Meleknur ÖZDORUK

Meleknur ÖZDORUK

Mübalağalarımız

Hayatımız inişlerden çıkışlara, dönemeçlerden yamaçlara seyr ederken hakikatin hüsnünü perdeleyen örtülerden birini gösteriyor bize mübalağa bahsi. İhtilalci diye takdim edilen mübalağa meyli, acaba hayat manzaralarımızda nasıl endam ediyor? Bu dersin talimiyle anlıyoruz ki onu ademî bir seciye olarak şu üç surette işletiyoruz:

1. Telezzüz ettiklerimizde meylü’t tezeyyüd olarak tezahür ediyor.

Kuvve-i şeheviyeden beslenen lezzetleri ziyadeleştirme meylimiz var. Hâlihazırda insanlık, her geçen gün zahiren daha şaşaalı hazlara müptela olmaya sevk ediliyor. Mana-yı ismi ile uzanılan bütün hazlar, mübalağa meylinin girdabından kurtulamıyor zira. Sonra bağımlılıklarımız, esaretlerimiz ve dahi hırslarımız… Mesela galip gelme, haklı çıkma, hizaya getirme, nefsi müdafaa şehvetlerimiz… İfrata uzanan her şeyimiz mübalağaya bulanmış değil midir?

Evet, lezzetlerimiz sermayemizden. Lezzet-i mukaddeseyi derhatır etmek… Beden kuyusundan azat olanlar misali, onu terakki vesilesi etmek… Tabağındaki kızarmış tavukla münasebeti galib esmasına (ism-i Hayy) uzanan Gavs hazretleri gibi, eşyayı hakikat namına dünyasında buyur etmek… Mana-yı harfi nazarıyla telezzüz etmek, dönüp dolaşıp ihlas niyetimizi lezzetlerde de tazelemek… Her şer’i hüküm, abdiyet makamındaki her mesuliyet, insanın yüzünü vasata/hüsne doğru döndürecek esbab demek.

Anlıyoruz ki günlük hayatın akışında yeme içme, uyuma, alışveriş gibi muamelelerde dinin hadd-i vasata teşviki, daha ince duyularımızda bir zemin teşkili mahiyetinde. Ekmekte, suda tevhidî iktisada alışan biri için nefesin israfı, kelamın israfı veya duyguların israfı daha kolay engelleniyor olsa gerek.

Güzeller Güzeli’nin (sav) tebessümleri gelsin hatırımıza. Gülmenin en ahsen timsali; mütebessim ahvali nasıl bir tevhid okuması yaptırıyor… Nazik, zarif, tekellüfsüz, fıtri, selim tebessümünün sıbgasında ne dersler saklı… Modern zamanın asık suratlı veya samimiyetsiz kahkahalı meclislerinde nasıl daralıyor değil mi kalbimiz?

2. Vasfettiklerimizde meylü’l mücazefe olarak tezahür ediyor.

Lafza döktüğümüz ve dökemediğimiz sıfatlandırmalarımız mücazefeye bulanma ihtimaliyle karşı karşıya. Belki mücazefenin yanından yöresinden geçiyor, belki nicedir saplanmış, balçıktan kurtulamıyor tavsiflerimiz. Vasıflandırmalarımızda hakikatin akislerini yakalamak için onu gölgelerden, perdelerden ve toz topraktan azade kılmak lazım geliyor demek ki.

Haydi âlemimizde kendimizle ilgili sıfatlarımıza nazar edelim. Zira “ilim kendin bilmek”ten gayrı başlar mıydı hiç? Bu mahrem alana korkmadan girip baksak... Acaba örtük kibirlerimiz, kendimize atfettiğimiz gizli firavunluk emarelerimiz var mıdır? Ah, nefsin mahiyeti… Sahi, kibir de mübalağadan değil mi? Ne diyordu bu bahsin mebadi cümlesi? “Mübalağa ihtilalcidir.” İşte belki de hayatımızın bozguncusunu, ihtilalcisini yakalamak böylece mümkün olabilir mi?

Enfüste böyle böyle ilerlemelerden sonra, afaki vasıflarımıza uzanabiliriz. Herkesi kendinden iyi bilmek ne kadar kıymetliyse, birilerini ifrata varan tavsiflerimiz de bir o kadar ademî. Kimsenin (ve elbet kendinin) kusurdan, noksaniyetten pak olmadığını bilmek, hakikatli muameleleri, merhameti, muaveneti, affetmeyi, hoş görmeyi ziyadeleştirse gerek.

Öte yandan tablacının hakkını vermekten de insani tavırlardan da imtina etmemek… Teşekkürü, gayretlerin takdirini, mana-yı harfiyle iltifatları, zarif nükteleri, yerinde latifeleri Hak âşıklarının, hakikat sevdalılarının hayatında görmüyor muyuz?

3. Hikâye ettiklerimizde mübalağa meylimiz tezahür ediyor.

Tahkiyeler, hadisat üzerine kurulur. Hadise dediğimiz şey de şehadet âlemine yansıyan ilim, irade ve kudretin âyetleri değil midir? O hâlde bir hadisenin naklinde (mübalağa yoluyla) mücazefeye gitmek ne anlama geliyor? Gözümün nûru söylesin:

“Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira mücazefe kudrete iftiradır ve ‘Daire-i imkânda daha ahsen yoktur’ olan sözü, İmam-ı Gazalî'ye dediren hilkatteki kemal ve hüsne adem-i kanaattır ve istihfaf demektir.” (Muhakemat, 29)

Anlıyoruz ki muhibb-i din ve âşık-ı hakikat olmaya namzet kişi, kanaat edecek. Yani kâni olacak. Yani ikna olacak. Neye ikna olayım? İmkân dairesinde daha ahsen olmadığına! İlim, irade ve kudret âyetlerinin kemaline. Hüsn ile tevafuk etmek istiyor isem elbet! Yani daire-i imkânda her şey ahsen, amenna. O hâlde benim de ifrat tefritlerimi vasata çekmeye çalışarak güzelleşmem gerekiyor ki afaktaki hüsn ile tevafuk edeyim. Peki, hüsnün hassesi neydi? Muvazenet ve tenasüp. Hüsne yaklaşmak istiyorsam, bu mizanlara aşina olmalıyım hâliyle. Muvazenetin nizamı, tenasübün ahengi, ölçüsüzlüğü, karmaşıklığı kaldırmaz zira.

Velhasıl “Müstağni olmak!”

Hakikatin simasında Şâri’in mührü var, diyor ey aziz. Ve o mührün itibarı müstesna, hakikat her şeyden müstağni…

tablo.png

Evet, insanız. Madem mübalağa dahi beşerin ademî seciyesindendir, marazidir… Madem biz de mariz bir asrın çocuklarıyız. Madem bir parça frengi de okumuşuz. Daha ziyade yaralarımız vardır. O vakit:

“..mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.” Barla Lâhikası/275

*

(Yazıda Muhakemat, Birinci Makale, Yedinci Mukaddime’den istifade edilmeye niyetlenildi. Kusuratımızı Cenab-ı Allah affetsin.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
8 Yorum