Mesut ENDER-ARAŞTIRMALARIN DİLİ
‘Farkında mısınız?’
Okuma Süresi: 10 dakika
(Eserleriyle, Tevhide dair büyük resmi gösterip, bütüncül düşündürüp farkındalık özelliğimi geliştirdiği için Bediüzzaman Said Nursi’ye minnettarım.)
“İnsanlık”, farkında olmaktır.
İnsan her şeye “muhtaç” bir varlık; hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir muhtaçlık durumu bu.
En güzel şeylere eğilimli…
En ziynetli şeyleri arzular.
Yüksek hayat kalitesi ister.
Bir de şerefle yaşamak ister. (İşarat’ul İ’caz, Bakara Suresi).
Kısacası, “Seçkin” bir “muhtaç” insan…
Bir o kadar da eksik.
Fiziksel ve ruhsal, her bakımdan zavallı bir muhtaç...
İhtiyacını karşılamakta aciz ve zayıf; bu varoluşsal ihtiyacı ve eksikliği onu öteki insanlara bağımlı kılıyor.
Var olmanın dayanılmaz bir eksikliğidir (lack-of-being) bu…
Acz ve fakrından, yapmada kudretsiz, yıkmada haşin; ihtiyaçlarının sınırsızlığından dolayı güvenli bağlanacak birilerini arayan acz ile aciz.
İşin tuhaf tarafı, o insanlar da aynı durumda! Bağlanacakları da bir o kadar aciz ve zayıf.
Yalnız insan mı; dünyada her iş, her şey az-çok eksik. Hiç bir şey tam olmuyor bu dünyada.
İnsanın varoluşsal eksikliğini ve ihtiyacını ne güzel anlatmıştı hikâyesinde Latin yazar Paulo Coelho, harika eseri Simyacı’daki hikâyede; hatırlıyor musunuz?
“Farkındalığın” Hikâyesi
Bir tüccar mutluluğun sırrını öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış.
Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel şatoya varmış.
Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış.
Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş. Dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış.
Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama mutluluğun sırrını açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona.
Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini söylemiş.
“Ama” demiş “Sizden bir ricada bulunacağım,” diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip, sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş;
“Sarayı dolaşırken bu kaşığı da elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz. Aman dikkat!” demiş.
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş.
İki saat sonra bilgenin huzuruna dönmüş.
“Güzel” demiş bilge, “Peki, yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanbaşının on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?”
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış.
Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
“Öyleyse git, tekrar saraydaki harikaları tanı.” demiş ona bilge; “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.”
İçi rahatlayan delikanlı yine içi sıvı yağ dolu kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış.
Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat eserlerine dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat eserlerinin zarafetini görmüş.
Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini tüm ayrıntılarıyla anlatmış.
“Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın kaşıkta olmadığını görmüş.
“Peki” demiş bunun üzerine bilge, “Sana verebileceğim tek öğüt var: Mutluluğun sırrı dünyanın tüm harikalarının farkında olmaktır, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan…
***
Farkındalığın (Mindfullness) Keşfi
İnsanın, 19. yüzyılda başlayarak hala devam eden en mühim hastalıklarından biri, “Farkındalık özelliğini” kaybetmesidir.
Keşfedilinceye kadar yerini önce makinelere, sonra tabiata, sonra robotlara kaptırdı.
Bunun için insanın mutluluğu sır oldu, uçtu.
Anladık; insan, verdiği sözü unutan, cahil bir varlık; ama sınavını farkındalıkla verebilecekken, nankörlükle üstüne yatan bir tembel bir cahil.
Tesellimiz şu ki, insan türü, 19. yüzyılla başladığı farkındalık kaybını yeniden oluşturmaya başlıyor.
“Farkındalık”, “nazarı umumi, şuuru tam olmaktır.” (Sözler, Onsekizinci Söz, Üçüncü Nokta)
Şuur, insanı insan yapan, insanın hayatını ve yolunu aydınlatan ve eşyayı fark ettiren bir nurdur (Yirmi Dokuzuncu Söz, Birinci Maksat, Birinci Esas).
“Farkındalık” aklın kullanımıdır. Çünkü akıl, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulasasıdır. (Otuzuncu Lem’a Beşinci Nükte, Dördüncü Remiz)
“Kuvve-i akliye” insana tüm hayvanların yaşama aşkı içinde, en tabii davranışları sağlayan kuvvedir.
Farkındalık, kendinin farkında olmakla başlayıp tüm kâinatın varlığını sorgulamaktır.
Kâinatta her şeyin her şeyle irtibatlı olduğunu görmektir.
Ellerinin, ayaklarının, kabiliyetlerinin, dostluğunun, sevdiğinin; kısacası bizi insan yapan tüm bileşenlerin “farkında” olmak ve “farkında” yaşamaktır.
Farkında olmak “ait olmaktır”. Ait olduğunun farkında olmaktır.
“Farkındalık” özelliği en güzel de insana yakışıyor; çünkü insan her şeyin en iyisine taliptir.
İnsanca yaşamayı arzu eder. Saygı görmek ister. Dinlenilmek ister. Önem verilmek ister.
Farkındalık iyi iletişim kurabilmektir. İletişim, iletişenlerin birbirlerinin farkında olmalarıdır.
Hakkı bâtıldan, iman mesleğini nifak mesleğinden ayırmak da en küçük bir şuuru olanların farkında olduğu bir durum olabilir. Yazık ki, onlar şuursuzdurlar.
Toplumda, kendinin en iyi farkında olan cinsiyet grubu “kadınlardır”; sadece kendisinin değil, aynı ortamdaki hemcinslerinin de farkındadırlar.
Farkındalık insan olma serüvenimiz, varoluşun pik noktasıdır.
Aynaya baktığımızda, göz göze geldiğiniz kişi için “işte ben!” diyebilmektir.
Farkındalık, beynin işleyişinin farkında olmak ve onu etkin kullanmaktır.
Farkındalık tefekkürün bir meyvesidir. ( https://www.risalehaber.com/neden-dusunuruztefekkur-sirasinda-beynimizde-neler-oluyor-22791yy.htm )
Farkındalık, yemek yerken ağzımıza götürdüğümüz kaşığın, içindeki lokmanın, çiğneyişimizin, yutkunmamamızın, midede olup bitenlerin, vücut besleme özelliklerinin hepsini birden düşünebilmek ve külli olarak şükretmektir.
Fakat insan-nisyan (unutkanlık) ilişkisi bakımından farkındalık görevini de unutan bir varlık.
Rabbine verdiği farkındalık sözünü unutması bundan.
Sosyolojik farkındalık ise bizi toplumun bir sosyal parçası haline getiriyor.
Maddi ve psikolojik ihtiyaçları nedeniyle ailesine, çevresine, topluma ve iyi insanlara muhtaç; onlara güvenli bağlanma arzusu taşır.
Böylece toplumun bir bileşeni olur.
Ancak toplum içinde birey olarak kalabilmek modern zamanların farkındalığıdır.
Bu dönemde farkındalık, özgürlüktür. Farkında olan insanlar özgürlüğü hak ederler.
Sürüye itaat edenler değil, sürüye saygı gösterip, kendilerini gerçekleştirenler bunlar.
Fromm’un tespitiyle, farkında olmak, insanın içinde yaşadığı toplumun kültürel kalıplarından kurtulmasıdır. Kendi benliğini yitirmemektir. (Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış, sayfa 152).
Kalabalıklara karşı sorumlulukta “ben” olarak; toplumsal işbölümünde ise “biz” olarak kalabilmek sorumluluğudur.
Farkında olmak, sürüden ayrılmaktır.
Farkında olmak, Richard Bach’ın Martı kitabındaki Jonathan Livingston’dur.
Vahidiyet için ehadiyete mazhariyettir.
***
Farkındalığın Ölümü
19. yüzyılda başlayan kaos ve kayıplar 20. yüzyılda da sürdü.
İnsan türü, çok çektiği acılardan sonra biraz olsun farkındalığa yaklaştı.
Bazen unutup sağa sola saldırsa da Kovid mikrobu bile bu farkındalığı herkese hatırlattı.
İnsanın farkına geç de olsa vardı.
Bazen unutup gaflete düşse de; yediği tokmaklarla kafası çatırdadı.
Ancak unutma ve gaflet nedeniyle insan siperlerini kaybediyor.
En kötü ölüm farkındalığın ölümüdür.
“Gaflete dalmaktır.”
Gafletimiz nedeniyle unuttuğumuz farkındalığın cezasını çekiyoruz çoğu kez.
Farkında olmadığımız zemin hareketleniyor, deprem oluyor.
Farkında olmadığımız su damlaları sel olup önüne geleni götürüyor.
Farkında olmadığımız sağlığımız bir mikropla kendini hatırlatıyor.
İlla bir musibetle mi farkına varacağız?
Gafil insan, güneşin altında, ama güneşi fark etmez.
Derya içindedir, derya nedir bilmez.
Gece, haydi yıldızları bir yana bırakalım, dolunayı bile görmez.
Aynı binadaki muhtacı veya fakiri hiç fark etmez, çünkü hiç fakr etmemiştir.
Kırmızı ışıkta beklerken mendil satan bir muhtacı hiç fark etmez.
Kendi ailesinde çocuklarını fark etmez.
ABD’deki sosyal olayları takip ettiği halde, akrabalarıyla ilişkili olarak kim ölür, kim kalır, haberi bile olmaz.
Bir de kendilerine insan derler, iyi mi?
Zavallı insan…
Farkındalığı kaybolmuş insan, cebindeki kredi kartının sıcaklığı ile alışverişte kendini kaybeden insandır.
Farkındalığı unutan insan, haram-helal demeden önüne ne gelirse yiyen içen insandır.
Farkındalığını kaybetmiş insan amaçsız insandır. Neden ve ne için yaşadığını da bilmiyordur
Farkındasızlığın en kötüsü, farkında olmanın farkında olmamaktır.
Burası sözün bittiği yerdir.
Farkında olmamak, bir çocuğun “gözlerini yumarak” yoğun trafikte, caddenin karşısına koşarak geçmeye çalışması durumudur.
Bazı İnsanlar Neden “Farkında” Olamıyorlar?
Farkında olmayan insanlar, “Mış gibi” yaşayanlardır.
Tanıdık geliyor değil mi “Mış gibi yaşamlar!”
Hani, Fransız romancı Romain Gary’in yirmi yaşında Emile Ajar takma adıyla yazdığı “Yalan” romanında karakterize ettiği insanları tanımlamak için kullandığı “Mış gibi” oyunu (Pseudo oyunu).
“Farkında “olmamak” bütünü görmemekten veya parçalı düşünmekten ve parçalarda boğulmaktan kaynaklanıyor.
Bu, insanlık olarak tabiata ve hatta evrene hâkim olacağımıza dair zehaptan kaynaklanıyordu.
İstediği gibi asıp kesmeye, tabiatı babasının malı gibi çarçur etmeye alışmış “pozitif bilimin” insanlığa bir armağanıydı bu!
Milyonlarca insanı öldüren savaşlar da bu yüzden çıkmadı mı?
Hâkimiyet kavgası… Solunum, sindirim, boşaltım sistemlerine hakim olamayan zavallı insan, söyler misiniz; neyin hakimiymiş?
Her varlığı bağımsız, müstakil ve ilişkisiz sanıp Rabbin malını çalacaktı. Bilimi buna alet etti. Oysa örgüsünden çektiği bir taş, duvarın çökmesine; katlettiği bir insan, 40 milyon insanın ölümüne; laboratuvarda ürettiği bir mikrobun “mış gibi” yaşadığı hayat oyununun sonuna itekliyor insanlığı...
Tevhid açısından bakmamaktan kaynaklanıyor “farkında olmamak.”
Farkında olmak her şeyin birbirine bağımlı olduğunu fark etmektir.
Tıpkı vücudumuz gibi; her organımızın birbiriyle bağımlılığından oluşan “biz” gibi.
“Çünkü her şey bağlıdır, her şey ile. Her şeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz.” der Bediüzzaman Lemeat’te.
Holistik bakışı şöyle sunar: “Kâinatı elinde tutamayan zerreyi halk edemez.” Bu başlık altında şöyle ifade etmişti:
“Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücumu, hasra gelmez.
Şu fezanın başına, hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.
Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-yı halk edip iddia-yı icad edemez.
Meselâ, balarısı her şeyle alâkadar olduğundan, eğer icadı esbaba isnad edilirse, semâvat ve arzın iştirakleri lâzımdır.”
Holistik düşünce varlıkların birbirleriyle görünmeyen bir bağ ile bağlı olduğunu savunur.
Bu düşüncede Bediüzzaman’ın dediği gibi “Mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdir." (On Yedinci Lem'a, Birinci Nota).
Bu nedenle Bediüzzaman, “Cenâb-ı Hakkın mâsivâsından hiçbir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem, sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma.” demektedir.
Bu mükemmel bir özgürlük tanımı değil midir?
Yeri gelmişken atlamayalım:
Bediüzzaman, külliyatına da holistik (bütüncül) bakmak lazım. O hem iman hem hayat hem şeriat dairelerinin de vazifelisidir.
“Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.” (Yirmibirinci Lem’a)
Görüldüğü gibi insan vücudunda “her şey her şeyle bağlıdır.”
Tıpkı beynimizde nöronların; aksonlar, dendirtler ve nörotransmitterler aracılığıyla kurdukları her nöronun diğer milyarlarca nörona bağlanması gibi.
Buna Holistik düşünce diyoruz.
Holistik düşünme, bütünün, kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla olduğunu savunur.
Takım çalışması böyle bir anlayıştan çıkmıştır.
“Hiç birimiz, hepimiz kadar güçlü değildir.”
Farkında Olmak ve Holistik Düşünme İlişkisi?
İnsan formu entegre sistemlerle bütüncül yaratılmıştır. Bu entegrasyon ve karşılıklı bağımlılık vahidiyet içinde ehadiyetin bir tecellisidir.
İnsan formu ile kainat formu arasında bir fark yoktur.
“Her şey her şeyle bağlıdır.
Bir şey her şeysiz yapılmaz.
Bir şeyi halk eden, her şeyi halk etmiştir.
Öyleyse, bir şeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” (Nokta Risalesi ikinci Bürhan)
“Kelebek Etkisi” dedikleri olaylar bu bütünselliğin varlığına işaret ediyor.
Kâinat, sistemler bütünüdür. Bu bütünlüktür ki, bir kelebeğin kanat çırpmasıyla denizler dağlar büyüklüğünde dalgalara, hava fırtınalara mazhar olur.
“Sivrisineğin gözünü halk eden, güneşi dahi o halk etmiştir.”
“Bir pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiyeyi dahi o tanzim etmiştir.”
“Bir zerreyi icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebîr-i kâinatın herbir harfinin, bâhusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü ve nâzır birer gözü vardır. (Hakikat Çekirdekleri).
Bediüzzaman’ın holistik düşünme biçimi, sadece kâinattaki mevcudata “tevhid” anlayışıyla bakmayı değil, toplumsal hayatta kişilere, olaylara ve olgulara Tevhid (holistik) bakmayı öğütler.
Çünkü zerrelerle yıldızlar arasında ilişki vardır.
Onun için, bir yerde zulüm varsa, felaketleri yaşamaya hazırlanın, denilmiştir.
“Mazlumun ahı arş-ı alaya çıkar”, bunun için söylenilmiştir.
Halk arasında, “Bir yerde zulüm varsa, orda önce balıklar kaybolur.” denilmiştir.
Demek ki, ister insanlar arasından olsun, ister tabiattaki zulümlü ilişkilerden olsun, gökyüzündeki yıldızları yerinden oynatabilir bir ilişkiden ve bir bütüncüllükten söz ediyoruz.
Deprem bahislerinin yorumlarını bir de böyle okuyun.
Kelebek etkisine inanan, ama her şeyi tesadüfe veya rastlantıya mahkum eden milyonlarca insan, deprem ile günahlar arasındaki ilişkiye itiraz ediyor.
Oysa inandıkları kelebek etkisi de bunu söylüyor ya!
Eğer kelebek etkisine inanıyorsanız buna da inanmak zorundasınız.
Kelebek etkisi, her şeyin birbirini tetiklediği inancı üzerine yoğunlaşıyor.
Güney Amerika’daki bir kelebeğin kanat çırpışı, Büyük Okyanusta tsunamiye sebep olabilir.
Fesubhanallah!
Bediüzzaman’ın 22. Mektuptaki uhuvvet düsturları, kardeşin kardeşe nasıl holistik bakması gerektiğini vurgular.
Bir gemide 9 masum bir cani olsa, o cani yüzünden o gemi batırılamayacağı gibi, tersine, dokuz cani bir masum bulunsa, o gemi yine batırılamaz. Batırılsa zulüm olur.
Onun holistik bakışının sebebi “adalet-i mahza”dır.
Bediüzzaman Holistik bakışı aşağıdaki hikâyecikte nasıl anlatıyor bakın:
“Bir zaman bir sultan varmış.
Servetçe onun pek çok hazineleri varmış.
Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş.
Hem gizli, pek acaip defineleri varmış.
Hem kemâlâtça sanayi-i garibede pek çok mahareti varmış.
Hem hesapsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış.
Hem nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış.”
“İşte her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o sultan-ı zîşân dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin, ta nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san'atının harikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Ta, cemâl ve kemâl-i mânevî sini iki vech ile müşahede etsin:
Bir vechi, bizzat nazar-ı dekaik-âşinâsıyla görsün. Diğeri, gayrın nazarıyla baksın.”
Peki, Biz Ne Kadar Holistik Düşünüyoruz?
Aslında, beynimiz bizi holistik düşünmeye sevk ediyor.
Beynin yapısında yer alan yüz milyarı aşkın nöron, dağılımıyla ve oluşturdukları sinapslarla bize bütünsel düşünmeye hazır olduklarını söylüyorlar.
Öğrendiklerimiz, iletişim kurduklarımız, tabiat veya toplumdaki tüm ilişkilerimizle inşa ettiğimiz beyin ağı üzerinden kurduğumuz farklı ilişkiler, bize çağrışım (tedai) yoluyla dönerken, toplumdaki ilişkilerimizden kendimize ait bir sosyal ağ oluşturmaktayız.
Holistik düşünme, bir şeyi “etraf-ı erbaasıyla” yani dört yönüyle ya da “cihat-ı sittesi” ile, yani altı yönüyle (Buna “Altı Şapkalı Düşünme Tekniği” diyorlar) düşünmektir.
İnsan türünde “tarafgirlik” hissi vardır. Şark toplumlarında daha fazlası vardır. Herkes dünyaya kendi aynasından bakıyor ve EMPATİ kuramıyor.
Farkında olmak, sosyal hayatta empatinin kapısını çalmaktır.
Empati bir öğretmenin, her gün okula geç kalan öğrencisinin, sabahları önce özürlü annesine yemek yedirdiğini, sonra komşusundaki arkadaşını sakat arabasına oturtup okuluna bıraktığını, bu yüzden geç geldiğini fark etmesidir.
Empati, bir markette kasadaki görevlinin kuyruktaki son müşterisine “senin farkındayım” gülücüğü göndermesidir.
Empati, âmâ bir insanın yerinde olmak, karşıdan karşıya geçen yaşlı insanları hissetmektir.
Tüm bunlar farkında olmakla kazanılabilir.
Holsitik bakış farkındalıkla olabilir. Farkında olmayan insanlar bütünü göremez. Holistik düşünemez.
Bu konuda Mevlana’nın anlattığı meşhur fil hikâyesini bilirsiniz. Bediüzzaman’ın
“Herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür.” hükmünü nasıl da doğruluyor:
“Hintliler bir fili halka göstermek için getirip karanlık bir ahıra kapattılar. Hayvanı görmek için o karanlık yere bir hayli adam toplandı. File ellerini sürmeye başladılar.
Birisi eline hortumunu geçirdi: “Fil bir oluğa benziyor”, dedi.
Başka biri filin kulağını yakaladı: “Fil, yelpaze gibi bir hayvan”, dedi.
Filin bacaklarını yakalayan ise: “Fil bir direğe benziyor”, dedi.
Bir başkası da sırtına dokunmuştu: “Fil, taht gibi”, dedi.
Herkes filin neresine dokunduysa ona göre anlatmaya başladı. Herkesin elinde bir mum olsaydı, sözlerinde aykırılık kalmazdı.
Mevlana bu hikâyeden şu sonucu çıkarır:
“Duyu gözü ele, avuca benzer; avuç bütün fili tutamaz ki. Bu dünyadaki gözü yum da hakiki göz kesil.”
Eşyanın farkında olmak demek, onda tecelli eden “Esma-i Hüsna”nın farkında olmak demektir.
İnsan, bu dünyaya farkında olmak için gönderilmiştir.
Sanata bakarak sanatkârı, mahlukâta bakarak hâlikiyeti anlamak için…
Farkında olmak, Esmâ-i Kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarının farkında olmaktır.
Ondaki, bedî san'atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine göstermektir.
Bu ihtişama dellâllık ve ilancılık yapmaktır.
Farkında olmak, her biri birer gizli hazine-i mâneviye hükmünde olan Esmâ-i Rabbâniye’nin cevherlerini idrak terazisiyle tartmaktır.
Kalbin kıymetşinaslığıyla takdirkârâne kıymet vermektir.
Farkında olmak, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür.
Şimdi eğer, farkında olan bir insan olarak, tabiata, kendinize veya sosyal hayatınıza yaptığınız bir kötülüğün kelebek etkisiyle size döneceğini, hem de felaketiniz olacağını düşünmelisiniz.
Bu nedenle şu dört kabulü göz önünde bulundurmanızı tavsiye ediyorum:
1. Her şey her şeyle ve kombinasyonları sayısınca birbirine bağlıdır.
2. İnsan da dâhil, bütün canlı varlıkların karşılıklı bağımlılıklarının madde, enerji ve yaşam arasındaki bağlantıların farkında olunmalıdır.
3. Tabiattaki “atık” dediğimiz hiç bir şeyin kaybolmadığını bilmeliyiz. Çöpler, kimyasal maddeler ve diğer atıkların bir gün farklı formlarda bir "bumerang" gibi geri dönüp insanı tehdit edeceğini kabul etmeliyiz.
4. Enerji kaynaklarını babalarımızdan miras değil evlatlarımızdan ödünç aldık.
5. Tabiatın, tecelli eden Esma-i Hüsna nedeniyle bilgi yüklü bir kitap olduğunun farkında olmalıyız.
Farkında Olmanın Güncel Pratikleriyle Farkındalığınızı Nasıl Artırabilirsiniz?
Cevap: “Farkındalık terapileri” yaparak…
Nasıl?
Birincisi, farkındalığın en güzel uygulaması bir mü’min olarak kendi imanımızı hissetmektir.
“O’ndan başka sığınacak ve O’ndan başka yardım edecek” kimse olmadığını, “O’nun kimsesizlerin kimsesi” olduğunu hissetmektir.
Başta demiştik ya; insan aciz ve zayıf; üstelik fakir, eksik, muhtaç; güvenle bağlanacağı birine muhtaç…
O halde, O’ndan başka bu ihtiyaca cevap verebilecek kim vardır?
İkincisi, İman ile O’na güvenle bağlanan bir mü’min, güvendiği Sevgilinin gözüne girmelidir.
Bunu ibadetle gösterebilir. Feraizle süslendirebilir, günahlardan kaçınma ile muhafaza edebilir.
Üçüncüsü, tefekkürdür. Farkındalığa ulaşmanın yolu derin tefekkürdür. Bu tefekkürün rehberi risale-i Nur eserleridir. Bu konudaki yazımızı okuyunuz: ( https://www.risalehaber.com/neden-dusunuruztefekkur-sirasinda-beynimizde-neler-oluyor-22791yy.htm )
Dördüncüsü: Hayatın her anını şuurla yaşamak için Bilinçli Konsantrasyon ve Odaklanma ile yaşayınız. Helal dairede ne iş yapıyorsanız yapın, ne yiyip içiyorsanız yiyin ve için, kimlerle dostluk kuruyorsanız kurun, tüm bunları aşk ile yapın; “mış” gibi değil.
Ödev: Haydi, Bunları Çoğaltalım!
Buraya yazılması gereken daha fazla tavsiyeler olduğunu biliyorum.
Bunların çoğu sizin zihninizde var; çünkü bu yazıyı okudunuz ve kafanızda bazı fikirler oluşmuş olmalı.
Sizin de “Farkında olma” , “Holistik düşünme” ve “Kelebek etkisi” konularında okuyucularımıza sunacağınız tavsiyeleriniz vardır.
Lütfen; bu makalenin altındaki yorumlar kısmına görüşlerinizi yazarak, bu yazıyı zenginleştirir misiniz?
Siz neler eklemek istersiniz?
Mutlu farkındalıklar…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.