Afife ARTIK
Hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde
Allah hâkimdir, zatî isim olan Hakem ismine bakan bir fiilî isimdir Hâkim ismi. Peki Allah’ın hâkimiyeti nasıl bir hâkimiyet?
Bir hüküm koyuyor da her şey de o hükme tâbi mi oluyor? Eğer böyle olduğunu düşünürsek Sanî ile masnu arasına bir mesafe düşünmüş oluruz. Sanki yaratılmışların yaratandan (haşa) uzak ve bağımsız bir mevcudiyeti var da O’ndan gelen emre itaat ediyorlar gibi algılayabiliriz.
Halbuki Allah’ın hâkimiyeti öyle bir hâkimiyet ki Rububiyet derecesinde. Yani hükmediyor ama öyle ki ademden vücuda çıkartmakla hükmediyor; bir kemal nokta tayin etmekle hükmediyor, o kemale doğru bir meyil vermekle hükmediyor, kemale giderken menfaatleri ona celb etmekle hükmediyor ve zararları def etmekle hükmediyor. Ve bunu her zerre için, dötryüz bin hayvan ve nebat türü ve onların hadsiz her ferdi için ve her bir cihaz ve uzuv için ve her bir insan için ve insanların kalb, ruh, akıl, letaif gibi cihazları için yapıyor. Ve anen fe anen yapıyor. Zaman ve mekan içinde bizim süreklilik gibi algıladığımız, Allah canibinden bakınca Kayyumiyyet tecellileri ile yapıyor. Tüm seyyareler, güneşler aylar ve aklımıza gelen ve gelmeyen her mahluk için yapıyor. Zerreler ve tüm mürekkebât için.
İnsanın aklının hayalinin zor algılayacağı bir hakikat elbette. Hükmetmek, hüküm vermek Allah için düşünüldüğünde, bir emir verip de onun uygulanması gibi dar bir mana ifade etmiyor sadece. Cenab-ı Hakk’ın hükmetmesi, her bir şeyi yaratması ve onlarda her ciheti ile tasarruf etmesi ile, onları her an kabza-i tasarrufunda tutması ile oluyor.
Her hakikat için olduğu gibi bu hakikat için de en güzel ve parlak ayine kendimizdir. Kendi mahiyetimizde bir hakikati seyretmeye muvaffak olursak tüm kainatta da seyredebiliriz.
Mesela elimi bir şeye uzatmak istediğim vakit ben sadece meylediyor ve istiyorum. Elimi uzatmam için ise aklım almayacak pek çok şeyin vuku bulması lazım. Vücudumda kaç kas hareket ediyor biliyor muyum? Peki bu hareketimin yaratılmasının kainatın tüm zerreleri ile bir uyum içinde olduğundan haberdar mıyım? Yaratılmış ve yaratılacak (bana göredir bu ayrım, Allah için geçmiş ve gelecek bir hükmünde) her bir şeyle bu hareketimin bir irtibatı olduğunu müşahede ediyor muyum? Bu hareketimin diğer alemlerde nasıl bir tebdile sebep olduğunu biliyor muyum?
Öyle ise elimi bir şeye uzatırken hükmeden ben miyim yoksa Hâkimiyeti Rububiyet derecesinde olan Rab-i Hâkim’im mi? Nefes alışımızı, yiyip içmemizi, akledipfikretmemizi, hayal etmemizi, kalbimizin (maddi kalb ve manevî kalb) çalışmasını, yani kısacası ademdenvücuda çıkartılan cüz’î küllî her bir şeyi buna kıyas edebiliriz. Umulur ki bununla, Allah’ın varlığına her şeyden ama her şeyden çok muhtaç olduğumuzu ve Allah’ın varlığının bizim için en büyük nîmet olduğunu derk edebiliriz.
Risale-i Nur’da bu gibi pek çok hârika ifadeler var ki peşine düşersek bize hârikulade tefekkür pencerelerini açarlar bi- iznillah.
Buraya sadece “Hâkimiyet-i mutlaka Rububiyet derecesinde” ifadesinden geldik. Bu ifadenin bizi nerelere götürebileceğine bir küçük misal vermeye çalıştık. Elbette aklın ulviyeti ve kalbin kuvveti ziyade olanlar çok daha yükseklere çıkabilir belki bu manayı melekût âleminde, misal aleminde, ahiret alemlerinde ve dahî vacib âlemlerinde bile tefekkür edebilirler. Kalb de bir arş olduğundan bu hakikatler kalbde görülebilir ve ruhen hissedilebilir. Rububiyet derecesindeki bu Hâkimiyet gözümüzün bir zerresinde olduğu gibi gözde, başımızda, insan vücudunda insaniyet âleminde ve on sekiz bin âlemde müşahede edilebilir. Herkes nazarı çıktığı yere kadar görebilir. An şartla ki kainatın tılsımını açan enenin sırr-ı hilkati ve hakikî mahiyeti anlaşılsın.
Bu vesile ile bir kez daha vurgulamak isteriz ki bu orijinal ifadelerin sadeleştirilmesi akıl haricindeki cihazlarımızın bu hakikatlere açılmasına mani olacaktır. Çünkü asıl olan bu hakikatlerin kalb ve ruhumuzda hayat bulmasıdır. Aklen anlamak birinci basamaktır. Feyizlerin menbaı bu hârika kelimelerdir. Anlatılanlar öyle ulvî hakikatlerdir ki ancak ve ancak beşerin aklından çıkmamış olan,arzî olmayan bu orijinal kelimeler o hakikatlere bizi taşıyabilir. Hatta öyle hakikatler ki Üstad bulü’lü misal kelimeleri bile bazı yerde yeterli görmez ancak hakikate uzaktan baktıran bir tefekkür aracıdır der. Bu kelimeler ile hakikatin etrafını kazıyorum ki hakikat ortaya çıksın der.
Allah’ı bilmek ancak Allah’tan gelecek bir îman, hidayet, ilim nuru ile olabilir. Beşerin kelamının haddine mi düşmüş ki Allah’a götürsün. (Efendimizin hadislerinin zımnî vahiy olduğunu gözden kaçırmayalım) Mücedditlerin eserleri umumen ilham-ı İlahîdir, sünuhattır.
Şahıslara söz söylemek değil amacımız, bir fiili eleştiriyoruz bu fiilin sahipleri ile alıp veremediğimiz yok. Mü’minler ancak kardeştir. Hatalı bir fiili için bir insanın kişiliğini rencide etmek de hiç yakışık almıyor. Üstadımın gençleri ifsad eden birinin babasına yazdığı mektup çok manidardır, lahikalarda var, Risale-i Nur’un mesleği nezihane ve nazikanekavl-i leyyindir.
Ulvî hakikatlerden bahsetmek ne kadar ferahlık vesilesi ise, günlük çekişmeler de o kadar sıkıntı vesilesi. Allah cümlemize ulvî hakikatleri küçük âlemimizde yaşamayı ve dahî içtimai hayatımıza da bu hakikatlerin hükmettiğini görmeyi nasib etsin. Amin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.