Habibi Nacar YILMAZ
Kalbi Kabule Götürmek
Nurlarda öyle cümleler var ki öylesine okunup geçilmesine gönlüm razı olmuyor. Geçenlerde, bir derste sırayla okuma yapılıyordu. Ders arasından sonra da bu âciz ders yapacaktı. Farklı bir okuma planlamıştık. Ama derste 14. Söz'ün girişindeki "Kur'an- Hakîmin ve Kur'an'ın müfessir-i hakîkisi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için, teslim ve inkıyâdı noksan kalplere yardım edecek basamaklar hükmünde, bir kısım nazirelerine işaret edilecek" kısmı okununca, biz de okuyacağımız dersin girişini bu kısma ayırdık.
Çok ehemmiyetli birkaç hakikate işaret ediliyor bu girişte. Kur'an'ın müfessir-i hakikisi olan hadîs meselesi, bunların en önemlisi. Yani, Kur'an'ı ilk olarak, Hz. Peygamber (ASM) sözleri ve fiilleriyle tefsir etmiş. Parça parça, zamanla, bazen de bir suale cevap olarak ve icab-ı hâle göre inen âyetler, sahabeler tarafından titizlikle muhafaza edilip ezberlendiği ve yaşanmaya çalışıldığı gibi, Hazret-i Peygamberin de her sözü, fiili, sessizliği de dahil duruş ve tavırları da aynı titizlikle muhafaza edilmiş. Yoksa Hazret-i Peygamber (ASM) Kur'an'ı sahabeye anlatıp okuyup gerisini bırakmamış. Sahabe de nasılsa Kur'an elimizdedir, daha Peygamberimize de dönüp bakmamıza lüzum yok, dememişler. Zaten Kur'an da Müslümanlara, çok yerlerinde "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emrederek, Hz. Peygamberin Kur'an dışında da "hülasası vahye ve ilhama dayanan, tasviratı ve izahı tebliğ ve tebliğ şekli Peygamberimize ait gizli vahiye" de mazhar olduğunu bildirmiştir.
Hem sahabelerin hem ondan sonraki neslin ve onların hemen sonrasındaki müçtehit ve imamların, Kur'an ve hadîsi muhafazadaki bu titizlikleri ve hizmetlerini Üstad, 19. Mektub'un Yedinci İşaretinde güzelce özetlemiş.
"Hem sahabeler, Kur'an'ın ve âyetlerin hıfzından sonra, en ziyâde Resul-ü Ekrem Aleyhisselatu Vesselamın ef'al ve akvalinin muhafazasına, bahusus ahkâma ve mucizata dair ahvaline bütün kuvvetleri ile çalıştıklarını ve "sıhhatlerine" pek çok dikkat ettiklerini tarih ve siyer şehadet ediyor. Resul-ü Ekrem Aleyhisselatu Vesselam'a ait en küçük bir hareketi, bir sireti, bir hâli ihmal etmemişler ve etmediklerini ve kaydettiklerini hadîs kitapları işaret ediyor.
Hem Asr-ı Saadette, mu'cizatı ve medâr-ı ahkâm ehadisi, kitâbetle çoklar kaydedip yazdılar. Husûsen Abâdile-i Seb'a, (Sahabe döneminde Abdullah isminde iki yüz kadar sahabe vardı. Bu sahabelerden yedisi: Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mesud, Abdullah İbn-i Ravaha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin Ebu Evfa) kitabetle kaydettiler. Husûsan, "Tercüman-ul Kur'an" olan Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Amr İbnü'l Âs, bâhusus, otuz kırk sene sonra, Tâbiînin binler muhakkikleri, ehadisi ve mu'cizatı yazıyla kaydettiler. Daha ondan sonra, başta dört imâm-ı müçtehit ve binler muhakkik muhaddisler naklettiler; yazıyla muhafaza ettiler. Tâ hicretten iki yüz sene sonra, başta Buhârî, Müslim, Kütüb-ü Sitte-i makbûle, vazife-i hıfzı omuzlarına aldılar. İbn-i Cezvî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp bazı mülhidlerin veya fikirsiz bazı nâdânların karıştırdıkları "mevzû ehadisi" tefrik ettiler, gösterdiler... Celaleddin-i Suyûti gibi allemeler ve muhakkakiler, ehadis-i sahîhanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzûâttan tefrik ettiler, ayırdılar."
Bu bilgileri teyiden üstad yine 19. Mektub'un Dokuzuncu İşaretinin sonunda bu mevzuya "Buhârî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizi gibi Kütüb-ü Sahiha, tâ zaman-ı sahabeye kadar o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki mesela Buhârî'de görmek ayn-ı sahabeden işitmek gibidir" cümleleri ile işaret ediyor.
Hadîslerin elbette tabakaları var. Yine bu hadîs kitaplarında sağlam olanlarla karıştırılmasın diye mevzû hadislere de yer verilmiş. Ama bunların altına da "Bu hadîs mevzûdur, bilinsin" notu düşülmüş. Bunu serrişte eden bazıları da düşülen bu notlara bakmadan, bu güzide hadis kitaplarını toptan tezyife yeltenmektedirler.
Demek, hadîs olmadan Kur'an tam ve doğru anlaşılmaz. Onun için üstad, "doğru İslamiyeti ve İslamiyet'e layık doğruluğu" özellikle ifade ediyor. İşte bu doğru İslamiyet, Kur'an ancak müfessir-i hakikisi olan hadislerle birlikte ele alınırsa ortaya çıkabiliyor. Bunun en güzel örneği de sahabe dönemidir. Bu dönem de bütün yönleriyle karşımızda ve yanımızda duruyor.
Yine 14. Söz'ün başındaki ifadede üstadın işaret ettiği "Kur'an'ın ve hadîsin yüksek hakikatlerine çıkmak, onları anlamak noktasında, teslimi ve itaati noksan kalp ve akıllara yardım edecek bazı hakikatleri ifade etmek" ki bu husus, özellikle şu "taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş" böyle bir asırda daha önemli bir hâle gelmiş.
"Kur'an ve hadîsin yüksek hakikatleri"nden önce, imanın tahkim ve takviye edilmesi daha da elzem elbette. Şüphelerden salim bir iman insanı, işin aslını ve doğrusunu anlamaya, öğrenmeye yönlendiriyor en azından. Geçenlerde, yine bir cenaze vesilesiyle buluştuğumuz dört esnaf arkadaş bizi soru yağmuruna tuttular. Dördü de ehl-i namaz olan arkadaşların merak ettiklerinin çoğu, yine Kur'an ve bazı hadislerle ilgiliydi. Piyasadaki bazı silik ve esassız sözler bazen de çarpıtma ile karışık iddaa ve beyanlar, bazen imanın esaslarına kadar da ilişebiliyor maalesef.
Kur'an'ın üslûbu kafaları karıştırmış. Bir kelâma değer katan "Kim, kime, hangi makamda, niçin" söylemiş olan dört esası anlattım. "Arş" emri veren bir ordu komutanı ile kendi 'arş' sözünü kıyasla bakalım. Kelâm aynı. Fakat kuvvetini söyleyenden alan birinci 'arş' orduları yürütürken ikincisi, sadece tesirsiz bir sözden ibaret kalıyor. Kur'an'da "âlemlerin Rabbi ve bütün mevcudatın İlâh'ı" Cenab-ı Allah konuşuyor. İns ve cinne hitap ediyor. Bir ezelî hutbe gönderiyor. Evet, kelâm beşer kelamına benziyor elbette. Çünkü beşere hitap ediyor. Başka olması mümkün değildir zaten. Cenab-ı Allah, insanların seviyesine göre hitap ediyor. Başka türlü, rahmet olamaz ki. Nasıl Peygamber Efendimiz (asm) beşere benziyor ve her dersimizi Peygamberimizden alıyoruz. Bu, bize bir rahmet oluyor. Kur'an da öyle. Yani bütün lisanların güç aldığı ve menbaı olan İlâhî hitap, Kur'an-ı Kerim'de Musa Aleyhisselam'a tecelli eden bir iki kelâm şeklinde kendini gösterseydi, biz Kur'an'ı ne okuyabilir ne de Kur'an'a muhatap olabilirdik. Demek, Kur'an'ın bize rehber olması, bizim her dersimizi ondan alabilmemiz Kur'an'daki "tenezzülât-ı İlâhiye" denilen üslûp ve ifade tarzının beşerin seviyesine göre ve insanın anlayabileceği bir tarzda olmasına bağlı.
Üstadın 14. Söz'de "teslim ve inkıyâdı noksan kalplerin" ulaşması için, birçok âyetin zikredildiği beş mesele ele alınıyor. Bunların her birisinin ayrı ayrı bir şekilde okunması, işlenmesi gerekir. Ama Kuran'ın şu "âciz ve nihayetsiz zayıf ve fakir ve muhtaç ve yalnız cüz'i bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zayıf bir kisb ile mücehhez ben-i âdeme karşı, şedîd şikayeti"nin sebeplerinin iki misalle işlendiği Beşinci Meselenin dikkatle okunmasını ısrarla tavsiye ediyorum.
Evet dostlar, ısrarla tavsiye ediyorum. Çünkü küçük terklerimizle, neticesi büyük tahribatlara kapı açtığımızın; bize emaneten verilen bu vücud sefinesindeki hissemizin çok az olduğunun pek farkında değiliz.
Selam ve dua ile
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.