Habibi Nacar YILMAZ
Dâimî Hastalıklarımız
Geçenlerde, kısa fakat hakikatdâr bir konuşma dinlemiştim. Notlarımızın arasına da almıştık. Geçen haftaki mutad sohbette, bana göre üzerinde uzun ve derin bir çalışma yapılması gereken, Eyüp Aleyhisselam'ı ve hastalıklarını asrımıza göre, yeni bir bakış açısıyla anlatan 2.Lem'a ve kısmen 'Hastalar Risalesi' okununca, o notlarımı hatırladım. 8. Deva'da geçen "Günâhlar, hayat-ı ebediyenin dâimî hastalıklarıdır" cümlesi, nuranî mürekkep saçan bir hokka gibi, yüzümüzü gözümüzü iyice boyadı. Şahsen sarsılmadım diyemem. Günahlar için kullanılan "dâimî hastalıklar" sıfatı, epeyce düşündürüyor ve sarsıyor bu âcizi.
Hayatımızı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek; belki de asıl vazifesini hatırlatıp yaptırmak için, vücudumuzda kısa süreli misafir olan basit bir hastalıkla, bazen baş edemeyip sızlanıyoruz. Ya bizi dâimî takip edecek, günah hastalıklarımızın sevimsiz yüzü, vahşi şekli, ağır yükü ve çirkin arkadaşlıklarına nasıl tahammül edeceğiz? Bu, insanı düşündürmez mi?
Yukarıda bahsini ettiğim konuşmada, değerli bir eğitimci arkadaş, biraz da esprili şekilde bir arkadaşına "Senin kaç takipçin var?" diye soruyor. Yüksek bir rakam cevabını alıyor. Kendisine yöneltilen "Senin kaç takipçin var?" sualine ise, "Benim sekiz takipçim var." cevabını veriyor. "Biraz şaşırtıcı ama o sekiz takipçim, benim peşimi hiç bırakmaz." diye de ekliyor.
İşte bu sekiz takipçiden biri de bizi takibini kabirden başlayarak hiç bırakmadan sürdüren, dâimî hastalıklarımız olan günahlarımızdır. Günahlarımız bizim aşırılıklarımızdır, mânevi dünyamızın dinamitleridir. İnsanın dengesini bozan, bazen de tahrip eden kurşunlardır. Nasıl hastalıklara karşı tedavi çarelerini arıyor, gerekli ilaç ve vitamin denemeleri yapıyorsak; bu dâimî hastalıklarımıza karşı da aynı gayreti ve hassasiyeti göstermek mecburiyetindeyiz.
Bunca tecrübemiz, âcizane bize, bütün bozulmaların, günah kapısının açık bırakılması sonrası, mânevi dünyamızı saran, kalbi karartan günahların akla attığı şüphe tohumlarının filizlenmesi ile başladığını gösteriyor. Şeytan ve nefsin basit, fakat çok aldatıcı hile ve tuzakları, sadece bir emri yapmamak ya da o emre lakayd kalmak kolaylığındaki telkinlere karşı, eğer tedbir alınmazsa, bu terklerin artan baskısı, aklını kolayca şüphe tohumlarının zemini haline getiriyor. Yalnız hiç kimse, bu tehlikenin uzağında ve bundan beri değil. Kendine güven ise, tehlikenin başlangıcı sayılır.
Mânevi bünyemizin, buna bağlı olarak daha da önemlisi, dünya ve ahiretimizin huzur ve sükûnu, ahenk ve verimi, kâinatın huzur ve sükûnunda olduğu gibi, Cenab-ı Allah'ın koyduğu hadlere uymaya bağlı. Gerçekten öyle değil mi? Kâinat bir matematik kitabı gibi, her şeyin formüllerle ifade edildiği, A'dan Z'ye mahlukatın bu formüllere göre hareket ettirildiği İlâhî bir yapı. Onun için, kâinatta huzur var ve anarşi olmuyor. Işığın hızı bellidir, değişmiyor. Işık buna boyun eğer, şaşırmaz. Pire fil kadar, göz el büyüklüğünde olmuyor. Hepsinin sınırı bellidir. Kalbi durdurup tekrar çalıştıramazsınız. Kargaya ötmeyi unutturup konuşturamadığınız gibi, maymuna da yazı yazdıramazsınız. Rüzgar belli hızda eser. Yağmur belli seviyede yağar. Bu örnekler, sonsuza kadar arttırılabilir. Yani her şey kendilerine biçilen ölçü ile hareket eder ve hiçbir şey mutlak serbest değildir. Onun için, sonsuz semada anarşi olmaz. Her yerde tam huzur hâkimdir. İradesi olmayan, canlı cansız bütün varlık, teşhis ve tayininde zorlandığımız, kendilerine mahsus bir lezzet ve bazen de ücret mukabilinde, nihayetsiz bir itaat içinde oluşu sayesinde, rahat bir nefes alıyor; şu arz üzerinde seyahatimizi rahatça yapabiliyoruz.
İnsana gelince, o da şu kâinatın binlerce âyetinden bir âyetidir. Fakat nihayeti olmayan kabiliyet donanımı ile, koca semaya karşı arzın denk tutulmasına vesile olmuş. İrade ve aklı sayesinde, arzu ve iştiyakları ta ebede kadar uzanmıştır. İşte, insanın bu kadar geniş arzularına bir sınır koyup onları yönlendirmezsek, hep kendini düşünür; sınır tanımaz ve başkasını ezer, yok etmeye çalışır. İki Dünya Savaşı ve dünyanın süren durumu, bunun en güzel şahididir. Öyleyse insanların arzularını frenleyen, onları kısa nazarıyla ihata etmede zorlanacakları güzele ve hayra yönlendiren kanunlar olmalıdır. Tâ ki insan başta kendisine vereceği zarar ve başta günahlar, yapacağı başka zulümlerden kurtulsun. Taşa toprağa, yıldıza yağmura, semaya ve arza, silsile şeklinde kanun koyan, onları kendi vazifelerinde tecavüzden yani onları bir nevi günahtan koruyan, hadlerini bildiren, böylece kâinatta huzur ve sükûneti sağlayan Allah, insan için, insanın huzur ve sükûnu, terbiye ve haddi için kanun koymaz mı? Koyduğu bu kanunu insana bildirmez mi?
Fark, sadece insanın iradeli oluşu ve bu kanunlara uyup uymama noktasında imtihan sırrı için, şahane serbest olmasında. Fark bu kadar zayıf fakat ne kadar önemli değil mi? Her şey, irade üzerine dönüp duruyor. Hani Kader bahsinde geçiyor ya "Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yola götürürüm. Öyleyse mesuliyet sana aittir." Yani götüren, getiren Allah. Ama biz istediğimiz için getirip götürüyor. Hayat tercihlerden ibarettir. Yani sen tercihlerin kadarsın. "Hidayet ve dalâlet Allah'tandır" demek de zaten "Yaratan Allah'tır." anlamında kullanılıyor. İşte şahsî günahlarımız, hukuklara tecavüzlerimiz, isyan ve taşkınlıklarımız, sınırları zorlamalarımız, terk ve tembelliklerimiz, Cenab-ı Allah'ın bir rahmet eseri olarak bize bildirdiği bu kanunlara bir isyan, onları tanımamak, hafife almak, başka bir ifadeyle, "huzurda edebe" muhalefettir. Sadece edebe mi muhalefettir? Hayır, kâinatta hükmeden güzelliğe, itaate de muhalefet.
Fakat bu muhalefet, dünyada kalmıyor; peşimizi takip ediyor. Yani dâimî takipçilerimizden. Onu temizleyip terk etmedikten sonra, kısmen dünyada ve kabirde başlayacak yolculuğumuzda çeşitli şekillerde bize arkadaşlık yapıyor. Bir türlü peşimizi bırakmıyor. Bazen vahşi, bazen çirkin ve sevimsiz, bazen de ağır yük şeklinde oluveriyor ve uçmamızı engelliyor. Bu dünyada, kalp vicdan ve ruh için mânevi hastalık olan günahlarımız, ebedî hayatta, çaresiz kaldığımız ve sevimsiz hastalıklarımızdır.
Evet dostlar, günaha farklı bir yaklaşım göstermeye çalıştık. Demek ki insan dışında, nihayetsiz itaat, azamet-i kibriyayı gösterdiği gibi, günah ve hatalarımız da kusursuz ve merhameti sonsuz bir Zât-ı Rahimi gösteriyor. Vücudunun zerratının itaat ettiği o Zât-ı Zülcelal'e itaatten seni geri bırakan basit vesveselere takılmak, şerafet-i insana yakışır mı?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.