Habibi Nacar YILMAZ
Gasıbane, sarıkane-1
Bir dostumuzu evinde ziyaret ettiğimizde, hayrola kardeşim, kendi evinizde misafir gibi duruyorsunuz, diye espri yapmıştık. O da "Öyle bir halimiz mi var, çok şükür misafir değiliz" demişti. Biz de ona cevap vermiş, kardeşim sen geçen gün bize bir hakikati anlatmak için "Arkadaşlar, bu koca dünya bir misafirhanedir, geçici bir seyrangahtır, seyyar bir ticaretgahtır" deyip bu dünyayı ebedi görmeyiniz, ticaretinizi yapıp her mevsim değişen harika manzaraları ibretle tefekkür ediniz, dememiş miydin. Evet dedi. O zaman, şu koca dünya, misafirhane olur da onun içinde bir nokta bile olmayan senin evin, senin misafirhanen olmaz mı? Yani misafirhane içinde misafirhanedesin ama sabit olduğundan, daimi zannediyorsun herhalde diye mukabele etmiştik. Yani bizimdir dediğimiz bu mekan, şu anda bizi misafir ediyor, sonra başkalarını misafir edecek. Nasıl "Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır" öyle de bu oturduğumuz mekanı da gelip geçmek için uğradığımız bir han olarak görebiliriz.
Bulunduğumuz şehri belki yüz defa mezaristana boşaltan öldürülmez bir hakikat, bir gün bizi de bu güzel mekanımızdan da ayıracak. Başımıza bir şey gelecekse, 'külli atin karip' yani her gelecek yakındır sırrınca, onu olmuş gibi bilmek, onu çok uzakta görmemek gerekir herhalde. Böylece bu ziyaretimiz de bir ibrete dönüşmüş oluyordu.
Bu oturduğumuz mekanımız için düştüğümüz yanılma, aslında diğer nimetler için de geçerliydi çoğu zaman. Ülfet dediğimiz alışkanlık hastalığından olacak ki dört bir tarafımızı saran, onlarsız yaşayacağımız nimetlerin bazen gaspçısı ve bir nevi hırsızı durumuna düşmüyor muyuz?
Yıllardır okuduğumuz risalelerde geçen, 'gasıbane ve sarıkane' kelimeleri benim dikkatimi çekerdi. Hatta 10. Sözde geçen kısmını, yıllarca anlamadan okuyup geçerdim. Şimdi de hakkıyla anladığımı söyleyemem ama herhalde bir parça koklamamız bile beni heyecanlandırıyor.
Hani bir yazımda, Kırkıncı hocamın bana verdiği bir sırdan bahsetmiştim. Aynı yeri, farklı sohbetlerde okumak. İşte yine üniversite gençleri ile yaptığımız bir sohbette, daha önce defalarca okuduğum yeri okumuştum ve onlara hayati nimetler olan 'su, hava ve ışığın' bedava olduğunu ve bunun da bizim için büyük bir nimet olduğunu örnek olarak vermiştim. Onlara bir de soru sormuştum "Yemek yerken başta besmele çeker, sonunda da şükrederiz, hava nimeti için de her an bunları yapmanız gerekmez mi, hava daha hayati bir nimet değil miydi?" Çeşitli cevaplar verildi ama ben onlara, hava ve diğer nimetlere karşı yapılacak külli bir şükür var onu yapmalıyız demiş ve o şükrün ne olduğunu söylemiştim. Yazımın sonunda bu külli şükrün ne olduğunu yazacağız İnşallah.
Sohbette bir genç kardeşimiz "Siz bedava dediniz ama suya para ödüyoruz hocam" diye sordu. Doğru para ödüyorduk. Her ay su faturası ödüyorduk ve bazen ödemeyince de görevliler suyumuzu kesebiliyordu. Yine bu hafta Rizeli arkadaşlarla yaptığımız görüntülü sohbette "Ömer Hocam, bu ayki su parasını ödedin mi?" diye espri de yapmıştım. Güzel üniversiteli kardeşime; sadece suya değil, elmaya, incire, balığa, narenciyeye hatta bala, yağa çok şeye ödüyoruz dedim. Ama hocam "Su bedava demiştiniz, diğerleri bedava değil ki" demesin mi?Farklı dünyalarda mı yaşıyorduk acaba diye düşündüm. Hayır, aynı dünyada yaşıyorduk fakat "tarz-ı nazarımız" farklıydı. Yani bu nimetlere, sahip olduklarımıza, 'bakış tarzımız', nimetleri değerlendirme tarzımız farklıydı .O zaman, bu 'tarzı nazar'ı anlatmalıydık.
Bu arada, araya girip önemli bir hususa da işaret etmeden geçemeyeceğim. Yazılarımızı okuyan çok değerli dostlarımızın bazıları "Hocam çok ince meselelere giriyorsunuz" diyorlar, bazıları da belki de haklı olarak "Hocam, diliniz biraz ağır" diye bizi uyarıyorlar. Doğrudur ama bu da bizim dilimiz işte. Hani 'üslubu beyan, ayniyle insan' derler ya. Biz de bu üslupta kamet ve kıymet buluyoruz. Bu anlam yükünü, ancak bu raylar taşıyabiliyor. Bu kutsi manalar, bu libasları giyebiliyor, bu manalar başka libaslarda biraz iğreti gibi duruyor. Bütün bir milletin mücadelesinin mısralaştığı 'İsklâl Marşımızı' anlama gayretimiz olursa, dil meselimizden geriye bir şey kalmayacağını görecegiz inşallah.
Çok ince meseleler dediğimiz meseleler ise, asıl vazifemiz olmalı değil mi? Biraz düşündüğümüz zaman anlarız ki bu 'ince mesele' dediklerimizi, mütaala ederek, anlayarak, diğer mahluklardan ayrılıyor ve insaniyetin 'kâbe-i kemalatına' ulaşıyoruz. Sadece anlamak için biraz düşününce göreceğiz ki 'dil, ağız, ayak, mide, kulak, ağız' gibi cihazlar, hayvanatta da var. Hatta onlar, bunları bizden daha iyi kullanıyor; yemek, içmek, yatmak ve bunları tekrar tekrar yapmakta bizden fersah fersah ileride bulunuyorlar. Geçmiş ve geleceğe de uzanamadıkları için, hayattan keyiflerini tam alıyorlar.
Onların ilim öğrenmekle mükemmelleşmek, onları bu dünya misafirhanesinde misafir eden sahiplerini tanımakla ibadet etmek gibi bir görevleri yoktur, olamaz da. Sadece kendilerine verilen rolleri, bizim yanlışlıkla 'içgüdü' dediğimiz 'sevki ilahi' ile yapmak gibi bir vazifeleri vardır. Bu vazifelerini de ihmal etmeden, aksatmadan, isyana varmadan bihakkın yapıyorlar. Bir arının, beş kilometre uzaktaki rızkını şaşırmadan bulup yine şaşırmadan binlerce arı ve kovan arasından geçerek yuvasına getirmesine 'içgüdü' diye bir isim takarak, bu gibi milyonlarca harika fiilleri 'sevki ilahi' olmadan tesadüfe, akılsız, şuursuz hayvanata isnat etmek, belki de bu modern görünümlü asrın, en vahşi ve bedevi kavimleri bile geride bırakan bir anlayışı olmalıdır herhalde. Hayvanatın bu, şaşırmadan, bulaşmadan ve bulaştırmadan, itiraz etmeden yaptıkları bu ameller; onlara daha dünyaya gelmeden, ihsan edilen, öğretilen, ilham olunan meleke-i ameliyedir. Yoksa dünyaya gelir gelmez, suyu arayan ördek, annesinin memesine yapışan kuzu, uçma talimlerini bir iki günde denemeye başlayan kuşun bu yaptıklarını izah etmek, mümkün değildir. Onlar, bunları kendilerine mahsus bir zevkle yapar ve ne yaptıklarının farkında bile olmazlar. Çünkü akıl ve akla takılan şuurları yoktur.
Biz insanlar ise onlardan çok zenginiz. Bizi zenginliğe taşıyan, onlardan farklı olarak ikram edilen akıl ve bunların farkına varmamızı sağlayan enemiz, yani benliğe, sahiplenmek duygumuza sahip olmamızdır. Her şeyin farkındayız. Bir mektubuz fakat hem kendini hem diğer mektupları tanıyan ve okuyan bir mektubuz. Özetle bize bin altın, hayvanata ise on altın sermaye verilmiş. Biz de bize verilen bin altın değerindeki kıymetli cihazatamızı, on altın verilenler gibi kullanamayız. Bu büyük ve değerli sermayeyi bize veren Zat-ı Kerim, bizim cebimize bu büyük sermayeyi kullanma kılavuzu ve talimat belgesini de koymuş olması gerekir. Yoksa bize bin altın vermesinin anlamı olmaz ve abes bir iş yapmış olurdu. İşte 'ince iş' dediğimiz, çoğumuzun yapmakta dikkatli davranmadığımız o kılavuzu kullanma hassasiyetiydi. İşte o kılavuzu kullanmayıp kafamıza göre gezip tozarsak, bu 'ince meseledir' düşünmeyelim, şu 'ilgi alanıma' girmiyor ilgilenmeyelim, şunun 'daha zamanı değil' bakmayalım dersek, bize çalışan şu kainat fabrikasını boşa çıkarmış ve neticesiz bırakmış oluruz. Bu da abesiyetin zirvesi olur herhalde.
Bir büyük nehir gibi akıp gelen insanlığın, ebede kadar gidecek yolculuğunda, bir durak olarak uğradığı ve ebedi alemin yanında bir 'şimşek çakması' kadar kısa olan, yani bir 'müddetçik' olan şu kısa ömürde "ben neyim, kimim, kiminim, kimin misafiriyim misafirliğin adabı nedir, buradaki görevim nedir" gibi suallere lakayıt kalınması, akla ziyan değil midir?
Nerede kalmıştık. Tarzı nazarda. Yani nimetleri değerlendirme şeklimizde. Suya bedava demiştik ama para ödüyoruz itirazı gelmişti. Biz de sadece suya değil bir sürü nimetlere ödüyoruz demiştik Evet suya ya da diğer kıymetli, sanatlı, kudret mucizesi olan bu nimetlere ödediğimiz karşılık, onların fiyatları mıydı yoksa onların gerçek fiyatları daha başka bir karşılık mı olmalıydı? Öncelikle suya ödediğimiz aylık ücret, suyun karşılığı değil, suyu bizim evimize akıtan kuruma ödediğimiz bir taşıma ve hizmet bedeliydi. Çoğumuz gibi bu kardeşimiz de bu ücreti, bu taşıma bedelini, suyun gerçek karşılığı zannediyordu.
Lise birinci sınıfta, kimya öğretmeni Faik Bey bir laboratuvar dersinde, yandaki bakkalı işaret ederek bana "Şuradan bir sodyum klorür al da gel" demişti. Ben de birer zehir olan sodyumun ve klorun birleşerek tuz olabileceğini hiç düşünememiştim. Rize'nin en soğuk kışında sodyum klorürü, epeyce de yürüyerek eczanelerden sormuştum. Nihayet bir eczacının insafa gelerek gerçegi anlatması ile meseleyi öğrenmiş ve tuz alabilmiştim. Şimdi bunun gibi yine bir laboratuvar ortamında, yakıcı ve yanıcı gaz olarak ayırabildiğimiz iki zıt elementin hem de yeteri kadar, hayat kaynağımız hale getirilmesinin farkında mıyız?
İşte ödediğimiz taşıma ücretini, suyun gerçek fiyatı zannederek suyu sıradanlaştırmamızdan maalesef diğer nimetler de nasibini alıyor. Zehirli bir böceğin eliyle bize yedirilen bal, elsiz bir böceğini eliyle bize giydirilen ipek, odundan dalların elleriyle bize uzatan meyveler, kuru topraktan bir ip şeklinde mutfağımıza kadar uzanan sebzeler için ödediğimiz karşılıklar, onların gerçek fiyatları mıdır, yoksa onların taşıma ücretleri midir? Bilmem hangi toprağın bağrında ip gibi çıkan ağacın dallarından bedava aldığımız meyvenin ya da kazan misali bir bahçede pişirilip bize sunulan sebzenin asıl fiyatı nedir? İşte bu nimetler için tablacılara ödediklerimizi asıl fiyat zannedip kendimizi onların hakiki sahibi olarak görebilir miyiz? Öyle görüp "Sahib-i Hakikisini"nden gaflet edersek bize ne denir? Bunun devamı mahiyetindeki bir sonraki yazımızda inşallah bunun cevabını arayacagız insallah.
Evet dostlar, bizi kuşatan ve onlarsız yaşayamadığımız bu kıymettar nimetlerin 'Sahib-i Hakikisi'ni her an hatırda tutabiliyor muyuz acaba?
Selam ve dua ile...
Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.