Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Evrimcide Olmayan Göz

Zihnim yorulduğu, biraz eğlenmeye ihtiyacım olduğu zaman ya bazı kitaplardan aldığım eski notlara bakarım ya da bolca malzeme bulabildiğim bazı internet sitelerini kısa süreliğine yoklamaya çalışırım. Geçenlerde daha önce de incelediğim, yine böyle bir sitede gezmeye, evlere şenlik incilerine göz gezdirmeye çalıştım.

Ne zaman hazırladıklarını anlayamadığım bir panik videoları, biraz zamanımı da almadı değil. Ördükleri karton kulelerine, şöyle bir dokunan her karşı yayın, bunları panikletmeye, sersemletmeye yetiyor. Bu sitede, daha önce de denk gelmiştim. "Şu kâinat sanat galerisinde, yeryüzünden tut semavata, nereye baksanız, gözünüzü kaçıramayacağınız sanat harikaları, bir sanatkâr olmadan olabilir mi?" sualine, peri bacalarının oluşumu örneğini vermek gibi bir hamakat sergilemişlerdi. Nasıl peribacaları, suyun uzun süre akışı neticesinde, zor da olsa bir anlam verebileceğimiz şekillerden oluşuyorsa, bu harika ve hikmetli sanatlar da uzun sürede, zerrelerin akışı neticesinde ortaya çıkabilirmiş. 15. Şua'da tam da bunları tarif eden güzel bir cümle var.

"Zerrat tarlasından tâ manzume-i şemsiyeye, tâ Samanyolu denilen kehkeşan dairesine ve bir hüceyre-i bedenden tut tâ zemin mahzenine, tâ kâinat heyet-i mecmuasına kadar, aynı kanun, aynı rububiyet, aynı hikmet ile beraber idare ve terbiye eden bir rububiyeti tasdik ve hissetmeyen, bilmeyen, görmeyen bir insan...."

Evet, "...idare ve terbiyeyi görmeyen, bilmeyen, hissetmeyen insan..." Tam da başlıkta anlatmak istediğimiz mânayı tarif ediyor bize. Bu idareyi bir insanın görmesi için, normal iki gözünün yetmediğini, ayrıca bir de akıl gözünün de arkada olması gerektiğinin çokça örneklerini görüyoruz. Akıl göze inince, yani aklın işini gözden bekleyince, çok garip ve gülünç şeyler ortaya çıkıyor maalesef. Bir defasında bunlardan birine "Akıl gözüyle bakınca, bir sanatın sanatkârsız olabileceğine nasıl ihtimal verebiliyorsun?" demiştim de yine gözü adresi gösterip "Madem bir sanatkâr var, niye karşımda benimle konuşmuyor?" deyivermişti. Yani kitapla kâtip, sehpa ile mobilyacıyı aynı cins kabul edip kendi sanatkârı ile oturup muhatap olmak istiyordu. Hani ahmakâne bir şekilde, "Senin varlığını kabul ediyorum, çünkü seni görüyorum." demek gibi, imanın tarifi olan bir derece gaybilik perdesini ortadan kaldırmak istiyordu.

Yine bu sitede bir tıfıl, fikir danışmak için "Bana bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız olmaz da şu kâinat ve insan, nasıl sanatkârsız olur diye soruyorlar, ben bunlara ne cevap vereyim?" diye soruyordu. Sitede bu sualle çok karşılaştıklarını ve cevabının da basit olduğunu ifade edildikten sonra cevap olarak onlara "Bilim her şeyi halledecek." dersiniz tavsiyesinde bulunuyordu. Körlüğe, yobazlığa şu sefalete bakar mısınız? Bilim ilerledikçe, kitapların kâtipsiz mi olduğunu anlamış olacağız? Ya da insanlık tarihi ile başlayan ve bugün baş döndürücü seviyeye gelen bilim, neyi ortaya çıkarıp ispat etti?

Bilim ilerledikçe, "Küçücük sineğin kanadından ve gözbebeğindeki hüceyrecikten tut, tâ tayyare-i cevviye olan hadsiz kuşlara, tâ Güneş sistemine kadar her şeyde, cüz'i külli, küçük ve büyük en mükemmel bir intizam olduğunu..." her şeyin bir kanunlar silsilesine takılan ve dakik işleyen, o intizamlı fiiler neticesinde ortaya çıktığını ortaya koydu? Şimdi bu arkadaşların iddiasını gerçekleşmesi için, yani bir harfin kâtipsiz olması için, daha ne kadar beklememiz gerekecek?

Daha adı bile teori olan bir görüş ve varsayıma ve yukarıda bahsettiğimiz videoda da anlatılanlara göre de güya 375 milyar yıl önce sudan ortaya çıkan (nasıl olmuş ve çıkmışsa) 'tiltatik' adını koydukları bir canlıdan, bir milyon üzerindeki tür mutasyona uğrayarak ortaya çıkmışmış. Şimdi aklı başında olan bir normal insanın inanmasını istedikleri bu masallara inanması mümkün mü? Buna inanılmasını, bilimsellik adına isteyen ve güya bunu bir teori (ona göre doğa yasası) olduğunu yüksek sesle anlatan akıl, bir harfin kâtipsiz olamayacağı kanunu gerçeğini, bilime havale ediyorsa, bu akıl normal midir?

Bir harfin kâtipsiz olamayacağı, bir hakikat ve masalımsı tahmin ve hayali kuruntulardan uzak umumi bir kanundur. Ve bilimin de ilerlemesi, hassasiyetlerin ortaya çıkması ile de bu kanun inkârı ve göz kapanılması mümkün olmayan, onun için de küfrü asabileştiren parlak bir hakikat olarak zihinlere kazınmıştır. Onun için bunu hatırlattığımız her inkâr ehli ya asabileşiyor veya bu ve emsali ispat şekillerini, Kur'an'dan alarak ortaya koyan Said Nursi'ye delicesine saldırıyor. Bu, Kur'an'î bir hakikattir. Çünkü Kur'an, insanı her bir sanattan sanatkâra götüren bir bakış açısını Müslümanın gözüne takmıştır. Bu asrın ilacı olarak da üstad, bunu "Kırk senelik ömrüm, otuz senelik tahsilimin özeti" de diyerek mana-yı harfî (sanata, sanatkârını gösterecek şekilde bakmak) bakış açısı olarak formüle edip geçen asrın başlarında istifadeye sunmuştur. Böylece gözümüze çarpan her şey, bir kitap olmuş; Kur'an marifetullahın bitmez hazinesini önümüze açmıştır. Bunun farkında olmak da ayrı bir mazhariyetle sürur kaynağıdır. Çok şükür ki Kur'an ehli olarak farkındayız.

Şimdi bu bakış açısına sahip olmayan arkadaşımız, videosunda anlattığı masala, dinlerle başlıyor ve konuşmasında onları aslında inkâra götüren de önemli bir ipucu veriyor bize. Hiçbir gözlem ve laboratuvar ortamında doğrulanmayan, 375 milyarlık, türlerin bir canlıdan türemesinin hikayesini bir teori olarak ele alıyor arkadaşımız; fakat hızını da alamayıp bu bir ön kabul ve mesnetsiz hikâyeyi, kesin bir 'doğa yasası' diye de ilan ediyor. Bir gözlem ve laboratuvar ortamında denenmemesine rağmen, hadi diyelim bir "çekme, itme, büyüme" gibi bir yasa olsun. Peki, bu yasayı kim koydu? Yasa varsa,bunun koyanı da olmalı değil mi? Yani diyelim ki evrildi, devrildi, bir imkânsız oldu, türler birbirine döndü. Bu türleri karıştırmadan, eviren, deviren kim? Bu, şuursuz, cansız, kanundan habersiz doğadır, diyemeyiz. Kendi kendine de oldu, diyemeyiz. Kendi daha olmayan bir şey, kendini nasıl yapacak? Kendi kendine, mükemmele gidiş olamayacağı gibi, hep isabet edene de tesadüf denemez.

Canlının yapı taşı olan ve dört yüz kadar cansız aminoasitin bir araya gelmesi ile ortaya çıkan bir proteinin tesadüfen ortaya çıkması ihtimali, birin, yüz kırk sıfırlı bir sayıya bölünmesi ile elde edebiliyor. Ki bu sıfır demektir. Uzun zamanda oluyor da diyemeyiz. Çünkü bu, bol sıfırlı rakamdan beş-altı sıfırın atılması demektir. Yine ihtimal bilimsel olarak da sıfır yani.

Ayrıca cansız elementlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan, daha doğrusu hediye edilen hayat yönünü bir kenara koyduğumuzda bile sıfır ihtimal. Hayat sahibi olmayan atom ve moleküller, şehir hayatı intizamındaki hücre şeklinde geçince, nasıl hayat sahibi oldukları hâlâ çözülebilmiş değil. Hayatın hücre seviyesindeki bir mertebesi çözülememişken şuur, vicdan, akıl ve binlerle duygu merkezine sahip insan hayat mertebesi ve insanın bu hayata nasıl sahip olduğu çözülebilir mi? Veya bu harika hayat sanatı tesadüfe, evrime verilebilir mi? Yani hayatın evrilmekle, devrilmekle alakası yok. Sadece ön kabul ve uzun zaman masalıyla, tesadüfün ve kendi kendililiğin üstü örtülmekte, hiçbir laboratuvar ve gözlem ortamıyla denenmemiş bir varsayımı bilim sosuyla satma çabası var.

Bu bilim sosu, önemli biraz. Geçen asrın başlarında, sonradan sahte olduğu ortaya çıkan bir "Piltdown adamı" ortaya çıkardılar. Tam elli yıl, beş yüz kadar güya ilim adamı, bu uydurma ve özel hazırlandığı sonradan anlaşılan fosil üzerine bilimsel makaleler yazdılar, çizdiler, sözüm ona profesör oldular. Ara fosil bulduk, diye yeri göğü inlettiler. Halbuki böyle bir süreç varsa, ortalıkta böyle bir, iki bin değil, belki yüz binlerce fosilin olması, ortalığın böyle sahte fosillerle değil, gerçek fosillerle dolması gerekiyordu.

Yukarıda bu arkadaşın konuşmalarından çıkan, onu ve o tipleri inkâra götüren bir ipucundan bahsetmiştim. "Dinlerin veya bir yaratıcıya inananların evrim ile ilgileri veya evrime inanmaları olabilir. Fakat önemli olan, bu yaratıcının herhangi bir şekilde peygamber ve vahiyle bizimle irtibata geçmemesi lazım." mealinde bir giriş yapıyor ki bence asıl mesele bu cümlede kendini ele veriyor. Yani bir yaratıcı olmuş ya da olmamış; bu, bizi ilgilendirmiyor. Fakat evrime ihtimal veren hem de bir yaratıcıya inanan varsa, zinhar bunlar bize "Biz de evrimciyiz ama bir eviren, deviren var. Gelin buna inanın, onun vahyine de kulak verin." demesin sakın. Mesele burada saklı. Yaratıcı olsa bile, bize karışmasın, demeye getiriyor. Yani mükemmeliyetten kaçış, başıboş olma hâli. Yumruk kadar mideyi doldurup boşaltmak gayesinden başka bir şey düşünmemek. Ne pahasına? Başındaki ve gözünün arkasındaki aklı yılana çevirme ve inkâr etme pahasına.

Başlığa, 'evrimcide olmayan göze' daha yeni geldik. Hani girişte, bazen baktığım siteden söz etmiştik ya. "Sözler Köşkü" sitesi, "Evrimi Bitiren Video" diye bir neşir yapmış. Bu yayın, evrimcileri epeyce sarsınca, bu karşı sitedeki bir arkadaşınız da buna cevap için bir video hazırlamış. "Korkmayın, panik yok. YouTube'da bilim yapılmaz. Şimdi bunlara cevaplarını veriyorum." diye de bilim yapılmaz dediği aynı mahfilde, güya kendince bilim yapmaya başlamış.

Evrime, önce "Bir teoridir." diyor. Teorilerin çürütülebilir olduğunu anlayınca, biraz sonra "doğa yasası" demeye başlıyor. Hem de inkârı mümkün olmayan yasaymış. Anlayacağınız, 375 milyar öncesi olan, gözleme ve laboratuvara dayanmayan ön kabulleri, bilim diye satmaya çalışıyor.

Ben özellikle iki yerine takıldım bu konuşmanın. Birincisi, bazı tür fertlerinde görülen, şartlara bağlı değişimler, gen düzeyindeki tür dönüşmesine yol açacak seviyede değil. Bunlar, genlerdeki elastiki yapının izin verdiği oranda, çevre ve beslenme değişikliklerine göre canlının zamanla uğradığı bedenî değişiklikler. İşte, bu değişimleri inceleyen "epigenetik" biliminin ortaya çıkardığı bu yeni sayılan netice, evrimcilerde bayağı bir hayal kırıklığına yol açmış ve bir türlü de cevap veremiyorlar. İkincisi de "Sözler Köşkü" yayınında konuşan arkadaşın, tesadüfü ve uzun zamanda oluyor, bitiyor, dönüşüyor safsatasını bitiren ve sıfır çıkan ihtimal hesaplarını yaptıktan sonra, akıl gözüne dikkat çeken "Akıl gözüyle bakınca, uzun zamanda bunlar oluyor düşüncesinin bir fos ve mesnetsiz düşünce olduğunu da anlıyoruz." cümlesinden sonra evrimci arkadaşın evlere şenlik tepkisi.

Arkadaşımız, kafasını dövdükten sonra biraz da sesini yükselterek "Hayır, hayır arkadaşlar! Bizim iki gözümüz var. Akıl gözü diye bir gözümüz yok." ifadesini kullanınca, yanlış kader anlayışını hicveden bir skeç aklıma geldi

Hoca rolündeki arkadaş, etrafında toplanan ve kaderi tembelliklerine bahane edenlere "Niçin çalışmıyor, işe gitmiyorsunuz?" diye soruyor. Onlar da "Allah alın yazımızda yazmamış hocam" diyorlar. Hoca da "Aynı Allah, bu alınlarınızın arkasına bir de akıl koymuş, onu niye çalıştırmıyorsunuz?" diye soruyor.

Evet dostlar, bunlarınki de buna benziyor. Alnını dövüyorsun da bu alnın arkasındaki aklın gereğini yapmıyor, firaset ve dirayetini göstermiyor, sanatın arkasında kendini binler dillerle gösteren sanatkâra ulaşamıyorsun. Akıl gözünü kullanmıyorsun. Küfür içinde kalmak için, bu kadar gayret göstermek ne acıdır değil mi?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum