Mustafa ORAL
Gül Devri’nden Lale Devrine: Yoksulluk İçimizde
Lale ve Allah kelimelerinin ebcet hesabındaki sayı değeri aynı olduğundan lale Allah ile anılır. Bazen Allah kelimesi lale gibi yazılır. Lale tek tohumdan yalnızca bir dal ve bir çiçek verir. Bu da Allah’ın birliğinin işaretidir. Allah esma ile, kul lale ile eserine mühür vurur. Cami, çeşme ve mezar taşı süslemelerinde lale resminin kullanılması bundandır.
Sarıçiçeğin çağrısı
Çiçeğin kokusu, arının balı, insan olan insanın duası, şairin mısraı vardır. Bizde şair ile derviş, çiçek ile şiir kardeştir. Çiçek hakikate açılan penceredir. Ne var ki çoğu kere “alaca dağlarda sarıçiçek açar, kimse duymaz sabaha kadar.” Bir çiçeğin sırrına eren kendinin, dünyanın, Rabbinin farkına varır, erenlerden olur. Yunus Emre’yi erenliğe yükselten bir garip sarıçiçek değil midir… Sevgilim yok ki çiçeği neyleyeyim, diyorsun, deme. Yeri geliyor bir çiçek insanı irşat ediyor, şeyhi oluyor, ebedi aşkı tattırıyor.
Sordum sarıçiçeğe
Annen baban var mıdır?
Çiçek eydür derviş baba
Annem babam topraktır.
Sordum sarıçiçeğe
Benzin neden sarıdır
Çiçek eydür derviş baba
Ölüm bana yakındır
Sordum sarıçiçeğe
Sizde ölüm var mıdır?
Çiçek eydür derviş baba
Ölümsüz yer var mıdır?
Sordum sarıçiçeğe
Evlat kardeş var mıdır?
Çiçek eydür derviş baba
Evlat kardeş yapraktır.
Sordum sarıçiçeğe
Boynun neden eğridir
Çiçek eydür derviş baba
Kalbim Hakka doğrudur
Sordum sarıçiçeğe
Sen beni bilir misin?
Çiçek eydür derviş baba
Sen Yunus değil misin?
Çiçekler de zikreder
Her şey kendi lisanınca Allah’ı zikreder. “Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsrâ, 17/44) Onların sesini ancak kalp kulağı açık olanlar işitir.
Sümbül Sinan
Bir gün Mehmet Cemalettin Efendi dervişlerinden çiçek getirmelerini ister. Hepsi farklı renk ve kokularda güzel çiçekler getirir. Sinan ise solmuş, kurumaya yüz tutmuş bir sümbülle çıkagelir. Herkes taze çiçek getirirken Sinan’ın solgununu getirmesi Şeyhi şaşırtır. “Evladım niçin böyle solgun çiçek getirdin?” der. Genç dervişin henüz kulağı harama aşina değildir. “Efendim” der. “Hangi çiçeğe el attıysam Allah’ı zikir ve tesbihle meşguldüler. Onları dallarından koparıp da Allah’a ülfetlerini kesmek istemedim.”
Şeyh cevaptan çok hoşnut kalır. Ona Sümbül Sinan ismini verir. Yıllar sonra Sümbül’ün getirdiği soluk çiçek karşılığında sinesinde yeşeren bakir bir çiçek yetiştirir; kızını Sinan’la evlendirir. Vefat ettikten sonra da şeyhliği devreder.
Menekşelerin Şeyhi Eşrefoğlu Rûmî
Hüseyin Hamevi Hazretleri talebelerinden menekşe toplamalarını ister. Hazreti hoşnut etmek isteyen talebeleri dağlardan, kırlardan demet demet menekşe getirir. Eşrefoğlu Rûmî’nin elinde ise bir dal menekşe vardır. Hazret meraklı gözlerle Rumi’yi süzer. “Rûmî! Misafir olduğun için menekşelerin yerini bulamadın herhalde.”
Rumi mahzun şekilde dile gelir. “Sultanım, hangi menekşeyi koparmak istediysem, bana 'Allah rızası için beni koparma, zikir ve ibadetimden ayırma' dedi. Ben de dolaştım. Bir yerde ibadeti bitmiş bir menekşe gördüm. Onu koparıp getirdim.”
Bu işler böyledir; sevenleri birbirinden ayırmaya kıyamayanlar gün gelir menekşelerin ve menekşe ruhlu insanların şeyhi olur. Sevenleri birbirinden ayıranlar er ya da geç helak olur.
Boynu kırık çiçek: Azîz Mahmûd Hüdâyî
Bir gün Üftâde Hazretleri dervişlerinden birer demet çiçek getirmelerini ister. Herkes kırlardan en güzel çiçekleri dererek Hazretin rahlesine dizer. Az sonra garip bir derviş yüzü solgun, boynu kırık bir çiçekle Hazretin önünde diz kırar. Diğer dervişlerin yüzünde hafif alaycı kasımpatılar açar. Bu garibin sonunculuğu garantidir. Hazret şaşırır: “Evlâdım! Herkes demet demet çiçek getirdiği hâlde sen niçin sapı kırık, solgun bir çiçek getirdin?”
Derviş bir çiçek gibi başını öne eğer. “Efendim! Size ne takdîm etsem azdır. Ancak hangi çiçeğe elimi uzattıysam, onu “Allâh, Allâh” diyerek Rabbini zikreder bir hâlde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya razı gelmedi. Çaresiz ben de zikrine devam edemeyen elimdeki şu çiçeği getirmek zorunda kaldım.”
Garip derviş, Hazretin gözünde bir kez daha büyür. Hazretin gölgesinde yıllarca bir çiçek gibi büyür. Gün gelir Bursa Kadısı Mahmûd Efendi ünvanını alır. Daha sonra da çiçekler şehri İstanbul’un çiçekler şeyhi Azîz Mahmûd Hüdâyî ünvanıyla tarihteki ve gönüllerdeki yerini alır.
Çiçekler kuruyunca zikrini, insan unutulunca duasını unutur. Çiçekleri kurutma, çiçek ruhlu insanları unutma. Bir çiçeğin göğsünde, çiçek kalpli hakiki bir dostun duasında uyu.
Erguvanların Piri Emir Sultan
Erguvanların salkım salkım açtığı ilkbaharda Emir Sultan müritleriyle Uludağ kırlarına çıkarlar. Çiçekler gibi kolkola girerek sarsıla sarsıla Allah’ı zikrederler. Bir zaman sonra salkım salkım cennet bahçelerine açılırlar. Bu zikir gezilerine zamanla Anadolu’daki müritleri de katılır. Sultanın vefatından sonra da bu güzel adet Erguvan Cemiyeti adıyla uzun yıllar devam eder.
İstanbul kapılarını lalelere açan Derviş
Üsküdar’daki Azîz Mahmud Hüdâyî Tekkesinde pabuç diken garip bir derviş vardır. Hüdâyî Hazretleri bir gün pabuççunun çilehanesine girince lale soğanlarıyla meşgul olduğunu görür. Meraklanır. “Bunları ne yapacaksın evladım?”
Derviş, Hüdayi’nin bahçesinde yetişirken lalelerin de kendisine eşlik etmesini istemiştir. “Şeyhim” der. “Bunlar memleketimin dağlarında yetişmiş hatıralar; ekeceğim. Bendeniz burada terbiye oldum. Bakalım himmetinizle bu soğanlar ne olacak?”
İş başa düşmüştür. Hüdâyî’yi tatlı bir telaş sarar. “Pabuççu Lâlesi mübârek olsun.” O günden sonra bu laleler Lale Kütüğüne Pabuççu Lalesi olarak kaydolur. Tekkede başlayan lale merakı zamanla İstanbul’a, oradan İmparatorluğa yayılır. Oniki yıllık Lale Devrine kadar her şey yolunda gider. Lale Devrinde laleler kalbe değil göze hitap eder hale gelince israfa dönüşür. Dün Tekke’den dünyaya lale ihraç edilirken, o günden sonra Rusya ve Avrupa’dan lale ithal edilir. Çok az kimse lalelerin başında tefekkür nöbeti tutar, zikrine eşlik eder. Hâl böyle olunca laleler solar, toprağa karışır; koca Osmanlı İmparatorluğu lalesi çürür, tarihe karışır.
Gül Devri’nden Lale Devri’ne
Medeniyetimiz Gül Medeniyetiydi. Zamanla gülün ruhundan uzaklaştık. Dünyanın dalında gül gibi kuruduk. Gül goncaları gibi sağa sola savrulduk. Ah ki dünyanın zevki sefasına kapıldık. Göğsümüzde taşıdığımız gülleri söküp attık. Başkalarının dünyasına heves eder olduk.
Lale Devri’nde Padişahlar dünyanın değişik ülkelerinden getirttikleri lalelerle İstanbul’da Lale Bahçeleri kurarlar. Dün Gül-ü Muhammedi’nin (sav) namını yaymak için yüreklerine taktıkları güllerle Avrupa’ya fethe koşan Padişahlar bu sefer aynı ülkelerden laleler getirterek saray hayatına gömülürler. Yüreklerindeki gülleri çıkarırlar; kaftanlarına, gömleklerine, miğferlerine, saraylarına hatta at başlıklarına bile lale motifleri işlerler. İsraf koca İmparatorluğu yıkar. Gül-ü Muhammedide (sav) bir gül daha solar.
Geçmişten alınacak ne çok ders var. Gül Devri’nden çiçek ihalelerinde bile yolsuzluk yapan Lale Devrine doğru kayıyoruz. Bir zamanlar zikrediyor diye çiçeği koparmaktan korkan nesilden çiçek gibi çocukların, kadınların, ihtiyarların, adamların kalbini kıran bir nesle dönüşüyoruz. Hiçbirşeyin kadrü kıymetini bilmiyoruz.
Zamanın Diyanet İşleri Başkanı bir gün güller şairi Sezai Karakoç’u ziyaret eder. “Diyanet olarak sizi hacca davet ediyoruz” der.
Gül-ü Muhammedi (sav) aşığı Sezai’nin kalbi Sevgili’nin (sav) kokusuyla kavrulmaktadır. Ne var ki yoksulluk yıllarca elini, kolunu bağlamış, bir türlü Ravza’ya varamamıştır. Açlıktan nefesi kokarken, fakat kalbi aşkla yanarken hepimize aşk bahşeden Sevgili (sav) şiirlerini yazmıştır. Başkanın davetini sakince reddeder.
“Bana hac henüz farz olmadı. Farz olduğu zaman giderim inşallah.”
Başkan atılır. “Diyanet olarak sizi biz götürmek istiyoruz.”
Sezai’nin cevabı tek kelimeyle yürek titretici, ‘titre ve kendine dön’ deyicidir.
“Ben milletin parasıyla hacca gitmem...”
O, sultan sofrasına oturmayan, dünyaya el uzatmayan derviş şairlerin soyundandır. Belli ki bazıları Sezai’nin dünyasının çok çok uzağındadır. Başkan toparlamaya çalışır.
“Bu ümmeti bir Arafat manifestosundan niçin mahrum ediyorsunuz.”
Sezai’nin sesi bu sefer hepimizi oturup ağlatacak cinstendir.
“Hoca! Arafat'a manifesto yazılmaya gidilmez, Vakfe'ye durmaya gidilir.”
Sezai, Güllerin Efendisi’yle (sav) aynı çağda yaşayamadığı için kendini dünyada sürgün bilmiştir. Ondandır ki hiçbir zaman han, hanım, at, avrat ve yat hayali kurmamıştır. (Varsın zamane hacıları, hocaları, şairleri yat, kat hayaliyle yatıp kalksın.) Öyle olsaydı Gül-ü Muhammedi (sav) özlemi tüten “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirini yazabilir miydi?
Ey yeşil sarıklı gülden anlamaz ulu hocalar
Şimdilerde biz Gül Devri’nin Dervişlerini körü körüne okuyoruz, görmüyoruz. Sağır kulakla dinliyoruz, duymuyoruz. Dünyanın kirini dilimize, dinimize bulaştırıyoruz. Çiçekler bulunduğu ortama huzur verir, bizse kötü kokular yayıyoruz. Etrafımızdakilere eskisi gibi rahat vermiyoruz. Çiçek ruhlu insanları hayatımızdan kovuyoruz. Çiçekleri balkonlara, çiçek ruhlu insanları gönül zindanlarına hapsediyoruz.
Gül Devri’ni yaşayan ve yaşatan Hüdayileri, Yunusları, Mevlanaları, Bediüzzamanları, Sezai Karakoçları Lale Devri kafasıyla okuyoruz. Şu dünyaya Gül Devri Dervişleri gibi bir bakışımız olmalı. Şimdilerde sarıçiçeği şeyh edinen Yunus’un, sümbülleri soldurmaktansa ölmeyi tercih eden Hüdayi’nin, fesleğenleri Pir edinen Bediüzzaman’ın, en çok da Monaroza (bir gül) şairi Sezai Karakoç’un dünyasına ne kadar da uzağız. Ey yeşil sarıklı ulu hocalar, hacılar, insanlar bu çiçek kalpli Gül Devri’nin Dervişlerini “Peygamber çiçeğinin aydınlığında” arayalım. Peygamber çiçeklerini soldurmayalım:
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.