Erdem AKÇA
Tevhid, Fıtrat ve Manevi Hayat Tabakaları-2
İKİNCİ REMİZ: Ba’zı eblehler var ki, Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın. Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir. O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.
Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir. Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş. Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..
Burada Üstad ilk şifreyi “ebleh” kelimesinde koymuş. Anahtar orada. Ebleh, ileri seviyede geri zekalı demektir. Kökü, belâhettir. Zıddı ise, zekâvettir. Zeki olanlar meselenin anahtarını elde ederler, diyor. Yani bu kısımda işin kabuğunda kalmamak, meselenin hakikatine geçmek gerekir. O zaman mesele anlaşılır.
“Güneşi tanımadıkları için…”: Güneşin varlığını bilmek ayrıdır, güneşi tanımak ayrıdır. Güneşi tanımak onun ışıması, sayısız şeylerde kendi görüntüsünü ışığı vasıtasıyla oluşturması, şeffaf şeylerde bizzat görünmesi, ısısıyla her şeyi ısıtması, ışığında 7 rengi olması, aynı anda sayısız şeye ışık ve ısı verebilmesi, aynı anda sayısız şey üzerinde ısısıyla değişiklik yapabilmesi ve yansımalar oluşturabilmesi gibi özellikleri görmek ile olur… Bu tanıtma bize nerede bir renk görürsek Onun güneşten olduğunu ve güneşe ait olduğunu bilme ve müşahede etme seviyesine bizi eriştirir. Güneşten uzaklaşan bir kişinin hayatının soğuğa ve karanlığa mahkûm olduğu anlayışına bizi ulaştırır. Bu noktada Üstad bizi bir konuda dikkate davet ediyor:
“Güneşi tanımadıkları için, bir âyinede Güneşi görse, âyineyi sevmeye başlar. Şedid bir his ile onun muhafazasına çalışır. Tâ ki içindeki Güneşi kaybolmasın.” :Dıştan bakılınca burada saçma bir davranış var gibi görünüyor. Fakat hepimiz bu saçma davranışı yapıyoruz. Nasıl ve niçin? Hepimiz aynayı seviyoruz, aynanın muhafazasına ve bekasına çalışıyoruz. Üstad bu noktada bir şey fark ediyor: Bizler aynaların bekasını neden istiyoruz, çünkü ondaki güneşin yok olacağını düşünüyoruz. Ayna var olduğu sürece güneş hep orada var olacak, hep görünecek. Biz de güneş ile irtibatımızı sağlamaya devam edeceğiz. Üstad burada tespiti yapıyor: Biz aslında aynayı sevmiyoruz. Biz aslında aynadaki güzelliği, kemali, o ışıltıyı seviyoruz. Biz onun kalıcılığını istiyoruz. Eğer ayna kalıcı olursa o cemal ve kemal de kalıcı olur diye düşündüğümüz için aynanın bekasını arıyoruz. Burada bir kör nokta var o da şu: Hislerimiz güzellik ve mükemmelliği aynanın zâtî özelliği biliyor. Ondaki güzelliği onun görüyor. İşte bu nokta mana-yı harfî mana-yı ismî, tevhid ve şirk ayrım noktası… O cemal ve kemal o şeyin zâtî özelliği mi yoksa onda bulunan başkasına ait bir tecelli mi? Buranın da anahtarı zâtî ve tecelli kavramlarının farkını bilmek… Bir özellik bir zâtta, zâtî ise, yani onun zâtından kaynaklanan bir özellikse o özelliği ondan hiç kimse alamaz ve ayıramaz. Mesela insanın sonsuz câhilliği var. Bilmediğimiz şeylerin sayısını da bilmiyoruz. Bizde azıcık bir bilme de var. Bizdeki zâtî özellik, bilmemek ve cehalettir. Tecelli özellik ise, ilimdir. Bilmediklerimiz, sonsuzdur. Biz bu sonsuz câhilliğimizle dünyaya geldik, o özellikle yaşıyoruz, onunla ölüyoruz, onunla diriliyoruz, onunla ebedî yaşıyoruz. İlimde ilerleyen kişiler ne diyorlar: “ Bildiğim bir şey varsa o da bir şey bilmediğimdir.” O halde insandan istenen bilmek değil, bilmediğini bilmek, cehaletinin onun zâtî ve aslî malı olduğunu fark etmektir. Hiç kimse insandan bu cehaleti söküp alamaz. Fakat bir kişi o insanın kafasına vuracağı bir darbeyle veya vereceği bir elektroşokla hafızasındaki bütün bilgileri silebilir. İnsandan alınabilen ve gidebilen bütün özellikler, “tecelli” sınıfına girer. Bütün vücudu felç olan birinin, kudreti gider. Çıldıran birisi, iradesini kaybeder. Kör olan birisi görmesini; sağır olan biri, işitmesini; ölen birisi hayatını kaybeder. Bu manada ilim, irade, kudret, işitme, görme, hayat bizde zâtî özellik değildir. Cevşen’deki Veyse’l-Karanî Hz.lerinin Münacatı bu konuyu güzel işliyor. Bu inceleme gösterir ki insandaki veya diğer canlı ve cansızlardaki güzellik de, mükemmellik de tecellidir. Eğer zâtîyet hakiki ve mutlak bir zâtiyete doğru yükselirse, Allah’ta olduğu gibi, o durumda onun sıfatlarının ondan ayrı olabileceğini düşünmek imkânsız olur. İnsanın zâtiyeti de hakiki bir zatiyet değil. Buna rağmen insandaki cehaleti komple kaldırmak, onu mutlak manada ilim sahibi yapmak ne kadar zor olduğu malumken İlahî zâtiyeti akıllar idrak edemez.
Kilit nokta burası, bizler diğer nesne ve kişilerde, cemal ve kemali görüyoruz. Onlar bir manevi güneş gibi, bize sıcaklık ve ışık ve renk veriyor. Biz onları hayranlıkla seyrediyor ve seviyoruz. Öyle seviyoruz ki o güzellikler kaybolmasın diye dua ediyor, onlar ölmesin diye hayatımızı feda ediyoruz. Oysa o da bizim gibi bir insan veya mahluk! Dert, orada gözüken o güzellik ve mükemmellik kaybolacak endişesi… O cüz’î güzellik ve mükemmelliğin aynaya başka birinden yansıyan özellikler olduğu idrak edilse, bütün kâinatta ve kendimizde, geçmiş ve gelecekte sürekli görünen güzelliklerin de aynı mahiyetten olduğu fark edilirse akla şu gelecek? “ Bu sayısız güzellik ve mükemmellik tecellileriyle kâinatı böyle manevi ve daimi bir Cennet’e dönüştüren Külli Cemal ve Bâki Kemal sahibi kim? O Mutlak Güzel ve Mükemmel kim? ” Akıl bu şekilde cemalden Cemîl’e, kemalden Kâmil’e şeklinde tevhid yolculuğuna çıktığı an karşısında Zâtî, Mutlak ve Bâki Cemal ve Kemaliyle Zât-ı Akdes’i bulur. Üstad burada meseleyi verir:
“Ne vakit o ebleh; Güneş, âyinenin ölmesiyle ölmediğini ve kırılmasiyle fena bulmadığını derketse, bütün muhabbetini gökteki Güneşe çevirir.”: Aynanın ölmesiyle ölmediği ifadesi, canlılar âlemindeki faniliği anlatıyor. Kırılmasıyla fena bulmadığı ifadesi, cansızlar âlemindeki fâniliği anlatıyor. Mesele bunu derk etmek… Bunun da derkinin yolu, her bahar yenilenen sayısız güzellikteki çiçekleri görmek; ölen ağaçlardan sonra dünyaya gelen yeni ağaçları; ölen insanlar ve Allah dostlarından sonra dünyaya gelen yeni insanlar ve Allah dostlarını görmek… Cansızlar dünyasında da Allah’ın sanatının sürekliliğini temaşa etmek… Bunu görmek, idrake vesile olur. Bu sürecin milyonlar, milyarlar yıl boyunca böyle olduğunu, ebediyen böyle olacağını, bu sanat ve güzelleştirme fiilinin zaman-üstü olduğunu fark etmek, idrak etmektir. İdrak hakikatin kalbe inmesi, kalbin hakikate iman etmesidir. Kalb hakikati idrak ettiği an, yönünü Baki Cemal ve Kemal sahibi Sani-i Mutlaka çevirir.
“O vakit anlar ki, âyinede görülen Güneş; âyineye tabi değil, bekası ona mütevakkıf değil.. belki Güneştir ki, o âyineyi o tarzda tutuyor ve onun parlamasına ve nuruna meded veriyor. Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, Güneşin cilvesine tabidir.”: Üstad bu meseleyi izah sadedinde 33. Söz’de beka bahsinde, zamanı bir nehre benzetir. Mahlukatı bu nehirde oluşan kabarcıklara… Cenab-ı Hakk’ı ise güneşe benzetir. Mahlukattaki hayatı, bir güneş cilvesi olarak ifade eder. Kabarcıklar patladıkça yeni kabarcıklarda hayalî güneşçikler görünüyor. Onlar da hayatla parlıyorlar, der. Yani kâinatı güzelleştiren hayat hakikatidir. Onu mükemmelleştiren şuur ve akıldır. Fani hayatların kabarcığın patlamasıyla ölmesi, fani şuurların kabarcık patlayınca sönmesi seni üzmesin, der. O kabarcıkları hayattar şekilde parlatan ve parlak gösteren bu hayat ve şuur tecellileri Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a aittir. O Bâkidir. Zaman ona tesir edemez. O zamanı etkisi ve kontrolü altında tutar. Dilediğine hayat verir, dünyaya gönderir. O dilerse bütün geçmişten daha güzel bir gelecek yaratır. Hayat ve varlık Onun elindedir. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye takılıp kalma! Hz. Ebu Bekir (RA) gibi “ Kim Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki o öldü. Kim Allah’a tapıyorsa bilsin ki O, ölümsüz Diri’dir ” demek… Bu hakikatli ve zâtîyetli bakış, fanilerden yüzünü bakiye çevirme dersidir. Hz. Ebu Bekir bize diyor ki: “ Sen, Hz. Muhammed’in (ASM) zâtını seviyor idiysen bil ki o da diğer faniler gibi öldü ve söndü. Eğer Ondaki cemal ve kemali seviyorsan bil ki o harikulade cemal ve o fevkalade kemal Zât-ı Cemil-i Mutlak ve Zât-ı Kemal-i Mutlak’ın Hz. Muhammed (ASM) aynasında görünen bir tecellisinden ibarettir. Ona aittir. Hz. Muhammed’in (ASM) cemal ve kemali değil! Sen aynaya ve aynanın bekasına aşktan vazgeçip Baki-i Hakiki’ye yönelirsen hakikati idrak etmiş, Sonsuz bir Cemal ve Kemali bulmuş olursun. Bu şekilde aynalardan vazgeçip aynada yansıyana yürürsen aynaların kırılmasıyla sen de kırılmaz, onların ölmesiyle sen de ölmezsin. Hakikat noktasında hayatın da, varlığın da, bekanın da tek kaynağı Cenab-ı Hakk’tır. Bütün hayat sahipleri canlılıklarını, varlık ve bekalarını Ona borçludur. Her şey hayatı ve varlığıyla Onun varlık, birlik ve diriliğine aynalık ederek hizmet ediyorlar. Her şey fanilik ve ölümleriyle de Onun bekasına, sermediyetine, hayat ve varlığının hakiki ve zâtîliğine işaret ediyorlar. Bu sağlıklı bakış ve hissediş insanın aklını, kalbini, ruhunu hatta nefsini, benliğini Allah’a odaklar. “Allah kuluna kâfi değil mi?”[1] ayetini yaşatır. Allah dostlarının ölümü, âlimlerin yok olması onu yeise düşürmez. Çünkü “Mutlak Dost ve Mutlak Âlim olan Allah var, O yeter ” dedirir. Bu manada bu zâtî tevhidi idrak eden kişi fanilerden yüzünü ve özünü tam manasıyla çevirir Hz. İbrahim (AS) gibi “İnni veccehtü vechye lillezi fatara’s-semavati ve’l-ard”[2] ( Ben yüzümü, özümü, ruhumu gökleri ve yeri bu fâni fıtratta yaratan döndüm, ona odaklandım ) der.
Allah’ın varlığı, hayatı ve bekası üzerinde derin tefekkürler, Onun sıfatlarının ve özelliklerinin zâtîliği konusunda derin inceleme ve hissedişlerden sonra kâinat ta ezelden ebede, dünya ve ahiret de bir aynalar âlemi olarak görünecektir. Aynalardaki parıltıların aynada görülmesinin devamlılığının kaynağının da ayna olmadığı idrak edilir. Mesela güneş ile ayna arasına bulut girdiğinde aynadaki görüntü kaybolur. Aslında bu gösterir ki ayna ne kadar baki olursa olsun onu kendi güzelliğine ayna kılan ona bakmadığı ve odaklanmadığı sürece onda bir yansıma oluşamaz. Bu durum gösterir ki yansıma başkasındandır, ona aittir. Aynaya düşen, yüzünü güneşe dönük tutmak, her an ondan o tecelliyi alacak şekilde bulundurmaktır. Buna “kulun Allah’tan rıza hali” diyoruz. Allah’ın tecellisinin aynada oluşması haline “Allah’ın kulundan razı olması ” hali diyoruz. Bu manada kâinatın aynalığı gösterir ki, Allah onların varlık ve hayatından razıdır. Bizim için Cennet’ten daha üstün olan rıza meselesi ise, bizim varlık ve hayatımızı iman ve amel ile hayatlandırmamız, mülk cihetimiz gibi melekût cihetimizi de Allah’a odaklayarak, Onun rızasına ermeye çalışmaktır. Mülkteki rıza bizi, fâni bir hayata mazhar etti. Eğer melekutûmuzda da rıza makamını elde eder ve Allah’a odaklı bir hayatı yaşarsak bu rıza bize bâki varlık ve ebedî hayatı kazandıracak. Bu kazancı zerre zerre hissettirecek… Allah’a odaklı olma nisbetinde kendi iç dünyasında Onun tecellilerini hissetme ve Onun tecellilerini şuurlu şekilde diğer şuur sahiplerine gösterme seviyesine ilerleme olur. Bu noktada Üstad diyor:
“Ey insan! Senin kalbin ve hüviyet ve mâhiyetin, bir âyinedir.”: Kalb için Üstad, Mesnevi- Nuriye’de şuurlu bir ayna ifadesi kullanır. Kendinde yansıyanı hissedebilen ve bilen bir ayna… Bu yönüyle kalb sonsuz saadetlere erişebilir, der.
Hüviyet: Bu kelime Külliyatta 2 manada kullanır. Ya kişinin kim olduğunu bildiren ve gösteren sureti manasında… Kişinin sureti diğer kişilerden ayrı olduğu için Onu zahiren de olsa bildiren bir alamettir. Veya kişinin zâtı, kendisi manasındadır. Bu yönüyle insanın kimliğini, kim olduğunu ifade eden yöndür. Asıl manası budur. Çünkü ikiz kişiler bazen o kadar bir birine benziyor ki onları ayırt edecek yön onların hakiki hüviyetleridir. Bu noktada Üstad, senin zâtın hakiki bir zatiyet değil; İlahî Zâtın varlığını ve birliğini ve bekasını bildirmek için yaratılmış bir aynadır. Sen Onun Hüviyetini ve Hüve ismini yansıtmak için var kılınmış bir hüviyeti taşıyorsun. Senin kim olduğun çok önemli değil! Çünkü sen âciz ve zayıfsın, fakir ve muhtaçsın. Fakat Onun kim olduğu, kimliği ve zâtî özellikleri çok önemli! Çünkü her şey ve herkes Ona muhtaç, Onun huzurunda çaresiz. Senin iradenle taşdan kuş olmaz ama O irade ettiği zaman lavlardan okyanuslar, buzullar çıkar. O istedi mi, yoku var, varı yok eder. Sen Onun iradesini, iradenin varlığıyla bildirmek, Onun kudretine kudretinle işaret etmekle vazifelisin, diyor.
Mahiyet: Bu kelime bir şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Yani fonksiyonları, neler yapabildiği ile ilgili… Mesela “ İnsan nedir? ” sorusunun cevabı insanın mahiyetinin izahı olur. Fakat “ Ahmed kimdir? ” sorusunun cevabı onun hüviyetinin izahı olur. Ayrım noktası, irade sahibi olup olmamaktır. Mesela bizler “ At nedir, ot nedir, taş nedir? ” diye sorarız. Bu gayet normal ve doğru! Fakat ata, Küheylan adını taksak, ota Benekli ismini koysak, hatta taşa da Kabataş adını koysak asla şöyle sormayız “ Küheylan, Benekli ve Kabataş kimlerdir? ” diye sormayız. Çünkü iradesi olmadığı için hüviyeti yoktur.
Bu noktada Üstad diyor ki, seni diğer insanlarla ve mahlukatla ortak kılan özelliklerin, seni herkesten ve her şeyden ayıran hususi özelliklerin de, yani mahiyetin ve hüviyetin de Allah’ın bir aynasıdır. Onun ilim ve iradesinden feyz alıyor. Üstad bu noktada tespite giriyor:
“Senin fıtratında ve kalbinde bulunan şedid bir muhabbet-i beka, o âyine için değil ve o kalbin ve mâhiyetin için değil.. belki o âyinede isti’dâda göre cilvesi bulunan Bâki-i Zülcelâl’in cilvesine karşı muhabbetindir ki, belâhet yüzünden o muhabbetin yüzü başka yere dönmüş.”: Üstad burada oku dışarıdan içeriye çevirdi. Dış dünya ayna olduğu gibi sen de aynasın, dedi. Dış dünyadaki aynaların bekasını istediğin gibi sen kendi varlık ve hayatının bekasını arzuluyorsun. Ta ki hayat ve varlık aynanda gördüğün güneşçik baki kalsın, yok olmasın. İşte burada Üstad kalbimizin gözünü açıyor: Sende bulunan şiddetli muhabbet-i beka, senin kendi bekan için değil. Çünkü sen baki değilsin. Sen sende görülen İlâhî tecellilere âşıksın. Onların bekasını arıyor ve istiyorsun. Ne senin suretin, ne senin kalbin, ne senin mahiyetin ve ne de hüviyetin bekaya sahip değil! Mahiyeti, hakikati, hüviyeti ile zâtî manada Baki olan Allah’tır. Sen bu kırılacak varlık şişesine değil, Baki Vacibü’l-Vücuda ve Kayyum-u Sermedî’ye dayan! Sen sönecek bu hayat ve şuura değil, Ezelî ve Ebedî, Baki ve Sermedi Zât-ı Hayy-ı Kayyum-u Mutlaka tutun! Ta ki bu fena âleminin dalgaları seni kapıp götürmesin. Senin fıtratındaki o aşk-ı beka, senin kendini sevmen, kendi bekanı sevmen için verilmemiş. Çünkü sende sana ait bir beka yok. O aşk, Baki-i Hakiki için verilmiş. Ki bir kalb, aşk ile Kendisine yönelirse o da rızasıyla o kalbe, mahiyet ve hüviyete beka cilvesi verir. Onu da kendisiyle bakileştirir. Fakat şart şu ki, o kalb, mahiyet ve hüviyet bir ayna gibi daima yüzünü Ona dönük tutacak… Aksi halde o cilveye sırtını çevirmiş ve o beka hissini kaybetmiş olur. O dilerse ve isterse seni de, sevdiklerini de rızasıyla bakileştirir. Eğer bu şiddetli muhabbeti Baki-i Hakiki’ye yöneltirsen, hem kendi bekanı hem sevdiklerinin bekasını Onun rızasıyla kazanırsın. Aksi takdirde hem kendinin hem sevdiklerini faniliğini acılar içinde yaşar bu kalbi perişan edersin.
Allah’ın beka verebilirliğinin bir işareti şudur: Yeryüzünde nesnelerin ve canlıların varlık ve hayat süreleri çok farklı… Saniyelik ömürleri olan mikroplardan tutalım, binlerce yıl yaşayan zeytin ağaçlarına kadar, onlardan tutalım milyar yıl yeryüzünde nesilden nesile devam eden canlı türlerine kadar bir hayat yelpazesi gösteriyor ki, mutlak ölülük olan mutlak yokluktan Mutlak Hayat sahibi olan Allah’ın iradesine doğru yaklaşıldıkça ve O irade ederse hayat, anlık olmaktan günlük, yıllık, asırlık, çağlık, binler-milyonlar-milyarlar yıllık süreçlere varacak şekilde uzayabiliyor. Bu durum gösterir ki, Allah dilerse dilediği kişi için ölümsüz ve sonsuz bir hayatı da verebilir. Onun varlığını da sabit ve baki kılabilir. Sabun köpüğünden çok kırılgan cam parçalarına, onlardan taşa ve demire şeklinde dayanıklılık ve kalıcılık noktasında farklılıklar olması gösterir ki, Allah isterse her şeyi köpük gibi dayanıksız, isterse taş ve demir gibi veya çok daha sağlam ve sarsılmaz metin varlıkla, baki kılabilir. O halde:
Mâdem öyledir. “Ya Bâki Entel Bâki” de. Yâni mâdem sen varsın ve bâkisin; fena ve adem ne isterse bize yapsın, ehemmiyeti yok!..: Evet, madem Baki ve Sermedi Hayy-ı Kayyum var. Ve madem şu anki varlık ve hayatımızı da yapan ve veren zâten Odur. Madem O varlığımızdan razı ve hayatımızı seviyor. Mülk cephemizin varlığı ve diriliği buna delildir. O halde melekut cephemizi Onun rıza ve muhabbetine tahsis ederek, aşk-ı beka ile Ona odaklandıktan sonra kendimiz hakkında fena ve zeval dosyasını ebediyen kapatabiliriz. Madem O Baki ve Sermedî’dir. Fena da gelse, zeval de gelse, ölüm de gelse, hatta ruhumuzu da yok etse yine önemli değil. Çünkü biz bize ait değiliz. Bizi yapan O, bize bizlik algısı veren O… O var olduktan ve baki olduktan sonra sorun yok. Mühim olan Onun varlığı, bekası ve devamı. O varsa zaten her şey var. O varsa o halde rızası ve muhabbeti de var. Rızası ve muhabbeti varsa her şey için beka ve ebediyet de var demektir. Onun bekası ve vücudu ile insan ve her şey için ebedî ve baki bir varlık ve hayat tahakkuk ediyor. Onun bekası ve rızasına aşk ile bağlanmakla insanın bütün sevdiklerinin de bekası ve ebediyeti tahakkuk ediyor. O halde “ Hasbiyallah” (Allah bana yeter) ve “Hasbünallahu ve ni’mel vekîl” (Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, koruyucudur.)
Remiz yönüne gelirsek: Her şeyin mahiyeti bulunuyor. Bu mahiyet, mantık bilimine göre, hakikat, hüviyet ve zâtiyetten oluşuyor. Bunlardan hüviyet, onun sureti ve zahiri… Zâtiyet, onun bâtını ve manası… Hakikat ise onun değişmez özelliği ve sabit özüdür. Dün neyse yarın da o odur. Fakat dün cüz’îdir, yarın küllî… Çekirdek ve ağaç gibi… Bu yönüyle her şey zaman-mekan aynasında kendini gösteren İlahî bir ilimdir. Hüviyet ve zâtiyetiyle an’da bulunur, bir mekana hapsolmuş surette… Fakat burada bulunmasının sırrı, hakikatini küllileştirmedir. Cüz’iyetten gelir (Evvel) külliyete gider (Âhir). Manası ise, külliyet kesbetmek için ta’lim ve cihaddır ( Zâhir ve Bâtın).
Fakat bu yolculukta külliyet kesbedebilmesi için Allah, kendine odaklılıktan (hodbinlik) çıkıp ruhuyla bedenini ayırmasını şart koymuş. Ayırmazsa kendini bedeninden ibaret zanneder. Ayırdığında ruh, Baki olan Allah’a odaklandıkça, maddeden sıyrıldıkça kendini İlâhî ilimde bulur, görür. Onun baki bir ilmi olduğunu hissetmeye başlar. “O beni bilsin yeter, O beni görsün yeter” mantığı ve ihlasıyla ruhu nefes almaya başlar. Ruh büyüdükçe, maddeye hâkim olur. Onun verdiği kuvvetleri, kendi kemali için kullanır. İlk durumda ise, madde ruhu hapseder, onu kendine hizmet ettirir. Altıncı Söz’de nefis namına kullanılan gözün süflî seviyesi, Allah namına kullanıldığında aldığı yüksek seviye bu meseleyi anlatır.
Fani bir cisim, tükenen kuvvet ile beraber baki bir ilmin eseri olan sayısız özellik bizde görünüyor. Aynadaki güneş temsili… Güneşi sevdiğimiz, onun bekasını arzuladığımız için yanlışlıkla bu fani bedenin bekasına âşık oluyoruz. Üstad bizi uyarıyor, ilim zamansız-mekânsızdır. Zamansız ve Mekansız olan Allah’ın en temel sıfatlarındandır. Alîm ismi açısından bakılırsa her insan ve her şey, İlahi ilimdedir, İlâhî ilimden gelir, yine İlâhî ilme döner. Biz İlahi ilmin şuurlu bir tecellisi ve aynasıyız. İlim, ölümsüzdür. İlmiyle âmil olmak bu ölümsüzlüğü yaşamak demektir. Çünkü İlâhî ilim ve hayatla temasa geçmektir. Bu açıdan hayat, bilfiil bekayı yaşamak demektir. İşte fiziksel hayattan kalbî, ruhî ve sırrî hayata doğru hayat küllileştikçe, bu ölümsüzlüğü daha iyi hissetmeye, ilmin bekasını tam manasıyla idrak etmeye ilerler. Eğer bildiği konular, sabit hakikatler ise, o hakikat hangi zamanda hangi mekânda görünüyor ve hükmediyorsa o büyük hâkimiyetin etkisi altına girer ve o etkiye tabi her şeyle bir birlik hissetmeye başlar. Eğer o hakikat Esmaü’l-Hüsna’nın hakikati ve sırları ise tam manasıyla zamansızlık ve mekansızlığı Allah ile, Onun bütün tecellileriyle ve icraatlarıyla birlik içinde hisseder. Bunun tek şartı, kendi aynası kırılsa da ilmin ve her şeyi bilen Muhît-i Mutlak’ın baki olduğunu, Hafîz-i Hakiki’nin Levh-i Mahfuzunda her şeyin muhafaza edildiğini, Hz. Azrail’in (AS) en değerli varlığımız olan ruhlarımızı sadece almadığını aynı zamanda onları koruduğunu bilmektir. Azrail, İbranice’de, Allah’ın en iyi koruyucusu demektir.
Asıl mesele kendi hakikatini, hüviyetini önce idrak etmek, sonra onları Kur’an ve Sünnet’in hakka uygun, hakikate tabi, itidalli, kudsî ve nurlu emir ve yasaklarıyla terbiye edip dünya içinde saadet-i ebediyeyi elde etmektir. O zaman ruh çekirdeğimiz, hayat ağacı haline gelir. Ruh, Ehadiyete aynadır. Ehadiyet ise, her şeyi kendinde toplar, cem eder. Ağaç gibi bir yapıyı süzer, toplar, onu bir çekirdek kılar. O çekirdeğin büyüyüp gelişmesi gerekir.
Soru: Bediüzzaman neden güneş temsili kullanıyor. Allah’ı güneşe benzetmek, “muhalefetün li’l-havadis” şeklindeki kelâmî düstura muhalefet değil midir?
Cevap: Kur’ana bütüncül bakıldığı ve ayetler arası bağlantılar kurulduğunda bu temsilin Kur’an tarafından refere edilmiş bir temsil olduğu görülür. Çünkü Yunus suresi 5. Âyet: “Hüvellezi ceale’ş-şemse zıyâen ve’l-kamere nûran” (O ki, güneşi ışık ve ayı nur kılmıştır) der. Nur suresi 35. Âyet ise “Allahu nûru’s-semâvâti ve’l-ard” (Allah göklerin ve yerin nurudur) der. Bu iki âyet beraber okunulduğunda görülür ki, Nur suresi 35. Âyete göre kâinat bir kamer (ay) ve Ondan yansıyan nur ise, Uluhiyet hakikatine ait tecellidir. Kur’an ayın ışık kaynağı olmadığını ve onun, güneşin ışığını alıp kırarak yansıtan bir ayna olduğunu Yunus suresi 5. Âyetle vurgulamasıyla, Uluhiyet’in menbaı olan güneş ile sembolize edilen temel bir boyut olduğuna işaret eder: Zât ve Zâtiyet, diğer Kur’anı tabirle: Hüve ve Hüviyet…
Bu inceliği Kur’an İhlas suresinde anlatır. İhlas suresi, “Qul Hüve” (De ki: O) cümlesiyle bir metne zâmir ile başlar. Oysa dilbilgisi açısından bir metinde zamir kullanabilmek için, daha önce bir ismin geçmiş olması gerekir. Zamir, bir isim sahibini, belirsiz kılmak ve bu şekilde zihinlerde ihtişam hissi uyandırmak içindir. Bu gramer kanununa rağmen İhlas suresinin, Hüve (O) zamiriyle başlaması, “Hüvâllahu ehad * Allahu’s-Samed” şeklinde devam etmesi gösterir ki, yaratılış âlemi, “Nur Âlemi” dir. Onun Yaratanı ise, Manevi Güneş’tir. Zâtının ismi “Hüve” dir. Bu manada Cenab-ı Hakk’ın, Ezel-Ebed’in Yaratıcısının Zâtını sembolize eden nesne, “güneş” tir. Bu cihetten dolayı Cenab-ı Hak, zâtı ve zâtiyeti ile tecelli edeceği zaman, rüyalarda ve manevi âlemlerde güneş olarak tecelli eder. Bu tecelli noktasında, Uluhiyet ise dolunay olarak sembolleşir.[3] Mahşer ve Âhiret âlemleri, Bediüzzaman’ın tespit ettiği üzere rüya, misal, berzah âlemleri ile aynı kanunlara tabidir. Mahşeri anlatan Zümer suresinin 69. âyeti “Ve eşrakati’l-ardu binuri Rabbiha” (Mahşer günü yer, Rabbinin nuru ile bir güneşin doğuşu gibi aydınlanır) ifadesiyle Kur’an bu meseleleri teyid eder.
Uluhiyet hayatın kaynağı, sürekliliği ve külliliği noktasında tecelli edeceği zaman, rüya, misal, berzah ve âhiret âlemlerinde ağaç suretinde tecelli eder. Bu manada Tur Dağı’nda Allah, bir ağaçtan Hz. Musa’ya seslenir; ilahlığını, eşsizliğini, hakikiliğini ve birliğini ilan eder.[4] Hz. Peygamber (ASM) de Mir’açta Sidretü’l-Münteha’da (Son Kiraz Ağacı) Uluhiyet Nuru’nu temaşa eder.[5]
Bu çerçeveden bakıldığında Risale-i Nur Külliyatı’ndaki “Kâinat Ağacı”, “Şems-i Ezel ve Ebed” şeklindeki temsiller ve teşbihler, Kur’anın özünden çıkartılan ve tamamen kelâm-ı İlâhîye uygun temsil ve mesellerdir. Risale-i Nur ile Bediüzzaman, İlâhî ve zâtî hakikatleri bu temsillerle sembolize edip bu müteşabih ifadelerin kasdettiği manaları ortaya koymakla kelam ilminde bir tecdid yapmıştır. Kendisinden kelam ilmini ders vermesini isteyen cami hocası olan bir talebesine şöyle der:
“Mektubunda ilm-i kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zaten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî ilm-i kelâmın dersleridir.”[6]
Kur’andan alınan bu ilm-i kelam ile, Hakikat ve Hakk yolunda alınan manevi mesafeyi şöyle ifade ederek aşk-ı bekanın tatmini noktasında ilmin önemini belirtir:
“ Ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü'l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde ve usûlü'd-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır.”[7]
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.