüksek tabaka ve kesimlerinde evlerde oturtmakla, ödüllendirir. Onun içinde de tahiyye (Allah’tan diriltilme hediyesi ile) ve kullardan da “Selam” ile karşılaşırlar.” Yani onların dünyası manevi Cennet ve Âhireti ise ebedî Cennet ve Saadet olur.
m) “Onlar onun tâ içinde ölümsüz olarak kalırlar. Orası ne güzel, hüsünlü bir istikrar ve yerleşme yeridir; hem ne güzel bir yaşama ve ikamet etme mekanı ve makamıdır.”
n) “(Ey Resûlüm) De ki: ‘Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.’ Siz, yalanladınız. Sonra azap sizin yakanızı bırakmayacak.”
Evet, kişiyi Cehennem’e sokan Rahmân olan Rabbine dua etmemesi; hayatının hıfz ve himayesini, rızık ve ihtiyaçlarını Ondan istememesidir. Oysa istese Rabbi onu hem yaşattırır, hem de her yönden kemale erdirir. Sadece nefsi değil, akıl ve kalbi de kemale yükselir. O vakit, nefsinin ve şeytanın kulu değil, Rahmân olan Rabbi’nin kulu olurdu.
Rabbim, cümlemizi bir “abd-ı Rahmân” ve “İbâdü’r-Rahman” dan eylesin. Âmin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.