Evimiz Nurcuların biraraya geldiği mekandı-ÖZEL
Doğduğundan bu yana Risale-i Nur dairesi içinde yer alan Muhsin Demirel Risale Haber'e konuştu. İşte röportajın ilk bölümü
Nurettin Huyut'un röportajı:
Muhsin Demirel; Üstadı görmüş ve elini öpmüş daha sonra eşiyle beraber Risale-i Nur hizmetine girmiş anne-babanın zeki bir evladı.
Doğduğu ev İstanbul’da hizmetin merkezi olmuş. Çocukluk yılları Üstadın has talebelerinin arasında, gençlik yılları Risale-i Nurların ilk defa matbaada basılmasına şahitlik ederek ve bizzat basım hizmetlerinde bulunarak geçmiş. Tevafuklu Kur’an’ı defaatle yazmak ve bastırmak nasip olmuş. Bugün ise İslam Tarihinde yayınlanmış tüm mevsuk duaların toplanmasına çalışan gayretli bir insan.
Bu röportajda bir çok ilkleri okuyacaksınız. Mesela:
Risale-i Nur talebeleri İstanbul’da ilk defa hizmeti nasıl ve nerede başlattı?
Risale-i Nurlar ilk defa basıma nasıl hazırlandı?
Risale-i Nurlar uçak ile nasıl dağıtıldı?
Tevafuklu Kur’an ilk defa nerede yazıldı ve ilk defa nerede basıldı? İlk defa Hizbulenvarıülhakikinnuriyenin basılması nasıl gerçekleşti?
KENDİ İFADELERİYLE MUHSİN DEMİREL
Öncelikle Muhsin Demirel’i kendi dilinde tanımak isteriz.
1954 yılında Eskişehir’de doğdum. Aslen Burdurluyuz. Babam asker olduğu için, orduda pilot olarak vazife yaptı. Anadolu’nun muhtelif yerlerine tayin olduğu için, biz Eskişehir’de doğmuşuz rahmetli biraderim (Hüseyin Demirel) Erzincan’da doğdu, hemşirem (kız kardeşim) İstanbul’da doğdu bu askerliğin bir cilvesidir, memuriyetin cilvesidir. Çok küçüklüğümde İzmir ve Ankara’ya gitmişiz fakat daha sonra 3 yaşındayken İstanbul’a tayin çıkınca çocukluğumuzun bir kısmı ve gençlik İstanbul’da geçti. 1980 yılında da Ankara’ya geldim. DPT’de uzman olarak vazifeye başladım. O zamandan buyana da Ankara’dayım.
İlk, orta, lise tahsilimi İstanbul’da yaptım. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde eğitim hayatıma devam ettim sonra İktisat Fakültesi İşletme bölümünü okudum. DPT’ye intikal ettikten sonra Amerika’da ihtisas yaptım. Talebeliğim esnasında önemli addettiğim nasiplere muhatap oldum bunlardan bir tanesi Hattat Hamit Beyi tanımam ve ona devam etmem dolayısıyla onun talebeliğine girmiş oldum.
Amerika’ya ne zaman gitmiştiniz?
1985–87 yıllarında gitmiştim. Devlet imkânlarıyla gitmiş olduk mastır yapmak amacıyla gittik. Gerçi benim Türkiye’de birkaç tane mastır çalışmam vardı ama devlet böyle takdir etti biz de gittik. Zaten eğitim amaçlı gönderiyorlar, her sene üç beş kişi gidiyor.
Hattat Hamit’le tanışmanız ne zaman oldu?
Hatat Hamit’le tanışmam ve görüşmem liseden sonra üniversite yıllarımda ve daha sonra devam etti.
BABAMIN RİSALE-İ NURU TANIMASI
Çocukluğunuza dönersek, nasıl bir çocukluk yaşadınız. Kimlerle muhatap oldunuz. Biraz çocukluğunuzdan bahseder misiniz?
Babam biz doğmadan evvel Bediüzzaman Hazretlerini ve Risale-i Nuru tanımış, Risale-i Nuru tanıması da enteresandır. Üstadın talebelerinden Halıcı Sabri Efendi, oğlu Ömer Halıcı o da meslektaşı vasıtasıyla tanımış ama Üstadla tanışma hadisesi önemli ve enteresandır. Babam Risale-i Nuru tanımadan evvel Nakşî tarikatına müntesipmiş ve Eskişehir’de Muttalip’te Üstad Hazretlerine çok hürmeti ve muhabbeti olan Üstadın da kendisini çok sevip saydığı ve muhabbet ettiği, karşılıklı birbirlerini ziyaret ettiği Hacı Hilmi Efendiye mensup babam. O zaman Nakşî tarikatına tabi, Muttalip’te Hacı Hilmi efendiye mensup insanlar Risale-i Nur’u da tanıyorlar. Ömer Halıcı, Erzincanlı dostu ben doğduğum sene 1954’te bir kazada vefat etmiş şehittir. Enteresan Üstad hazretlerinin Eğirdir de fırtınaya tutulurken o gün o vefat etmiş. Üstad o benim yerime vefat etti demiş.
Risale-i Nurlarda Üstad bir mektubunda bu fırtınadan bahsediyor.
Evet Risale-i Nurda bu mesele var Üstad bahsediyor. İşte o fırtınada Ömer Halıcı vefat ediyor. Üstad “o benim yerime vefat etti” diyor. Ömer Halıcı için “ben ilmi evliyaya değişmem” diyor. Ben de işte o sene dünyaya gelmişim zaten Ömer Halıcının kızı da o sene dünyaya gelmiş. Kızını görememiş. Her neyse…
Dolayısıyla babam ben doğmadan evvel Risale-i Nuru, Üstadı tanımış. Ömer Halıcı babama demiş ki “bana tarikat dersi ver.” Babam da ona, “tarikat dersini şeyh verir ben veremem” demiş. Eskişehir’e pilot olduğu için bunlar sık sık gidiyorlar yani. Pilot oldukları için çok yer gezmişler bu kadar yeri o zaman gezmek hayal bile edilmez. Ama pilot olunca oluyor Erzincan’dan kalkıyor Eskişehir’e gidiyor, İstanbul’a gidiyor.
“BİR TARİKAT ŞEYHİNİ, ÜSTAD TALEBELERİNİN YANINDA ONURLANDIRMIŞTI”
O zaman tayyareci deniyor sanırım
Tabi, o zaman babama “tayyareci Ali” deniyor. Üstad babama “Tayyareci Ali Çavuş” dermiş. O Eskişehir’e gideceği zaman rapor veya tebdili hava gibi bir şey oluyor. Ömer Halıcıya gidiyor. Bir takım hadiseler nedeniyle babası ile o zaman arası da iyi değil fakat babamın aracı olmasıyla barışıyor. Babasına “ben Muttalip’e gideceğim” diyor. Babası “ne yapacaksın Muttalip’te” diye sorunca “Tarikata gireceğim. Hilmi Efendinin tarikatına” gireceğim. Babası, “Evladım Emirdağ’da koskoca Bediüzzaman varken oraya gitmen icap etmez” diyor. O da “tamam oraya gideyim” karşılığını veriyor. Üç ay tebdili hava almış o vesile ile oraya gidiyor. Geri geliyor Erzincan’a Ömer Halıcı, babama böyle böyle oldu diye meseleyi anlatıyor. İkisi de pilot. Daha sonra kitap almış Üstad’dan, Osmanlıca kitap. Babam, “Feyzullah isminde bir hoca vardı ona okutturduk” derdi.
Üstadın yanına gitmiş üstadı ziyaret etmiş ve ondan kitap mı almış?
Evet oraya gidince Risale-i Nurları tanımış, Üstadı ziyaret etmiş ve ondan Osmanlıca kitaplar almış gelmiş. Babam Ömer Halıcı’nın Nakşî olup geleceğini beklerken o farklı gelmiş böyle böyle deyince babamın da hoşuna gitmiş “tamam” demiş ama getirdiği kitapları okuyamamışlar. O zaman Osmanlıca okumasını bilen yok. Araştırıyorlar Erzincan’da bir hoca veya imam onu buluyorlar ve ona okutturuyorlar. Erzincan küçük bir kasaba gibi o zaman. Hemen bulup “okur musun” diyorlar. O da okuyor. Zannedersem o kış Asayı Musa’yı okuyorlar. Babamın çok hoşuna gidiyor dolayısıyla bu arada Risale-i Nur dairesine de girmiş oluyor.
Bir müddet sonra babam Ömer Halıcı ile beraber Üstadı ziyaret gidiyor. Ziyaret sırasında Üstad babama diyor ki, “benim üç kesime muhabbetim var. Bu üç kesime dua ederim. Nurculara dua ederim, Muttalipçilere dua ederim. Bir de tayyarecilere dua ederim.” Bu üç kesimin özelliğin üçü de sadece babamda var. Babam üstada gitmeden evvel şeyhine, Hilmi efendiye gidiyor. Ve ona diyor ki, “bizim elimize böyle bir Risale geçti ve biz bu eserleri okuyoruz. Bir mahsuru var mı?” Herkes büyüğüne sorar ya o da gidip soruyor. O da “oğlum o eserler elinize geçtiyse tamam. Onları okuyun. Biz zaten durumu muhafaza ediyoruz. Asıl olan o kitaplardır. Hem ziyaretine gidin. Duyduğuma göre herkesi de kabul etmiyormuş sadece Hilmi efendinin talebelerini kabul ediyormuş siz de öyle dersiniz. Kabul eder” demiş. Nitekim öyle oluyor.
Hilmi Efendi de kıskanmadan, problem etmeden gidin diyor.
Evet bir de teşvik ediyor. Hilmi Efendi kâmil fazıl bir zat. Üstadı kendisi de üç defa ziyarete gitmiş. Daha sonra Üstad haber göndermiş “gelmesin ben onu ziyaret gideceğim” diye. Hilmi Efendi o dönemde hafız cemiyeti yapmış Üstad duyunca oraya gidiyor. Hatta orada Üstad Hilmi Efendinin elini öpüyor. Hilmi Efendi elini çekmeğe çalışıyor. Tabi Üstad orada talebelerinin yanında ona iltifat ediyor, onore ediyor. Büyükler arasındaki muarefe böyledir böyle olmak icap eder.
Dolayısıyla Hilmi Efendi üzerinden çok seneler geçtikten sonra 98 yılında babamla Eskişehir’e beraber gitmiştik kabri saadetini ziyaret ettik. Çokta mütehassis olmuştu babam.
ÇOCUKLUK YILLARIM
Bizim çocukluğumuz, gerek üç yaşından evvel Ankara’da, gerek üç yaşından sonra İstanbul’da öyle diyelim. Ankara’yı hayal meyal hatırlıyorum. Rahmetli Mustafa Türkmenoğlu’nu hatırlıyorum. Mesela bizim eve geldiğinde. Kısmen oradaki bazı sahneleri hatırlıyorum. Ama İstanbul’a gittikten sonra her şeyi net hatırlıyorum.
O zaman Ankara’da hizmetlerin başında Mustafa Türkmenoğlu önemli bir rükün. Atıf Ural, Said Özdemir ağabey var.
Ankara’da sadece bazı sahneleri hatırlıyorum evimizin durumunu hatırlıyorum. Mustafa Türkmenoğlu geldiğini şöyle bir köşeye oturduğunu hatırlıyorum. Birkaç defa ağabeylerin eve geldiklerini hatırlıyorum. Ama bunlar çok net şeyler değil. Ama şu muhakkak ki, gerek Ankara’da gerekse İstanbul’da Risale-i Nurla hizmetle meşgul olan ağabeyler 70’li yılların ortalarına veya başlarına kadar devamlı bizim eve gelirlerdi. Haftada 2-3-4 gün hesabı filan yoktu. Gece gündüz 24-01 böyle zamanlarda gelirlerdi zaman kavramı yoktu.
Allah (CC) annenize yardım etsin.
Valide o zaman çok gayretliydi evde her zaman pişmiş yemek olurdu çorba olurdu. Gelince onlar zaten aç biilaç fukaralık var yani onu da kabul etmek lazım. Bizim evde hemen sofra çıkardı. O günkü bereketin yüzde biri bugün benim evimde yok. O farklı bir durumdu, acayip bir şeydi. Sonra o bereketin de ötesinde bir şeydi. Anlatılır gibi bir şey değil. O gün içinde olduğunuz durumu fark etmiyorsunuz da aradan 40–50 elli sene geçtikten sonra bugün geri dönüp bakınca ne büyük bir mesele olduğunu şimdi fark ediyorsunuz. Çünkü bugün de bir hayat yaşıyoruz. Gerçi bugün yaşadığımız hayat çok büyük saadet içinde geçiyor. Kabul etmek lazım. Yeryüzü rezalet, sefalet ahlaksızlık, sel olup akarken elhamdülillah Cenab-ı Hak bizi muhafaza ediyor.
EVİMİZ ABİLERLE DOLUP TAŞARDI
Babanızın tayyareci (pilot) olması devamlı farklı illere gidip gelmesi bu durumu menfi yönde etkiliyor muydu?
Yok Yok hele biz büyüyünce abim 16–17 yaşlarındayken babamız evde olmuş olmamış fark etmiyordu. Çünkü o zaman İstanbul’da hizmet mahalli olarak bir tek Süleymaniye vardı. İkinci yeni kapıda Hakkı Yavuztürk ağabeyler vardı. Zeki Yavuztürk bir ara Milli savunma bakanlığı yaptı ANAP döneminde onların evi vardı. O evde küçük bir oda yani üç dört kişi ayağını uzatsa ayakları duvara değecek, ancak oturarak uyuklayabileceği kadar küçük bir odacık vardı. Orada da risaleler teksir edilirdi.
O sahneler tamamen gözümün önündedir. Bir de bizim ev vardı hizmet mekânı olarak. Ayrıca hizmet edenlerin sayısı da azdı yukarıdan say 10 kişi aşağıdan say 11 kişi idi. Bekir abi rahmetli 1958 yılında Risale-i Nuru tanımış yani bizim İstanbul’a gidişimizden bir yıl sonra dolayısıyla babamla ahbaplığı oldu. Taa o tarihten itibaren. Dolayısıyla bizim çocukluğumuz. Bekir Berk, Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci Üstadın en yakın talebeleri arasında geçti. Rahmetli Ceylan Çalışkan, Sungur abi, Bayram abi, tabi onlar devamlı İstanbul’da durmuyorlardı ama İstanbul’a her gelişte hemen hemen her seferinde bizim eve de gelirlerdi. Ahmet Aytimur, sık sık Tahiri Abi özellikle İstanbul’a geldikten sonra, bu itibarla Risale-i Nurla birinci derecede meşgul olmuş sadece İstanbul Ankara bazında değil Türkiye bazında Risale-i Nur’la kim meşgul olmuşsa İstanbul’a kim gelmişse bizim eve mutlaka geliyordu. Çünkü başka gidecek yer yok, dershanede misafire ikram edecek bir şey yok bizim eve lokantaya gider gibi gelirlerdi. Misafirlere bir şey ikram edileceği zaman bizim evde ikram ediliyordu. Tabi o günkü şartlarda ikram falan deyince bir tas çorba, pilav, kuru fasulye tarzında şeyler. Böyle olunca bizim çocukluğumuz hepsinin kucağında geçti. Her birinden bir cümle duyduğumuz için bugün biraz laf ediyoruz. (Gülüşmeler) Mesela Nazım Gökçek gibiler çok sonraki jenerasyon. Allah rahmet etsin.
Bu çok eski ellili yılların sonu altmışlı yılların başı dolayısıyla o gün Üstad’dan tevarüs eden tarzı hizmeti ve o günkü havayı ruhumuz kalbimiz, bütün heva ve hissiyatımız massetmiş vaziyette. Tabii haliyle sizler bunu fark edemezsiniz. İçinde bulunduğum durumla o günkü durumları mukayese ettiğim zaman “Eyvah!..” diyorum. Ama yani siz bunu diyemezsiniz. Bu durumu yaşamayan bir kişinin bu derece derinden hissedebilmesi zordur. Tefekküri olarak yapılacak bir şey değil. Yaşamak gerekir hakkalyakin mertebesinde yaşamak gerekir. Bu bir nasip meselesidir.
Şunu da ifade etmem lazım. Üstadın sağlığında pek çok ağabeylerimiz Üstada hizmet etmekle birlikte Çalışkanlar hanedanı, mesela Emirdağ da Hamza ağabeyler, sonra Tahiri ağabeyler fert olarak hizmet etmişler. Ama, aile olarak Risale-i Nurun hizmetinde bulunmak keyfiyeti, ailece hizmet etmek keyfiyeti ilk defa bizim ailede olmuş. Öyle müşahede ediyoruz. Evet, ağabeyler hizmet etmişler. Aileleri veya çocukları büyük bir zata hizmet ediyoruz diye onun şevkiyle yaşamışlar ama Risale-i Nur hizmeti olarak böyle bir tasavvur yok yani şahsa hizmet manasında hizmet etmişler, yani Üstadın çamaşırını yıkamış, ona hizmet etmişler bu şekilde olmuş.
(Devam edecek)