Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Talha Hakan Alp ve Arka Fondaki Leke-1

Çeşitli zeminlerde yaptığımız hemen her konuşmamız, başta nefsimize, sonra dinleyenlere hitaben "İnsan nedir?" suali ile başlar. Öyle ya, biz neyiz, rütbemiz, vazifemiz, keyfiyetimiz nedir? Saadet sırrımızı, nereden gelip nereye gittiğimizi, geniş donanımlı kabiliyetlerimizi kurda kuşa yem olmadan nasıl kullanacağımızı, kimden ve nasıl öğreneceğiz? Bu geniş ve can alıcı soruları sorar ve sesli düşünmeye çalışırız.

Bu geniş ve can alıcı suallerimizin cevaplarını, insanlara ve insanların içinde de buna daha çok zaman ayırıp kafa yoranlara, bunların içinde de en namdâr olan felsefecilere sorsak mesela. Nasıl olur?

Bu sualleri, liseye kadar hiçbir dinî terbiye almamış biri olarak hiç sormamış ve cevaplarını dahi merak etmemişimdir. Ancak anarşinin tırmanmaya başladığı lise yıllarında arayışa girebilmiş, bunun için de sağdan ve soldan gelen suallerin altında ezilmiştim. Hiçbir tahsilim yoktu. Bu konuda, ne Ezher'de okumuş, ne Pakistan'da ders halkalarına dahil olmuş, ne de kelâm ve tefsir kapağı açabilmiştik. Ama arıyorduk sürekli. Altında ezildiğimiz suallerimizin üstesinden gelmek için, müftülüklere uğruyor, cevaplar arıyorduk. Her seferinde, bir başka bahaneyle ters yüz oluyorduk maalesef.

Otuz kişilik sınıfta okuduğumuz üniversite yıllarında, otuz Leninist, beş de Maocu gencin içinde, elimizde Nur risaleleriyle kavga veriyorduk. Ezeliyetten tut haşre; Hazret-i Peygamberden (asm) tut felsefeye; kaderden tut Ulûhiyete; Rububiyeten tut yaratılış gayesine kadar tartışmadığımız, konuşmadığımız konu kalmamıştı. Çetin sualler soruluyordu. Elinde sopayla sınıfa giren Leninci bir arkadaş, "Habip sen bize kitapla geliyorsun. Sana vuramam" diyordu. Bu fakirle saatler süren tartışmaya girenler oluyordu. O dönemlerde çeşitli sarsıntılar geçirsek de bunları sağ salim atlatmamız Allah'ın izniyle, Nur risalelerini sıkı sıkıya okumamız ve takip etmemiz sayesinde olmuştu.

Evet, Ezherli değildik ama bir müftüye kader konusunu anlatabilecek; bir vaize temkin dersi verebilecek; "Peygamber de bir filozof gibidir" diyen bir edepsize de O'nun risaletini ispat edip gösterebilecek kadar mecalimiz ve cesaretimiz olmuştu.

Bunları düşünmeme, hatırlayıp ve yazmama, geçenlerde bir iki sohbetine denk gelip hayretler ve eseflerle dinlemeye çalıştığım Talha Hakan Alp adındaki arkadaşın söyledikleri vesile oldu. Bu arkadaşımız, aslında çeşitli merkezlerde dersler almış; alanında uzman sayılan ve şimdilerde hoca lakabını kabul etmese de kendisine hoca denilen bir arkadaşımız. Bir iki kitabı ve çokça da çevirisi varmış.

Aslında anlattıkları, bizim lise yıllarından beri sorgulamaya başladığımız, arayıp sorup öğrendiklerimiz ve elli yıldan fazladır da hayat tarzımızı yönlendirici olmuş meseleler. Bir yönden de ortaokul lise düzeyinde sorulup cevapları verilen konular. Gerçekten o kadar yani. Eksiği fazlası yok.

Peki, niye mevzu ediyoruz o halde, değer mi yani? Talha Hakan Bey konuşmasının bir yerinde, İslam'ın tevhid dini olduğunu anlatırken, Ulûhiyet (tek İlâh) ve Rububiyet (Allah'ın icraatta da tek olması) ayrımını büyük bir yetkinlikle belirtmesinden ve üzerinde durmasından dolayı bu yazıyı yazmaya niyet ettim. Çoğu ilahiyatçılar ve felsefecilerin ya bilmediği ya da farkında olmadığı bu iki önemli kavram, tevhid hakikatinin bel kemiği aslında. "Allah birdir ama sebepleri de unutmayalım" diyen bir anlayış, sebeplere tesir verme gibi bir arzu ve niyet içinde oluyor. Bu da tevhidi zedeliyor ve esbap şirkine kapı aralıyor. Yani Ulûhiyete, sebepler sayısınca şerik koşmuş oluyorsun. Bunun farkında olmak, çok önemli.

Bunu anlatan Talha Hakan kardeşimiz, devamında güya düşünerek, taşınarak, içeriden çıkıp dışarıdan bakarak öyle kanaatler kazanmış ve bunları öyle bir ciddiyetle de anlatıyor ki o kabul etmiş göründüğü Rububiyetin "ef'alini tenkit ve rahmetini ittiham ve hikmetini beğenmemek" lekesini arka fonuna yerleştiriyor. Anlattıklarını kendi adıma değil ama onun seviyesinde bir insandan dinleyince; açık söyleyeyim yüzüm kızardı, utandım yani.

Talha Hakan Hoca bu itirazlarını, nihayetsiz bir ahmaklık ve sukûtla, Ulûhiyeti de inkâr eden bazılarının edepsiz yaklaşımları gibi yapmıyor ama bir hoca keyfiyetiyle bu kadar ilmî birikimine rağmen, yaptığı çocukça itirazlar, bu fakire göre, inkârcıların yaklaşımlarından daha fazla çirkin duruyor. Ya da uzaktan öyle görünüyor. Bu da ona yakışmıyor, ayıp ediyor yani. Bir insan, bu kadar basit sebep ve pest yaklaşımlarla sarsılmamalı ve insanın iki dünyasını da yıkan, bitiren bir duruma maruz kalmamalıydı.

Talha Hakan'ın sarsıldığı ve söylediklerinde ciddiyse, imanını kaybettiği noktaları aslında cevaplarıyla ondan dinlemek lazımdı, diye düşünmek istiyoruz. Yani demek istiyorum ki basit ve cevabı içinde konularda boğularak kendine yazık etmiş. Bu kadar sitemimizi de hak ettiğini ve buna da hakkımız olduğunu düşünüyorum.

Zaten kendisi de her sorunun cevabı olarak bir şeyler söylenebilir ama konuya dışarıdan bakınca, öyle görünmüyor, mealinde cümleler kullanıyor. Ah Talha kardeşim, ister dışarıdan ister içeriden, ister filozof ister filodox olarak bak; aslında aynı şeyleri görüyoruz. Ama bir kere, aynanı kirlettin mi iş değişiyor. Bunca yüzyıldır, içeriden dışarıdan bakmışlar; O'na (ASM) koşanlar olduğu gibi, düşmanlıkta zirve yapanlar da olmuş. Demek mesele içeriden veya dışarıdan bakmak değil. Herkes, müşahadesine tâbi oluyor burada. Yılan da arı da su içiyor ama biri zehir, biri bal akıtıyor. Kabul veya reddin çok sebebi olabilir ama aynan kirlendi mi felsefenin gevezelikleriyle delindi mi o aynada yansıyan nur da olsa aynadaki kir, onu zulmete çevirebiliyor. Hz. Peygamber'e çirkin diyen Ebu Cehil, kendi aynasında görünen peygambere çirkin diyordu. Aynı Zât'a Ebubekir güzel diyordu mesela.

Şunu da anladım ki kelâm okumak, Arapça'yı bilmek, hadîs usulü tahsil etmek, meseleyi çözmüyor arkadaş. Bunlar alet ilimleri olabilir sadece. Elbetteki alet ilimleri de önemlidir ama o alet ilimleri sizi ulûm-u a'liyeye (maksud olan yüksek ilimlere) götürüyorsa, bir anlam ifade ediyor. Bunu demekle (haşa) ilmine ulaşmamız mümkün olmayan bu değerli arkadaşı küçümseme niyetimiz olamaz zinhar. Biz neyiz ve kimiz ki öyle bir hadsizlik yapalım. Sinek, kartalla boy ölçüşebilir mi? Fakat anlattıkları, onun ifadeleri bu fakiri o kadar sarstı ki bunları yazmak zorunda kaldım. Niçin sarstı? Çünkü onun itirazlarını ilmine ve seviyesine yakıştıramadım. Bu tip basit itirazları cahil, İslâm'a ve O'nun yüce Peygamberine düşman birinden beklerdik. Vakide de böyle bedbahtlar var zaten. Fakat azıcık kapak kaldırmış; idrâk, insaf ve iz'an sahibi biri, "Peygamberler de filozoflar gibi olsaydı; onlardan beğendiğimiz fikirleri alır, diğerlerini almazdık." mealinde cümleleri kuramaz. Daha doğrusu, hem kurmamalı hem de buna itiraz etmeliydi. Değil böyle pest sorular sormak, bu sorulara cevap vermeliydi. Bunu, bizim gibi, elifi mertek gören insanlara bırakmamalı idi.

Yani bu can alıcı mesele filozofa bırakılır mı arkadaş, demeliydi. Girişte de belirtmiştik ya hangi filozof, insanın nereden geldiğini ve nereye gittiğini, yolculuk keyfiyet ve vazifesini bilebilir ki? İnsanı yaratan ve nazik ve nazenin şekilde bu dünyada misafir eden Zât, bu can alıcı suallerin cevaplarını; çoğu zaman birbirini çürüten fikirlerle ortalıkta gezen, kendilerine dahi bir çare olamamış insancıklara bırakır mı arkadaş? Sanatıyla konuşan, kelâmıyla dahi konuşmaz mı? Kudret sıfatını hadsiz mucizeleri ile müşahede ettiğimiz Zât-ı Zülcelâl, kelâm sıfatı ile kendini tanıtmaz mı? Talha Bey'in de özenle belirttiği ve bir yaprağın düşüşünü tesadüfe, göz kapaklarının hareketini insana bırakmayan; zerrat tarlasını terbiye ederek ondan her an kâinat kadar bir mahsulat alan bir Rububiyet, insanın terbiyesini filozofa yani insana bırakır mı?

Bütün bir kâinat, insana çalışıyor; insan kime çalışacak peki? Bunun cevabını ancak kâinatı insanın emrinde çalıştıran bir Rububiyetten almamız lazım değil midir?

Talha Hakan, bu noktaya nasıl ve niye geldi? Felsefe okuyormuş bir müddettir. Felsefenin izahları daha cazip gelmiş arkadaşa. Olsun diyelim. Peki, felsefe hangi can alıcı sorusuna isabetle cevap verdi acaba? Hangi derdine çare oldu? Ölümü mü kaldırdı da haberimiz olmadı? Yaratılış ve hayatın başlangıcını mı çözdü yoksa? İnsanın ve eşyanın vazife ve değişim hikmetini mi halletti de biz duymadık? Bütün felsefe toplansa, sadece Hadid Suresinin ilk üç âyetinin tahkiken bildirdiği hakikatlerin semtine uğrayıp bir iki kelâm edebilir mi acaba? Talha Hakan kendine de çevresine de haksızlık ediyor bence.

Evet dostlar, ikinci yazıyı da yazacağız; bu, birinci yazımız oldu. Talha bey, bir çukura düşmüş görünüyor. Bizden onun çukurdan çıkmasına bir katkı olur mu, bilmiyorum. Kendisini tanımıyorum. Hiçbir selam ve sabahımız da yoktur. Ama onun durumuna, onu dinledikten sonra çok üzüldüm doğrusu. O seviyedeki bir insanın bu kadar basit soruların altında kalması ve kendisini böyle savunması kendisine yazık ettiğini gösteriyor sadece.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum