Habibi Nacar YILMAZ
Fesat Şebekesinin İnfazı
Bazıları ile olan konuşmalarımızda, "Hangi dinin ilâh anlayışına itibar edeceğiz; her din kendine göre bir tanım ve tarif getiriyor. İslâm da bunlardan biri olamaz mı?" şeklinde itirazlara muhatap oluyoruz.
Kur'an'ın tevhid haberinden habersiz bazılarının bu tip söylemlerinin altında, belli ki bu cehaletleri yatıyor. Cenab-ı Allah, kendini sadece sanatıyla değil; kelâmı ile de dahası, canlı örnek peygamberleri ile de tanıtıyor. Üçünü birden nazara almadan ya da üçünden haberdâr olmadan ulûhiyet, isim ve sıfat ve hakikatiyle anlaşılamaz elbette. O zaman da "Bu mu, o mu doğru?" diye laf kalabalıklarıyla oyalanıp dururuz. Cenab-ı Allah'ı elbette Zâtı ile değil; ancak tecellileri, sanatları ve Kendisinin bize bildirdiği isim, sıfat ve unvanları ile bilir ve tanırız.
Geçenlerde yine biri, "Siz insanımsı, yani bilen, kızan, öfkelenen, gören bir ilâh tasavvur ediyorsunuz. Bu da müteal ilâha terstir." şeklinde itirazlarını bize iletmişti. Ya arkadaş, biz görüyor, biliyor, işitiyor değil miyiz? Canlılarda öyle değil mi? Peki bu özelliklerimiz elbette bu özellikler onda olan biri tarafından verilmiştir. Biz de bunların olması, bunun en büyük delilidir. Ama Allah'ta olan bu sıfatların mahiyetini bilemeyiz. Yani mahiyetleri mütealdir. Beşer sınırlarının üstündedir. Ayrıca bu sıfatlarımız sınırlı. Neye göre sınırlı? Her şeyi görememeye, bilememeye, işitememeye göre. Bütün canlılar hayat şartlarına göre mükemmel sınırlanmış. Bu görmeyi, bilmeyi, işitmeyi canlılara Kim vermiş ise; bu sıfatlara sonsuz derecede sahip olabilmesi lazım ki bunları sınırlayabilsin ve sonsuz derecelere göre onları ayarlayabilsin. Öyleyse Allah'ın görmesi, bilmesi, işitmesi ve diğer sıfatlarının sonsuz derecede (müteal) olması açık seçik ortaya çıkmaz mı? Ama bu sıfatların nasıllığını, mahiyetini bilemeyiz. Biz mahluk cinsinden olduğumuzdan bunların ancak varlığını biliriz ama mahiyetini bilemeyiz. Yani o sıfatlar Allah'ta var ki bize, canlılara sınırlarıyla beraber veriyor; aksi mümkün mü?
Varlığı sadece yaratılanlardan ibaret gören vacip bir varlıktan habersiz biri, yine "O varsa, var olmuş, demektir. Var olan da ilâh olamaz. O zaman Allah yoktur."(Haşa) şeklinde cehalet dolu cümleler kullanmıştı bir konuşmasında. Bütün bunları dinleyince aklıma, Mesnevi'de geçen, "Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâm'dan nefy ve ihracına Risale-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir." cümlesi geldi.
Karar verilmiş de bu karardan bunların haberi yok. Ne gibi yok? Dünyanın döndüğü tâ 17. yüzyılın başında ispat edildi ve dünyanın sabit olduğu fikri yıkıldı değil mi? Dünyanın döndüğü fikrine bazıları yüz, bazıları üç yüz sene sonra ulaştı. Onlar bu sonuca bu kadar yıl sonra ulaştı ve dünyanın durduğuna inandılar. Ama bu fikir artık yıkılmıştı. Onların öyle inanmaları, kendi batıl fikirleriydi ve sadece onları ilgilendiriyordu.
Kur'an-ı Kerim de nazil olduğu zaman, bu tip batıl fikirler de ortalıkta doluydu. Hatta inançsızlar azdı. Herkes bir şeye inanıyordu. Ama inandıkları şeylerin hepsi, batıldı ve şirke dayanıyordu. Hani bazılarının "O mu doğru, bu mu?" dedikleri cinsten hiçbiri doğru değildi. Kimi güneşe, kimi ineğe, kime ateşe, hatta nehre bile tapanlar vardı. Bazıları da kendi yaptıklarını ilâh edinmişti. Öte yandan Hristiyanlar, üç ilâh safsatasına; Yahudiler de Hz. Üzeyir'in ilâhlığına inanıyorlardı.
İşte, böyle bir şirk ortamında Kur'an tevhidle ortaya çıktı. Baştan sona tevhid dersleriyle doluydu Kur'an. Tam bir tevafukla ilk surede Cenab-ı Allah, Kendisini âlemlerin Rabbi olarak anlatırken, son surede de Rabbün'nâs olarak tanıtıyordu. Diğer bir ifadeyle kâinat ağacının Rabb'i de ve bu ağacın mükemmel meyvesi insanın Rabb'i de Allah'tı. Bu tavsifler şirke yer bırakmadığı gibi, tevhidi de en üst seviyede ifade ediyordu.
Şimdi Kuran'ın bu özet ve en kâmil manadaki tavsifinden sonra, insanların zan, tahmin ve öylesine fikir ve ifadelerinin bir kıymeti olur mu? Kur'an'ın ortaya koyduğu yüksek tevhid anlayışı, tesadüfü de şirkin türlerini de tabiat putunu da ortadan kaldırıyor. İcat ve inşayı; hareket ve sükûneti tümüyle Allah'a veriyordu.
Kur'an'ın bu yüksek dersini izah ve ifade sadedinde de üstad "fesat şebekelerinin infaz kararını" geçen asrın başlarında ifade ve ilân ediyordu.
Evet dostlar, şeytanın gagalamalarına açık beyinler kendini semavîliğe kapalı tuttukça, beşeri binbir yol ayrımında bırakmış; beşerin ferdî veya içtimaî hiçbir meselesine çare üretememiştir. Her biri bir ism-i İlâhinin basamağı olan birtakım keşifler ise, beşerin saadeti, huzuru için kullanılması gerekirken, maalesef tahribi için kullanılmaktadır. Bu da ayrı garip bir tecelli ve düşünülmesi gereken bir vakıadır.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.