Hüseyin YILMAZ
Bir Daha Arvas!
Arvas, bir yıl önce bıraktığı gibi duruyordu. Mezun olup giden talebelerin yerine yenileri gelmişti. Seyyid Fehim Hazretleri, yerini nerede ise Molla Muhammed Emin'e tamamıyla bırakmış gibiydi. Onun yanı başında halefi olacağı beklenilen Abdulhakim daha bir hırslı ve gününü bekleyenlerin sabırsızlığı içinde görünüyordu.
Birkaç günü olup bitenleri anlamaya çalışarak geçirdi. Peşine düştüğü Kur'an ilmini burada elde edip edemeyeceğine dair kafa yordu.
Şeyh Fehim Hazretlerinin medreseden el etek çekip yarı münzevi bir hayatı tercih etmiş olması ümidlerini kırıyordu. Oysa Arvas'a gelirken doğrudan ondan ders almayı ümid etmişti. Şeyh Fehim, kendisine Kur'an ilminin kapılarını aralayabilirdi. Bölgenin bu en şöhretli ve önde gelen âliminin medrese yerine tekye hayatına geçiş yapmış olmasını ilerleyen yaşı ve ne zamandır kendisini rahatsız eden hastalıklara verdi.
Molla Muhammed Emin, onun hem oğlu hem halifesi idi. Kendisi yetiştirmişti. Ne var ki, bu genç molla bir Şeyh Fehim değildi. Gençliğin ve tecrübesizliğin tezahürlerinden henüz kurtulamamıştı. Buna rağmen ondan ders almayı düşünerek geldiğinin ikinci haftasında huzuruna çıktı.
Doğrudan, "Dersimi sizden almak istiyorum!" dedi.
Molla Muhammed Emin, kendisini hiç yalnız bırakmayan Seyyid Abdulhakim'e göz ucuyla baktı. Fakat o, başka bir yerde imiş tavrı içinde, "Beni bu işe karıştırma!" der gibiydi. Said'den çok hoşlanmadığı meçhulü değildi ama bir mânâ da veremiyordu. Belki kendinden emin tavırları, belki parlak zekâsı, belki tuhaf tavırları Abdulhâkim'i tedirgin etmişti. "Kıskandırmıştı" demeye, kendi kendine bile olsa dili varmıyordu.
"Ben kâfi derecede doluyum maalesef. Birkaç gün daha oyalan, Molla Mustafa köyünden dönsün, onun rahlesinde başlarsın!"
Muhammed Emin'in cevabının canını çok sıktığını belli etmek istemedi fakat bozulduğu açıktı. Seyyid Abdulhakim'in dudak uçlarında gezinen belli belirsiz müstehzî tebessüm de büsbütün sinirlerini yıpratıyordu. Yine de tabiî karşılamış gibi, "Takdir sizin!" deyip huzurdan çıktı.
Vakit öğleye yakındı. Uğradığı hayâl kırıklığını belli etmemek için kendisini köyün yukarısına attı. Bir önceki sonbaharda takib ettiği güzergâhı tekrarlayarak Çoban Kayası'na vardı.
Kendisinden sonra aynı noktada yakılan ateşin meydana getirdiği is, yazdığı "Said" kelimesini yeniden örtmüş olsa da belli belirsiz okunabiliyordu. O gün yaşadıklarını hatırladı, Derviş'in gecenin bir vaktinde sırra kadem basmasını düşündü.
Zümrüt bir yeşilin saltanatını kurduğu bu bahar gününde şimdi daha farklı şeyler hissediyor, farklı şeyler görüyor, farklı şeyler düşünüyordu. Molla Muhammed Emin'in tavrını da, Seyyid Abdulhâkim'in müstehzi çehresini de çoktan unutmuştu. Sanki karanlık bir gecede karanlığı yırtan şimşek aydınlığı gibi kamaştırıcı bir aydınlık daimî bir surette zihninin karanlığını dağıtmış, yerini her şeyi en keskin hatları ile gösteren mutlak bir aydınlıkla doldurmuştu.
Rüyadan bu tarafa kimseye söylemediği garib şeyler yaşıyordu ki bunların başında akıl almaz sürat-i intikal ile hıfz inkişafı geliyordu.
Okuduğu herhangi bir sayfayı tek seferde anlayıp ezberlediğine şaşkınlıkla şahid oluyordu. Daha öncesinde olmayan bu hâlin rüyanın büyük müjdesine hazırlık olduğunun farkında idi. Kur'an ilmini taşıyabilecek, ona zemin olabilecek bir hazırlıktı bu.
Baktığı, gördüğü her şey kitab oluyordu. Her şey okunsun diye yazılmış gibi duruyordu karşısında. Kâtibini gösteren harf gibi bütün eşya da hem tek tek, hem de bütün halde, bütün bir kâinat olarak Allah'ı gösteriyordu. Zihni fiil, isim ve sıfat basamaklarından tırmanıp zata ulaşıyordu. Önce varlığı görüyordu ama herkes gibi değil. Varlıktaki sanat, çoğu zaman varlığın kendisinden daha parlak, daha aydınlık olarak zihnine intikal ediyordu. Fiilden kudrete uzanıyor, oradan faile varıyordu. Varlıktaki güzellik ve mükemmelliği netice veren fiilden sanatkârın sıfatlarına ulaşıyordu. Baktıkça görüyor, gördükçe düşünüyor, anlıyor; muazzam, kendi içinde durmadan inkişaf eden zihnî bir zenginliğe kavuşuyordu.
Bulunduğu zirvede masmavi bir gök ile yemyeşil yeryüzü arasında bir nokta kadar küçük, kâinata sığmayacak kadar büyük hissediyordu kendisini. Bahara ulaşmış olmanın sevincini yaşayan tabiat, haşre uyanır gibi yeniden dirilmişti. Bütün hayvanlar, nereden geldikleri, kış ölümünü nasıl geçirdikleri anlaşılmayan bir şekilde yeniden ortaya çıkmış, harekete geçmişlerdi. Sinek ve karıncalardan büyük vahşi hayvanlara kadar hepsi yeniden uyanmış, yeniden dirilmişti.
Bir önceki sonbaharda, dışarıda kalmış son ferdlerinin yavaş hareketleri ile kendisini hüzne boğan karınca yuvası, şimdi mahşerî bir kalabalık ve hareketle kaynıyordu. Bodur çalılıkların çıplak dalları arasında terkedilmiş vaziyetleriyle içini burkan yuvaların etrafında şimdi neşeyle uçuşan kuşların hummalı yenileme faaliyetleri vardı. Şuurkârane bir hareket, bir faaliyet her şeyde kendisini gösteriyor; kimsenin olmadığı bu ıssız zirvelerde, yüksek sesle Said'e, "Allah!" dedirtiyordu.
Sonra su gözüne indi. Bu mevsimde hâlâ büyükçe bir dere gibi coşkulu, köpüklü akıyordu. İrili ufaklı onlarca su gözü farklı noktalarda patlamış, ana kaynağın etrafını bir su mahşerine çevirmişti. Acıktığını hissetti ama yanında yiyecek hiçbir şey yoktu. Dürre'nin birkaç gün önce mendiline koyduğu ekmek, kavurma ve soğan gözlerinde tüttü. Karabaş'ın dost bakışlarını hatırladı. Molla Muhammed Emin'in tavrına o kadar içerlememiş olsa idi yanına hiç değilse bir parça ekmek almayı düşünebilirdi ama olan olmuştu.
Neyse ki, ötede beride âşinası olduğu bolca pancar çeşidi vardı. Bir tutam pancar koparıp yıkadıktan sonra yedi. Birazdan açlığını bir nebze unutturacağını bilmenin huzuru ile kış akıntılarının bozduğu su gözünü temizleyip tertiplemeye koyuldu. Çalıştıkça açlığını da, olan bitenleri de unuttu.
Dört-beş gün sonra Molla Mustafa Arvas'a döndüğünde Said hâlâ köyde idi ama hususî dersler almayıp, câmideki umumî derslere iştirak etmekle iktifa ediyordu. Ne var ki, bu arada eline geçen hemen her kitabı büyük bir açlık içinde okuyup bitirmekle kalmıyor, âdeta ezberliyordu. Zihin ve hâfızasındaki büyük inkişafı kimseye belli etmemeye çalışıyor fakat çoğu zaman yaşadıklarını kendisi şaşkınlıkla karşılıyordu.
Bu zihnî inkişafın gayretlerinin neticesi olmadığının farkında idi. Lâkin sebeblerini, daha doğrusu kırılma noktalarını biliyordu: Birincisi, iki yıl kadar önce kimsenin alâkadar olmadığı Derviş'e gösterdiği şefkat ve ihtimam; diğeri ilm-i Kur'an'ı müjdeleyen rüya. Ne olmuşsa bu iki hâdiseden sonra olmuştu.
Molla Muhammed Emin'in tavsiyesi üzerine kendisine ders verebileceğini söyleyen Molla Mustafa'yı, Arvas'da kalıp kalmamaya henüz karar veremediğini söyleyerek kibarca reddetmişti. Vâkıa bu genç mollanın kendisine verebileceği bir şeyin olmadığını düşünmekle birlikte, kalmak veya gitmek noktasında henüz bir karar veremediği de doğru idi. Neyi beklediğini bilmiyordu ama bir şeylerin olacağını, bir zuhuratın olacağını düşünüyor, bir işaret bekliyordu. Onun için de biraz oluruna bırakmıştı.
Molla Muhammed Emin'in ikindi sonrasında câmide başlayan umumî dersine iştirak etmeye son anda karar vermiş, en geride diz çökerek sırtını çilehaneye açılan duvara dayamıştı.
Henüz yirmi dört yaşında genç bir Müderris olan Arvasî, derse İmam Birgevî'nin Avâmil'inden başlayınca Said'in hatları yeni yeni sertleşmeye başlayan çehresinde bir tebessümün ürkek aydınlığı gezindi. Zirâ Muhammed Emin'in önündeki kitabı iki gün önce kendi kendisine mütalaa edip bitirmiş, neredeyse büyük çapta da ezberlemişti. Hocanın anlatacaklarına dikkat kesildi.
Yedi asırlık câmi hınca hınç dolu olmasına rağmen çıt çıkmıyor, sadece Muhammed Emin Arvasî'nin tok ve kendinden emin sesi taş duvarlarda yankılanıyor, ahşap tavana yükseliyordu. Müderrisin muknî sesinin herkesi esir aldığı bir anda kimsenin beklemediği bir ses daha yükseldi:
"Öyle değil hocam!"
Said'in sesiydi. Yüzler gayr-i ihtiyarî ona döndü, bakışlar onu aradı. Genç müderrisin yüzünde raşeler gezindi, herkes gibi o da Said'e baktı. Mirzazâde, kendisinden okutmaya tenezzül etmeyişinin intikamını almak istiyordu. Yine de kendinden emin, istihza sarkan bir sesle,
"Nasıl?" dedi
Said, istifini bozmadan birkaç cümle ile nokta-i nazarını, Âvamil'den okur gibi izah edip sustu. Talebe, halife ve diğer müderrisler Arvasî'nin ne diyeceğini beklemeye geçmişlerdi ki, Molla Muhammed Emin şaşkınlığını belli etmeyerek, "Haklısın Fake Said!" dedi. "Nokta-i nazarım yanlış imiş!"
Sonra kaldığı yerden derse devam etti ama büyünün bozulduğunun farkında idi. İtiyadının aksine dersi kısa kestiğinde Said çoktan camiden çıkmıştı. Bu, Molla Muhammed Emin'den değil, talebelerden kaçıştı. Müderrisleri rahatsız edebilecek bir ilginin ortasında kalmak istememişti. Zâten daha o anda da Arvas'dan ayrılmaya karar vermişti. Aradığı feyzi bu iklimde bulamayacağına artık emindi.
-Kutub Yıldızı romanından-
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.