Sabri ALTUN
Erek dağında birkaç fasıl
Erek dağı buram buram…
Erek dağında ışık huzmeleri…
Erek’de gündüzler mi daha aydınlık geceler mi?
Erek’de Yeni Said'in güneşinin doğmadan önceki tan vaktidir.
Neden Erek dağına çıkmıştı?
Belki de Resulullah emrettiği için oraya çıkmıştır.
Belki de şeyh Abdulkadir Geylani hazretleri istediği içindi.
Yahut da âlemi misalle buluşma pisti olduğu için oradaydı.
Oradaydı işte…
Gündüzleri kimsenin gelmesini istemediği halde bazı önemli dostlarına da hayır diyemiyordu.
Ama fazla konuşmuyordu sadece derin derin dinliyor ufuklara bakıyordu.
Bazen izin verildiği kadarını söylüyordu.
İstikbalde çok büyük felaketler olacağını söylüyordu. Fakat kimsenin korkmaması gerektiğini de söylüyordu. “Allahın, İslam dinini yeniden himaye edecek gücü göndermesi yakındır” diyordu.
Talebelerine de şunu diyordu:
-“Cenab-ı Hakka iltica edin. Çünkü fena şeyler olacak…”
-“Neden ya Seyda” dendiğinde:
-“Bundan fazla konuşmama izin yok” diyordu.
Kimse ne zaman yattığını bilmiyordu.
Sabahlara kadar diz üstünde oturur dergâhı ilahiye ye iltica ediyordu.
Bazen tek başına geceleri çıkar, adeta sırra kadem basarcasına ortalarda gözükmezdi.
Dışarı çıktığında talebeleri onu aramayı düşünmezlerdi.
Çünkü ne kadar arasalar bulamayacaklarını biliyorlardı.
Zernabat suyu da garipleşmişti.
Mola Hamit kaç kez peşine takılmak istemiş suyun başına kadar takip etmiş, Zernabad’ın akışındaki gariplikle ürpermiş geri gelmişti.
Talebelerine bazı zamanlarını yasaklamıştı.
Özelikle akşam ve yatsı arasında kimsenin yanına gelmesini istemiyordu.
Seher vaktinde ise hiç kimse ne yaptığını bilmiyordu.
Sadece arada bir:
“Tamam ya Resulullah” diye ses işitirlerdi talebeleri.
Bazen de “Allahuekber” sedasıyla mağaranın titrediğini görürlerdi.
Hele bir “Hasbunallah” söyleyişi vardı ki her “Hasbunallah” dediğinde mağara aydınlanıyordu.
Bazen gece yarısı hışımla kalkar talebelerini uyandırır: “çabuk abdest alıp Allaha iltica edin” derdi.
“Bu kasavetli hava ruhumu daraltıyor. Bu boğucu bu zulümatlı havadan kurtulmanın tek yolu Allah’a iltica etmektir. Ben dua edeceğim sizde âmin deyin”
Böylece Resulullah’ın dualarıyla başlar Veysel Karani ile devam eder şeyh Abdulkadir Geylani ve birçok büyük zatın yaptığı tüm dualarla Allah’a iltica ederdi. Dua ve iltica sabah namazına kadar sürer sabah namazında adeta Fatiha suresini yaşayarak okur, okuduğu her ayette Erek Dağı titrerdi.
Namazdan sonra yine yalnızlığa çekilir sessizliğe gömülürdü.
Aslında o görünen sessizliği maddi gözle bakıldığı için öyle algılanırdı. Oysa sesiz denilen anlarında nasıl bir kavgaya girdiğini kimse bilmiyordu.
Habis ruhların dünyayı istila edişine engel olmaya çalışıyordu.
Maddi güçlerin tek başına işe yaramayacağını, kelimati tayibelerin azlığı sonucu tahribatın büyük olacağını biliyordu.
Bunun için maddi ve mana âlemlerini birden seyreder ikisini birlikte tahlil ederdi.
Her Cuma kasabaya iner Nurşin Camiinde vaaz veriyordu.
Ama vaazlarında bir tuhaflık vardı.
Daha önce işittikleri vaazlara benzemiyordu.
Dünyevi ve siyasi olarak da hiçbir şey konuşmuyordu.
Oysaki herkesin kulağı Ankara’da ve doğu illerindeki Şeyh Said isyanında, gözleri ise Bediüzzaman daydı.
Bediüzzaman'ın bu duruma dur demesi gerekiyordu.
Mustafa kemal yeni kurduğu meclisle yepyeni devrimler yapmış ülkeyi bambaşka bir atmosfere taşıyordu.
Bediüzzaman'ın vaazını dinlemeye gelenler sadece irşat olmak için gelmiyorlardı.
“Mart ve Nisan 1924’te yürürlüğe konulan bir dizi kanunla, mevcut dini kurumlar ortadan kaldırılıyor, devleti tamamen laikleştiren uygulamalar hayata geçiriliyordu. Bu yüzden bölgede, bağımsızlığı veya özerkliği isteyenlerin sayısı hızla artmıştı. Diğer yandan Türk milli devletinin kuruluşu sırasında, özellikle diğer kimliklerin aleyhine olarak Türklük özerine vurgu yapılması önemli sıkıntıları beraberinde getirmiş oluyordu.1925 yılının başından itibaren doğu bölgesinde baş gösteren huzursuzluk hızla artmaya başlamıştı.” (Bediüzzaman Said Nursu entelektüel biyografisi. Mary F.Weld)
Bu sebeple her Cuma Van’ın aşiret büyüklerinden bazıları Said nursi’yi dinlemeye gelir bir işaret vermesini beklerlerdi.
Fakat Bediüzzaman vaazlarının seyrini değiştirmişti.
Bu hal her kesin garibine gidiyordu.
Zira yeryüzünde İslam’ın siyasal gücü bitmek özereyken o kalkıp tevhit haşir ve ahret özerine vaazlar veriyordu.
Oysa kılıç çekme zamanı, hatta ölme zamanıydı.
Bunun için kör Hüseyin paşa defalarca Bediüzzaman'ın yanına gelmiş para teklif etmiş harekete geçirmek için ne yapması gerekiyorsa yapmıştı.
Bediüzzaman: “Ben bu vatanın evlatlarına asla kılıç çekmem, bu savaş böyle verilmez” demişti.
Hatta bir gün yine Nurşin camiinde vaaz verirken Kör Hüseyin paşa bölgenin tüm aşiret reislerini toplamış yine isyan edilmesinin gerekliliğini vurgulamıştı.
Bediüzzaman yine derin derin bakmış âlemi misalden âlemi şahadete seslenir gibi acıklı ve azar verici bir ses tonuyla:
“Şeriat böyle istenmez. Şeriatın anahtarı bendedir herkes yerlerine” demişti.
Ve sonra hiçbir şey söylemeden tekrar Erek dağının yolunu tutmuştu.
Gerçekten sadece zahiri nazarlar hakikati görme babında çok eksiktir.
Öyle ki molla Hamit bile bir gün dayanamamış sosyal siyasal olayların bu kadar İslam’ın aleyhine geliştiği bir zamanda durup ahiret ve tevhit özerine durmanın nasıl bir sonuç doğuracağı özerinde bir soru sormuştu.
Bunun özerine Bediüzzaman şöyle demişti:
“Benim gayem imanın temellerini sağlam inşa etmektir. Temel sağlam olursa zelzelelerle yıkılmaz.”
Ve molla Hamit o an duraksamış “zelzele” kelimesine takılmıştı.
-“Zelzeleler mi gelecek” diye içinden geçirmiş,”nasıl bir zelzele olacak” diye günlerce düşünmüştü.
Seydanın durgunluğu, Seydanın derinliği ve Seydanın başka dünyalardan sesleniş şekli Molla Hamid'i hem ürkütüyor hem de meraklandırıyordu.
Onun için her haliyle tanımak istiyordu.
Bazen Molla Resul'la dertleşiyor mola Resul’den hep aynı cevabı alıyordu.
“Sen Seydayı sakın bırakma ve fazlada düşünme. Ben onun ne olduğunu çok iyi biliyorum.”
Zaten molla Resul’da garibine gidiyordu.
Bölgenin en iyi mollalarından olduğu halde Bediüzzaman gelir gelmez her şeyi bırakmış yanına gelmişti.
Bu düşünceler kafasını kurcalayıp giderken zaman geçiyordu.
Ve o gün…
Günler asırlara gebeydi.
Ve asırlık çınarlar kabuk bağlamıştı.
Fırtına şiddetli olacağa benziyordu.
Molla Hamit kucağında ki odunları yere bırakırken içini bir ürperti sardı.
Üstad bu saat de kimsenin yanında kalmasını istemiyordu.
Çoğunlukla hep bu saat de dışarıda olurdu nereye gittiğini kimse bilmezdi.
Bu gün dışarıda korkunç bir fırtına olduğu için mağaraya gelmiş kendisine bir perde ile ayırdığı köşede ibadet ediyordu.
“Allahuekber “deyişini duymuş işte onun için ürpermişti.
Çünkü o” Allahuekber” sesini duyduğu an gözlerinin önüne çok garip şeyler gelmişti.
Hiç görmediği mekânlardı.
“Aman Allahım bu ne muhteşemlik” diye mırıldanmıştı.
Önce arşı sonra kürsüyü görmüştü.
Bir andı ama sonsuzluğa bedel bir andı.
Kaskatı kesilmiş gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
Eğer Üstad “keçeli gel buraya” demeseydi oracıkta taşlaşacaktı.
-“Keçeli gel buraya”
-“Senin geldiğini duymadım. İşte bunun için size ben yalnız kalmak istediğimde yanıma gelmeyin diyorum.”
Molla Hamit titriyordu.
Hiçbir laf etmedi.
Dışarı çıktığında Molla Resul’le karşılaştı.
Molla Resul: “hey bu ne hal sana ne olmuş ki böylesine betin benzin sararmış.”
Molla Hamit hiçbir laf etmeden Molla Resulü geri çevirdi.
-“Sakın içeri girme”
-“Hayrola ne oldu?”
-“Girme diyorum sana Seyda çok kızıyor.”
Molla Resul tebessüm etti.
-“Demek sen de gördün hee.”
Başıyla “neyi” diye işaret etti.
-“Seydanın bazı sırlarını...”
Molla Hamit tekrar titredi ve önüne baktı.
“Neden bu kadar önem verdiğimi anladın değil mi?”
Molla Hamit de hiç laf çıkmadı.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.