Habibi Nacar YILMAZ
'Gayretiniz İle Dünyayı Tatlandırın'
Nurlarda geçen ücret ve fiyat kelimeleri, hem kullanıldıkları yer hem de anlam bakımından hep dikkatimi çekmiştir. Biz bu kelimeleri Türkçe derslerinde anlatırken ücreti, bir hizmetin karşılığı; fiyatı da bir malın bedeli olarak anlatırız. Bu iki kelimeyi, bir bilet alırken veya yemek yerken ücret; bir kalem veya kitap alırken de fiyat öderiz, diye de örneklendiririz. Nurlarda çokça geçen bu iki kelimenin birbirinin yerine kullanıldıklarını da görüyoruz.
Âcizane bana göre harika bir insan ve vazife tahlili, bir kâr ve zarar manifestosu olan, Tevbe Suresinin 111. Âyetinin günümüze göre harika ve tecdidâne bir tahlili olan 6. Söz'de, nefis ve malını yani emaneti, hakiki sahibine satmanın beş kârı sayılırken, ikinci kâr olarak "Cennet gibi bir fiyat veriliyor." cümlesi kullanılıyor. Yani nefsini ve nefsine takılan maddî ve mânevî cihazları, yokluktan, fenadan ve zayi olmaktan kurtarmak; onlara ebed âleminde daha parlak şekilde sahip olmaya devam etmek, ancak onları sana hediye olarak veren hakikî sahibi Cenab-ı Allah'a satmak, O'nun izni yani helâl dairesinde kullanmakla mümkün. Peki, bu şekilde kullanırsan, kârın nedir? Bu emek ve âyetin ifadesi ile 'gayretin' karşılığı, cennet gibi bir fiyat. Yani bir ticaret yaptın, emek sarf ettin ve onunla hiç kaybetmemek üzere cennet satın almış oldun.
21. Söz'deki 4. İkazda ise "Acaba şu vazife-i ubudiyet (ibadet vazifesi) neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor?" cümlelerinde kullanılan ücret ise, "Mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek sırat köprüsünde nur ve burak olarak" veriliyor. Senin ubûdiyetin ve hizmetin, ölümle başlayacak olan ebed yolculuğunun her durağında, sana değişik şekillerde nuranî bir ücret olarak hep yanında olacak. Merkezinde insan olan İnsan Suresinde cennet nimetleri sayıldıktan sonra, 22. Âyetinde de "İşte bu, sizin bir mükâfatınızdır. Gayretiniz karşılığını bulmuştur." buyurularak, nefis ve malını Cenab-ı Allah'a satma gayretinin mükâfatı, İlâhî beyanda yerini bulmuş.
Gayret ifadesi, çok önemli. Her işin başı, güzel bir niyetten sonra gayret değil mi zaten? Gayret kelimesi, Barla Lahikasının başlarında, Hoca Sabri ve Hulusi Beylerin mektuplarına Risale-i Nur eczalarının içinde yer verilmesinin beş sebebi sayılırken, ikinci sebepte "Ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, yine kalbine gelen şüpheler ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı" şeklinde geçiyor. Gayret ve iştiyak, mânevî hayatın iki önemli denge unsuru. Kaybedildiklerinde, yerini tutacak hiçbir şey yok.
Bunların devamlı da canlı tutulması gerekiyor. Yoksa insanın varlığı yokluğuna eşit ve insan da tanınmaz hâle geliyor. Hani yanan bir sobanın içine odun veya kömür atılmadığında, bir müddet sonra sönmesi gibi, bu kutsî hizmette de "gayretle iştiyak" devamlı diri tutulmalı, okuma ve irtibat üst seviyede olmalı ki mânevî hayat sönmesin. Kendini hizmete kilitleyen birini, atalet ve batalet zindanına hapsedip onun şevkini kırmaya hiçbir şey bahane olamaz. O kendini, en üst makam olan Rabbine beğendirmeye çalışır. O zaman geçici arızalar, onu tökezletmez, aksine daha da canlandırır. O, 'ama'lı ve 'fakat'lı cümleler kurmaz. Başta nefsine ve çevresine hikmet ve ümit üfleyen nefesi eksik olmaz. Yokluğunda aranır, varlığında ümit ve şevk kaynağı olur. Hizmette sınır ve sinir tanımaz. Neticeye kanaati öne çıkarır.
Gayretin değerini bilen, dakikalarını heder etmez. Çünkü her an'ın uhrevî karşılığı ebedidir. Yani kaybettiğin, bir an değil an'ın ebedî karşılığı. Onun için, "Şu kısa, fâni ömrünü, fâni şeylere sarf etme ki fâni olmasın. Bâki şeylere sar fet ki bâki kalsın." cümleleri önemli bir düsturdur.
Bu hakikati yaşamak kadar, söze dökmek ve anlatabilmek de önemli. Hani Z kuşağı diye bir nesilden bahsediyoruz ya. Bu nesle ne verdik de ne bekliyoruz? İmanı, insanı, kâinatın varlık gayesini, insanın yaratılış hikmetini bu nesle doğru ve mukni anlatabildik de bu nesil bunu red mi etti? Fakat bu nesil "Tasvir-i müddea bizi tatmin etmiyor. İspat-ı müddea bize lazım." diyor. Fısk ve sefahatin sadece uhrevî, cehennemî neticelerini değil; ahirete gitmeden, dünyadaki ısırıcı ve kötü neticelerinin de gösterilmesini bekliyor. Çünkü hissiyat gözü kör ediyor. İnandığı ahireti ona uzak gösteriyor. Onun için, özellikle Küçük Sözlerdeki muvazeneler çok önemli.
Bakıyorum da küfrün, sefahatin, dinsiz felsefenin güzellik ve hayır adına, insanlığa hususen Z kuşağına vereceği, onların akıl ve kalplerine, geleceklerine katacakları ne gibi tez ve sunumları var? Japonya'da 2002 yılı intihar listesi açıklandı.Yirmi bin civarındaki sayının içinde 600'e yakın çocuk da dahil genç var. Bu gençler, zevk ve dünya geleceği adına her şeyi tatmış; her imkanı kullanmış olan gençler. Ama bu, intiharı ve başı bozukluğu önleyemiyor. Maddî refah belki cesedi saraya veya gökdelene taşıyor. Ama ruh ve aklın zindanda kalmasına engel olamıyor.
Serkeş ve sorumsuz gençlerin aklını, dünyevî ceza veya vaadler ile bir yere kadar bastırabilir veya susturabilirsiniz. Akıl ikna ve yürümesi için, delil ve ispat ister. Hele dünyanın köye döndüğü ve açmazların çoğaldığı bir dünyada, odaya hapsettiğin ve her türlü ihtiyacını karşıladığını zannettiğin en yakınındaki evladın bile olsa, kendini tanımadıkça ve imanın güzelliklerini tatmadıkça, bir tarafı eksik kalıyor ve tatmin ve huzurlu olmuyor.
İmanın güzelliklerini ve insanı bir mikroskobun altına alarak inceleyen 23.Sözün ikna edici izahları karşısında bir Arap idareci kardeşimiz, hayret ve kanaatini eline bir bardak çay alarak anlatmaya çalışmış. Çay dolu bardağa bir şeker atmış önce. Ama şekeri karıştırmamış. Yanındakilere "Bu şeker karıştırılmazsa, çaya tadını verebilir mi?" Veremez. "İşte sizler de Risale-i Nur'u büyük bir gayret ve şevkle anlatıp dünya ile karıştırmanız gerekir ki dünya tatlansın."
Hem bu hatıra ve tespiti hem de bunun yerindeliğini bize geçenlerde Trabzon'a gelen Erzurum'da Vakıf Mehmet Said kardeş anlattı.Anlatmasının sebebi de Rus gençlerle olan buluşmalarında onların özellikle 23.Söz'e olan istiyakları ve ihtiyaçları oldu.
Rus genç Anton öyle bir çıkmaza girmiş ki âdeta hayatında gülmeyi unutmuş. Hayatına garip bir tevafukla 23. Söz girince, kendine gelmiş. Sonrasında Abdurrahman ismini de alan bu kardeşimiz, aynaya bakıp gülümseyince, kendini tanıyamamış. "Bu, ben olamam" demiş. Kendini hiç gülerken görmemiş çünkü. Okudukça kendine gelmiş. "Önce üç gün uçtum" diyor Abdurrahman. Sonra "bu hakikatleri yerdekilerine anlatmam için yere inmem lazım dedim ve yere indim." Şimdilerde vakıfâne hizmetlere devam ediyor.
Adını sonradan Seyfullah olarak değiştiren bir kardeşimiz ise, önceleri kendini kesen, kendine zarar veren bir durumdaymış. Yine bir gayretin sonucu nurlarla buluşmuş. Türkiye'ye gelmiş, Türkçeyi öğrenmiş. "Şimdi Ukrayna'da maddi savaş var ülkede" diyor. Cihat yok. Hapishaneleri, yetimhaneleri geziyor ve hizmet ediyor.
Evet dostlar, çokça Can ve Cem bizi, ikna edilmeyi bekliyor. Televizyonda uzun sakal cübbe ve sarıklarıyla boy gösterip tasvir-i müddea yapan hocalarımız biraz da bu tarafa yönelip bu nesli dert edinse keşke.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.