Gençlerden ‘İnsan Penceresinden Rububiyet’ semineri
DKM üniversite seminerini bu hafta Mehmet Emin Bayadur “İnsan Penceresinden Rububiyet” konusuyla sundu. Seminerin içeriği şöyle:
TEMEL KAVRAMLAR
Rububiyet; Cenab-ı Hakk’ın kainatta tecelli eden terbiye ediciliğini ifade eder. Çok kısa gibi gözüken bu cümle aslında büyük ve derin bir okyanusa açılan kapı gibidir. Yani bu cümlenin içindeki terbiye fiilini ele almak gerekirse; terbiye fiili kainatta var olan bütün mahlukatı harekete geçiren nokta-i kemale ulaşma yolculuğunda onlarla beraberdir. Bu sayede mahlukat nokta-i kemal yolculuğunda düşmanlarından korunmuş ve gerekli ihtiyaçları temin edilmiş olur. İşte terbiyenin bu iki kanadı ve nokta-i kemal kavramları olaya dahil olunca aslında rububiyet kavramının ekser esma-i Hüsna ile alakadar olduğunu ve yine ekser esma-i hüsnanın başrolleri paylaştığını görmekteyiz. Dolayısıyla rububiyeti şöyle de açıklayabiliriz: kâinattaki işleyişi kontrol eden, mahlûkatı idare, terbiye ve tedvir eden hakikattir. Bununla beraber rububiyeti diğer hakikatlerden mesela ulûhiyetten kesin çizgiler ile ayırmak mümkün değildir. Bunlar iç içe geçmiş ve biriden bakılınca diğeri görülebilen hakikatlerdir.
İnsanın kavramına ise Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde muhtelif tanımlamalar getirilmiştir. Konumuzla bağlantılı olarak insanın Risale-i Nurca kısa tanımlamalarından biri şöyledir: Hamuru acz, fakr ve kusur ile yoğrulmuş[1] başına şuuru takmış bir nurani kanun olan ruh[2] ile binlerce cihaza sahip cesed elbisesi giydirilmiş hayat sahibi bir masnuat-ı ilahiyedir. Bu tanımdaki ifadeler ile rububiyet bağlantısını diğer alt başlıklarımızda inceleyeceğiz.
İNSANIN AYİNEDARLIĞI ve RUBUBİYET
Kainattın her yerinde her an rububiyet tecellilerini görmek mümkündür. Fakat onları birden görebilmek için dünya kadar bir göz gerekebilir. Hem de afaki malumat olduğu için dipsiz bir denizdir. [3]Boğulma ihtimali vardır. Biz bu dersimizle kainatta tecelli eden bu muazzam rububiyetin insanda tecellilerini inceleyeceğiz. Çünkü insan penceresi enfüsüdir. İnsanın kendi nefsinden aldığı malumat daha kolay ve sağlam olabilir. Zaten insan ile kainat arasında esma-i hüsnaya ayinedarlık cihetinde külli ve cüzi ilişkisi olduğunu Risale-i Nur’dan anlıyorum. Yani kainatta tecelli eden esma-i Hüsna aynı şekilde fakat daha küçük ölçücüklerle insanda da tecelli ediyor. Mesela nasıl ki güneşin ışıklarına karşı koca denizin parlak yüzü tam bir ayine oluyor. Aynı şekilde okyanusun bir damlası da güneşe bir ayna olur. Fakat deniz kadar büyük olmadığını biliyoruz. İnsan ile kainat arasındaki bu ilişkiyi şöyle zamanımızda kullanılan bir örnekle açıklarsak –yanlışlığı bana ait olmak şartıyla- insan kainat filminin fragmanıdır. Bu konuyu Bediüzzaman’ın şu tanımıyla toplasak daha rahat anlamış ve kendimizi de kurtarmış oluruz:
"İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor." [4]
İşte bizde burada kendimizi okuyarak rububiyeti anlamaya çalışacağız.
Öncelikle insanın 3 şekilde Cenab-ı Hakkın esmasına ayinedarlık etmekte olduğunu biliyoruz[5]. Bunlar kısaca şöyle sıralanabilir:
1) Gecede karanlığın nura ayna olması gibi bir aynalık görevi. ( zaafın kudrete ayna olması gibi)
2) Ene ile ayinedarlık . Yani insandaki küçük ölçücüklerle bir ayinedarlık. ( cüz’i malikiyet ile hakiki malikiyete ayinedarlık)
3) İnsanın, üzerinde görülen esma-i ilahiyeye ayna olması. ( insanın yaratılışında görülen Sani, Halık isimleri gibi)[6]
Şimdi bu üç şıktan yola çıkarak insanın rububiyete ayna olmasını inceleyelim.
BİRİNCİ AYİNEDARLIK
İnsanın kendindeki eksiklikler ile ayna olması olan bu birinci ayinedarlığın rububiyet ile olan ilişkisi şöyle kurulabilir. En başta yaptığımız insan tanımında da değindiğimiz gibi insan acz, fakr ve kusur ile donatılmıştır. Bu acz, fakr ve kusur insanı rububiyete tam bir ayna yapar. Çünkü insan hadsiz fakir olmakla beraber hadsiz ihtiyaç sahibi; hadsiz acizlikle beraber hadsiz düşmanlar ile etrafı çevrili durumdadır. İşte insan bu kadar dramatik bir durumda iken elbette bu ihtiyaçlarını karşılayacak ve küçücük mikroptan depremlere ve en büyük gezegenlere kadar etrafını çevrelemiş olan düşmanlarına karşı onu koruyacak bir zatı bulmak ister. İşte burada Cenab-ı Hak rububiyetiyle insanda terbiyesini tecelli ettiriyor. Terbiyenin iki kanadı ile insanın ihtiyaçlarına rızkını gönderip düşmanlarından muhafaza ediyor. Ve bu üzerimde görülen rububiyet tecellisi o kadar şefkatkarane oluyor ki insan hayrette kalıyor. Çünkü rızkımız gönderilirken bakıyoruz ki en güzel şekilde en güzel bir renk, koku şekil ile paketlenip bizlere yediriliyor. Hem en ucuz, en rahat, en mükemmel bir tarzda. Aynı şekilde düşmanlarımızdan korutulurken de sadece onlardan muhafaza edilmekle kalmıyoruz ayrıca onları bazen bize bir arkadaş bazen bir musahhar hizmetkar bazen de bize hayır kazandıran bir aracı oluyorlar. Güneş en büyük bir düşmanken bize musahhar edilmiş bir aşçı, bir lamba yapılmış. Mikroplar, hastalıklar bize düşmanca davranırken bile ahiret yurduna birer karlı pazar olmuş. Koca cüsseli, iri boynuzlu hayvanlar bize dost yapılmış hizmetkâr olmuşlar.
Ayrıca insanın kusur ile alude olarak yaratılması insanı diğer mahluktan ayırarak günah işleyebilme kapasitesine sahip etmiştir. Bu günah işleme ile insan rububiyetin mahiyetinde bulunan Rahim ismine de ayna olabiliyor. Çünkü rızık açlığı istediği gibi merhamette günahkarların affını ister.
İşte insan kendisinde bulunan bu hadsiz acz, fakr ve kusur ile karanlığın nura olan aynalığı gibi Cenab-ı Hakkın hadsiz rububiyetine ayinadar olabiliyor. İşte insanın asıl vazifesi de acz, fakr ve kusuruyla ibadet edip rububiyet dairesine karşı tefekkür, teşekkür ve istihsan[7] vazifesini yerine getirmektir.
İKİNCİ AYİNEDARLIK
İnsanın kendisinde yerleştirilmiş olan küçük mizancıklarla olan bu ayinedarlığında ise rububiyetin tecellisini enenin mahiyetiyle anlayabiliyoruz. Bilindiği gibi enedeki küçük ve vehmi olan ölçücükler ile insan rububiyetin tecellisini anlayabilir. Çünkü rububiyet gibi kainatın her yerini isitila etmiş olan bir hakikatin anlaşılması insan açısından mümkün değildir. Ancak insan bu hakikate hayali bir çizgi çekip onu hayali olarak sınırlandırmakla anlayabilir. İşte bu hayali çizgiyi çeken enedir. Mesela kainatı baştan başa terbiye eden rububiyeti anlamak için insan kendisinde olan terbiye etme mizancığına başvurabilir. Yani “mesela ben nasıl ki bu insanı terbiye etmek, eğitmek için bu kadar çalışıyorsam emek harcıyorsam; onu kötülüklerden korumak için bazen ceza verip bazen de iyiliğe teşvik için ödüllendiriyorsam; Allah da beni, bütün insanlığı ve bütün kainatı fakat çok daha mükemmel bir tarzda terbiye ediyor. Nokta-i kemal yolculuğunda bizi düşmanlarımızdan koruyup ihtiyaçlarımızı karşılıyor.” Deyip bizdeki bu vehmi ve cüz’i mizancıkla Cenab-ı Hakk’ın terbiye fiilini ve Rububiyetin şuunatını bir derece anlayabiliyoruz.
Bu misaldeki hakikati belki de en iyi anlayacak olanlar ebeveynlerdir. Çünkü anne baba çocuğun birinci derecen terbiyesine vazifedar oldukları için daha iyi gözlemleme imkânına sahiptir. Ayrıca Bediüzzaman’ın Risale-i Nurda terbiye için kullandığı ‘büyümek’[8] fiiline de birebir şahit olabiliyorlar. Bediüzzaman’ın bu kelimesi insanın büyüme sürecinde terbiyenin nasıl tecelli ettiğini de bizlere gösteriyor. Bu meseleyi üçüncü şıkta daha ayrıntılı inceleyeceğiz.
İnsan bu enesindeki ölçücükler ile kainata baktığında şunu unutmamalıdır ki kendisindeki bu rububiyet hayalidir. Asıl rububiyet sahibini bulduktan sonra kendisindekinde de vazgeçmelidir. Malı malikine teslim etmeli ve asıl vazifesi olan ubudiyeti, niyaz ve namazı takınmalıdır. Böyle yapmak bizi hakiki bir ayna yapacaktır.
ÜÇÜNCÜ AYİNEDARLIK
İnsanın kendi üzerinde tecelli eden Rab, Mürebbi gibi isimlerle rububiyete ayinedarlıktır. Yani ikinci ayinedarlıkta bahsi geçen büyümek fiili burada bize büyük bir kapı açacaktır. Cenab-ı Hakk’ın insanı büyütürken tecelli ettirdiği bütün isimleri rububiyete bir ayna olabilir. Çünkü bu büyüme sürecinin olabilmesi için terbiyenin iki kanadı olan yararlı şeylerin karşılanması ve zarar verici unsurların uzaklaştırılması[9] olmalıdır. Böylelikle insanı büyüten Rabbimiz bize gerekli olan ihtiyaçları sağlar ve belaları def eder. Mesela insanın büyürken şeklinin ölçülü olarak değişmesi, hücrelerin yenilenmesi gibi tıp alanınına giren büyük işlerin olması terbiye fiili iledir.
Yine nasıl ki Cenab-ı Hakk bahar mevsiminde birbiri içinde girift olan dörtyüzbin milletten oluşan nebatat ve hayvanat ordusunun ayrı ayrı cihazlarını tam bir mizan ve nizamla karşılıyorsa[10] insanın da cihazatını tam bir adalet ve düzen içinde karşılamıştır. Bize bahşedilen bu cihazlara bakıyoruz ki tam ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde yaratılmışlar. Sadece elimize, ondaki düzene, şekle, kullanışlılığa bile dikkat edersek elimizin ne kadar mükemmel terbiye edildiğini görebiliriz. Elimizi böyle tam bir ölçüyle terbiye eden bir zat elbette binler alet ile donatmış vücudumuzu mükemmel bir tarzda terbiye edecektir ve etmiştir. Bu terbiye fiili Rab isminin ne kadar mükemmel bir şekilde insanda tecelli ettiğinin göstergesidir.
Elbette burada sadece insanın cesedi üzerinden giderek rububiyeti görmeye çalıştık. Fakat biliyoruz ki insan sadece cesetten ibaret değil. İnsan aynı zamanda kalp, ruh, akıl, nefis ve binlerce duygularla da donatılmıştır. Bu kadar çok cihazı insan gibi küçük bir nüshada mükemmel olarak yazmakta da rububiyet tecelli ediyor.
İNSANIN RUBUBİYETE KARŞI VAZİFELERİ
İkinci başlığımızda ayinedarlık cihetiyle insanın rububiyetle olan ilişkisini incelemeye çalıştık. Bu başlığımızda ise insanın rububiyet dairesine nasıl karşılık vermesi gerektiğini anlamaya çalışacağız. İnsan âleminde iki daire ve iki levhanın olduğunu belirten Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu daireleri ve levhaları şöyle açıklamıştır: “Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:Birinci daire: Rububiyet dairesidir. İkinci daire: Ubudiyet dairesidir. Birinci levha: Hüsn-ü san'attır. İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.”[11]
Bediüzzaman devamında ise rububiyet dairesinden çıkan hüsn-ü sanat levhasına karşılık ubudiyet dairesinden tefekkür, teşekkür ve istihsan levhasının çıkmasının gerekliliğinden bahseder. Buna göre bizim vazifemiz de bizde görülen ve yukarıda bahsedilen üç çeşit ayinedarlığa karşı tefekkür ve teşekkür vazifemizi layıkıyla yapmaktır. Bu konuyla alakalı olarak Üstad’ın İşarat’ül İ’caz adlı tefsirinde “يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِى خَلَقَكُمْ وَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” ayetinin tefsirini yaparken bir yerde” insan niçin ibadet etmelidir?” diye sorulan gizli sorunun cevabında ‘rabbaküm’ kelimesine dikkat çekerek rububiyetin ibadete bir illet ve sebep olduğuna dikkat çekmiştir. Yani “Sizin terbiyeniz Rabbinizin elinde olduğundan, daima ona muhtaçsınız. Ve terbiyenize lâzım olan bütün levazımatı veren odur. Onun o nimetlerine şükür lâzımdır. Şükür ise ancak ibadettir.”[12] Bu cümle hakikati apaçık beyan etmektedir. Hem Beşinci sözde de değinildiği üzere insanın fıtratı ve cihazat-ı maneviyesi de gösteriyor ki insan ibadet için halk olunmuş. Padişah kendi vazifesi olan hayatı verme ve beslemeyi mükemmel olarak yerine getiriyorken insan da kendi vazifesi olan o padişaha karşı perestiş edip yalvarma ve ona tevekkül edip emniyet etmeyi yerine getirmelidir[13].
Şunu da belirtmek isterim ki, Cenab-ı Hakk insanın mahiyetinde derç ettiği pek çok istidat ve kabiliyetlerinin terbiyesini ve neticesini ise insanın cüz’i ihtiyarisinin eline vermiştir.[14] Evet insan fıtraten duygularına sınır konulmadan dünyaya gönderilmiştir. Yani insanın melekleri geçecek bir şekilde hayır işleme potansiyeli varken, aynı zamanda şeytanlara ders verecek kötülük potansiyeli de vardır. Fakat insanın vazifesi, bu duygularını cüz’i iradesini kullanarak terbiye etmeye çalışmaktır. Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği her azanın kendine layık bir ibadeti olduğunu biliyoruz.[15] İşte asıl terbiye ve rububiyete asıl karşılık, bu azaları kendi layık oldukları ibadet makamına çıkarmaktır. Mesela cesedimize bakıyoruz ki bize güzelliğin bütün mertebelerini fark edecek bir göz bahşedilmiş. Rububiyetin bu tecellisine karşılık insan, gözünü ubudiyette kullanarak terbiye etmelidir. Gözü manen kör etmek olan harama nazar[16] etmemelidir. Güzel şeyleri temaşa etmek, haramdan sakındırmak ile göz terbiye edilip kemaline muvaffak olacaktır inşallah. Bu durumun insanda oluşturduğu mutluluk ve huzur hali malumunuzdur. Göze, dili, aklı ve diğer azaları kıyas edebiliriz. Yine ruhun küçük bir azası hükmünde olan kuvve-i hayaliyeye bakıyoruz ki onun terbiyesi de onu fasık etmemek aksine onu tefekkür ve marifetullah için araç yapmaya çalışmaktır. Burada daha da geniş bir misal getirmek istiyorum; bize verilen en büyük emanetlerden olan ruhun terbiyesi. Ruhun terbiyesi için Bediüzzaman genel olarak Resul-i Ekrem(a.s.m) ve Kur’an’ı Kerim’i işaret eder. Mürebbiül ervah[17] olan O zatın(a.s.m) sünnet-i seniyyesine ittiba insanın nefis ve ruhunu terbiye eden en güzel yoldur. Elbette ki Resul-i Ekrem’den ders alan ve Kur’an’ın tam bir tefsiri olan Risale-i Nur bizi bu yolda en sağlam ve rahat şekilde götürecektir.
[1] Sözler, sf.359
[2] Sözler, sf. 702
[3] Mesnevi-i Nuriye, sf. 147
[4] Sözler, sf.686
[5] Sözler, sf.686
[6] İsm-i Kayyum bahsinde üçüncü ayinedarlığın iki şekilde olduğu bu ikincii şeklin de şuunata ayinedarlık olduğu belirtilmektedir. Fakat konunun ağırlığından dolayı daha sonra incelenecektir.
[7] Mesnevi-i Nuriye, sf.32
[8] İşarat-ül İ’caz, sf. 94
[9] İşaat-ü İ’caz, sf. 19
[10] Sözler, sf.643
[11] Mesnevi-i Nuriye, sf. 31
[12] İşarat-ül İ'caz, sf. 97
[13] Sözler, sf.27
[14] İşarat-ül İ'caz, sf. 173
[15] Mesnevi-i Nuriye, sf. 196
[16] Barla Lahikası, sf. 327
[17] Sözler, sf.69
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.