Metin KARABAŞOĞLU
Hayye ale’l-felah! Haydi namazla kurtuluşa!..
İblis'i isyana sevkeden şey, Kur’ân’da apaçık sunulur bize: Kibir. Kendince ürettiği bir akıl yürütmeyle ‘Ben ateştenim, o topraktan; ateş topraktan üstündür’ diyerek ‘insandan üstünlük’ iddiasına girişir ve bu yüzden âlemler Rabbinin ‘secde’ emrine itaatle değil, isyanla karşılık verir.
Bu durumda dahi, İblis’in önünde bir ‘geri dönüş,’ bir ‘hatayı tamir’ imkânı vardır. Kusurunu kabul edip tevbe ederek bağışlanma dilemek; isyanı bırakıp itaat etmek. Ama İblis’i bütün donanımlarıyla kilitleyen kibir, ona bunu da yaptırmaz. Bilakis, istiğfar dileyeceği yerde, güya isyanının doğruluğunu ispatlamak adına Rabbinden mühlet diler. Kıyamete kadar verilen mühletle güya insana dair iddiasını doğrulayacaktır.
O günden beridir, İblis kendini içine düşürdüğü bu zindana insanı da düşürmek için uğraşır durur. Kur’ân’ın haber verdiği üzere, kendi isyanını ‘doğrulamak’ adına insanı da yoldan çıkarmaya yeminlidir İblis.(*1) Ve, Rabb-ı Rahîm’in hak yolundan saptırmak için insana kurduğu tuzakların belki en önemlisi, ‘nefsine ise asla toz kondurmamak,’ yanlışı ve kötülüğü hep dışarıda aratmak sûretiyle insanı da kibre yöneltmesidir. İblis, nasıl kendisi isyanına bir ‘mazeret’ arayıp yaptığının isyan ve günah olduğunu kabule asla yanaşmamışsa, aynı yanlışa insanı da düşürmek ister. Bunun için de, ona kendisini de, nefsini de unutturur. İblis’i de, nefsini de unuttuğunda, insan, ‘kafese girmiş’ demektir.
Girdiği kafesten, düşürüldüğü zindandan habersiz, kusursuz bir benlik binası inşasına girişir bu haldeki insan. O kusursuzdur, tamdır, mükemmeldir; hatadan, kusurdan ârîdir. Kötülük dışarıdadır, kötü olan başkalarıdır. Velev ki kusur onun üzerinde görünse dahi, bunun sebebi ve sorumlusu o değildir; başkaları, çevresi, yetişme şartları ve ortamdır.
Böylece, insan, onu bu zindandan kurtaracak imkânı da büsbütün yitirir: murakabe, muhasebe.
Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ıyla bizi bu şeytanî tuzağa karşı uyardığı gibi, bu murakabe halini kuşanmaya da çağırır. Bütünüyle Kur’ân bu dersi verdiği gibi, bilhassa peygamber kıssaları bu dersin ‘uygulamalı’ örneğini çıkarır karşımıza. Yusuf aleyhisselamın o eşsiz münacatı bunun bir örneğidir. Her taraftan kuşatıldığı, günahın apaçık davetine maruz kaldığı anda dahi Yusuf’u Rabbinin emrine isyandan alıkoyan, ‘nefis’le ilgili gerçeği bilmesidir. Rabbimizin merhameti olmasa, insanın nefsin elinde nasıl köleye dönüşeceğinin farkındadır Hz. Yusuf. Bu kölelikten kurtulmanın yolu ise, ‘ben’den çıkıp ‘O’na giden bir yol bulup Rabbinin rızasını ve emrini eksen tutarak yaşamak; nefsin ise insana her vakit kötülüğü emreden ‘emmâre’ bir özelliğe sahip olduğunu bilerek onu temize çıkarmaya çalışmamaktır: “Ben nefsimi tebrie etmem; Rabbimin merhameti müstesna, nefis daima kötülüğü emreder.”(*2)
Böyle diyerek ‘ben’e karşı ‘O’na sığındığı, ‘emmâre nefs’e karşı ‘emr-i ilâhî’ye itaat ettiği için o müthiş günaha çağrı halinin manyetik çekiminden kendini kurtarabilmiştir Yusuf aleyhisselam. Ama bir kez daha dikkat çekelim: nefsinin ‘emmâre’ özelliğini bilmesi, İblis’i düşüren kendine kötülük konduramama kibrinden ise uzak durabilmesidir.
Yunus aleyhisselam da, benzer bir murakabe ve muhasebe örneğini sunar bize. O, bir peygamber olarak emr-i ilâhî gelmeden tebliğle mükellef olduğu yurdu terketmesine karşılık kaderin sevkiyle gemiden atılıp balığın karnına düştüğünde, denklemi doğru kurmuş halde münacat üzeredir: “Seni tesbih ve tenzih ederim; ben zalimlerden oldum.” (*3) Burada da Yunus aleyhisselam, Sübhan olanın, tesbih ve tenzihe lâyık olanın, hatadan ve kusurdan münezzeh olanın ‘ben’ değil ‘O’ olduğunun idrakiyle bu münacatı etmektedir. İnsan kendini, nefsini tebrie edemez; temize çıkaramaz. Nefis kötülüğü emreder ve bu uğurda İblis başka olmak üzere başkaca nefislerle işbirliğine de girişir. Sübhan, O’dur; insana ise, nefsin kötülüğe emredici karakterini bilerek, nefsine uyduğunda düştüğü bütün ‘zulüm’lerden, yani haddi aşmalardan dolayı itiraf ve istiğfarla O’ndan af ve mağfiret dilemektir.
Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam da, peygamber kıssalarıyla bize öğretilen bu hakikati, sahabilerin kendisinden sıkça duydukları bir duayla öğretmiştir: “Allahım! Beni bir an olsun nefsimle başbaşa bırakma!”
Velhasıl, insanın iç dünyası, hayır ile şer, hak ile bâtıl, iyilik ile kötülük, itaat ile isyan arasında bir mücadele ve mücahede meydanı gibidir her daim. İnsan İblis ve avenesi ile ‘her vakit şeytanı dinleyen’ emmâre nefsi ile heva ve hevesinin şerre, bâtıla ve isyana davetine karşı hayrı, hakkı, iyiliği en başta kendi iç dünyasında hâkim ve mukîm kılma mücahedesi yaşar ömrü boyunca.
İşte bu sırdandır ki, Peygamber aleyhissalâtu vesselam, zorlu bir sefer dönüşü o unutulmaz dersi verir sahabilerine. Hem mevsimin yaz ortası olması, hem mesafenin uzaklığı, hem de karşı karşıya gelinmesi umulan ordunun kalabalık Bizans ordusu olması hasebiyle, ‘zorluk seferi’ diye de anılmıştır Tebük seferi. Ve, bu en zor seferin dönüş yolunda Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın, “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” dediği haber verilir. Sahabiler sorarlar: “Büyük cihad nedir?” Cevap: “Nefisle yapılan cihad.” (*4)
Bazı muhaddisler hadis kriterleri açısından bu rivayeti ‘zayıf’ bulsalar da, aynı mânâyı destekleyen başkaca hadisler de çıkar karşımıza. Meselâ, “Hakikî mücahid, nefsine karşı cihad eden kimsedir” (*5) demiştir Hz. Peygamber. Yine bir diğer hadis, ‘gerçek pehlivan’ı şöyle tarif eder: “Gerçek pehlivan, güreşte rakibini yenen değildir. Gerçek pehlivan, öfkelendiği zaman öfkesini yenendir.” (*6)
Asr-ı Saadet’ten bu Tebük hatırası, aynı mânâyı destekleyen hadislerle birlikte, dışta ve içte iki cihad hakikatiyle bizi tanıştırır. Cihad, hususî anlamıyla Allah yolunda yapılan savaşı ifade ettiği gibi, geniş anlamıyla insanı Allah’ın yolundan alıkoyan dahilî ve haricî bütün unsurlarla her türden mücahedeyi de içerir. Nefis, heva, vehim ve heves de hak yolda insana engel olan bu ‘düşman’lar içerisindedir.
Ve hususî anlamıyla cihad nasıl bir beldeyi Allah’ın ismi anılır, Allah’ın Kitabı tebliğ edilir, Allah’ın dini yaşanır hale getirmek; yani o beldeyi küfre karşı ‘özgürleştirmek’ için yapılıyorsa; geniş anlamıyla cihad da iç dünyada bir ‘özgürlük’ boyutunu içerir. İlgili hadisten hareketle diyebiliriz ki, nasıl biri dışarıda küffâra ve füccâra, diğeri içeride nefse karşı iki cihad varsa, bu iki cihad için yola koyulurken ‘özgürlüğe kavuşma’ hedefi de vardır. Ve nasıl nefse karşı yapılan savaş ‘büyük cihad’sa, nefse karşı özgürlük de, büyük özgürlüktür.
Bu rivayet ve onu destekleyen başkaca hadisler, mü’minlerin küfre ve küffâra karşı yaptığı cihadı elbette ‘küçük’ gösteriyor değildir. Bilakis, cihadı yalnızca dış âlemde ve besbelli ortada olan bir düşmana karşı belli bir zaman diliminde yapılan bir mücahededen ibaret görme zannından ümmetini korumaktadır. Nefse karşı yapılan, ‘büyük cihad’dır; çünkü ‘düşman’ içeride olduğu için zorluk derecesi daha yüksektir ve diğerinin aksine yeri ve zamanı belli değildir; bilakis, bütün bir hayatı kuşatmaktadır. Ki, ömür boyu sürecek bu büyük cihad unutulduğunda, insanın zafer zarhoşluğu ve gurura düşüp dışarıda kazanılmış bir ‘küçük cihad’ın ardından ‘kazanmışken kaybetme’ durumuyla yüzyüze gelmesi dahi mümkün olabilmektedir. Nasr sûresinin Allah’ın yardımıyla gelen zaferden sonra yaptığı ‘istiğfar’ daveti de, bu açıdan ziyadesiyle manidar değil midir?
Bindörtyüz yıldan beri dilden dile dolaşan, manevî terbiyeye özellikle dikkat çeken mü’minlerce bilhassa vurgulanan bu Peygamber sözünün izini takip ederek bir kez daha vurgularsak; galip geldiğinde bizi esir etmesi muhtemel bir dış düşmana karşı yapılan mücahede ‘küçük cihad’ ise, dıştan gelen baskılara karşı kazanılan bir özgürlük de olsa olsa ‘küçük özgürlük’ olarak nitelenebilir yalnızca. İnsanın asıl hürriyeti, yani ‘büyük özgürlük’ ise, yine bu hadisin mantığına göre, içeride kazanılan özgürlüktür—nefse karşı; nefsin aklımızın kabul ve kalbimizin tasdik ettiği doğruları yaşamamızı engellemek için önümüze koyduğu her türden şeye karşı özgürlük...
Bu anlamda baktığımızda, insan bu asıl özgürlüğe karşı içten ve dıştan saldırıya maruz kalır sürekli. Bir yanda İblis ve avenesi, öte yanda nefis, heva, heves gibi ‘işbirlikçiler.’ Bir yanda kendi nefs-i emmâresi, diğer yanda yaşadığı çağın kollektif nefs-i emmâresi. Bir yanda dış dünyadan önüne konulan ve zihnini tevhide odaklamaktan alıkoyan bütün ‘kesret’ unsurlarının akıl çeliciliği, öte yanda nefsin bu kesret unsurlarından daha da fazlasını edinmek için didinip duran heva, heves, arzu ve şehvetleri...
Böyle baktığımızda, sabahleyin gözünü açtığı andan başlayarak, insan sürekli bir iman-küfür, hidayet-dalâlet, hayır-şer, hak-bâtıl mücadelesine maruz haldedir. Bâtılın yanında saf tutanlar, en başta da kendi nefsi, o yolun gönüllü kölesi yapamadığı durumda dahi, önüne yığdığı arzular, istekler, hedefler ve idealler ile sevkettiği gafletle insanı olması gereken şuur halinden alıkoymak ister. Nefis ve heva, insanı ya ‘işgal’ veya ‘meşgul’ eder velhasıl. Hep ‘olması gereken’den alıkoymak, nefsine ve kollektif nefs-i emmareye karşı özgürleşme imkânını ortadan kaldırmak üzere işgörür. Onların önümüze yığdığı akıl ve gönül çelen bu kesret keşmekeşi içinde vahdete bir yol bulabilmek, bu kesretin içinde yolunu ve istikametini kaybetmemek için, bir mihvere, bir istikamete ve daimî bir ‘uyarıcı’ya ihtiyacı vardır insanın.
Ve nisyan ile mâlûl olduğu için, gafletin esiri olmadan şuur halini korumak için, daimî bir ‘hatırlatıcı’ya.
İşte o, beş vakit namazdır. Her namaz davetinde işittiğimiz “Hayye ale’l-felah,” yani “Haydi felaha! Haydi kurtuluşa!” daveti, elbette öylesine söylenen bir söz, öylesine yapılan bir davet değildir. Namaz, insanın özgürlük davetidir. Gözünü açtığı andan uyumak üzere gözünü kapamaya meylettiği âna kadar, içten dıştan ne kadar da çok iğvaya maruz kalıyor insan. Aklı ve kalbi, günde kaç bin defa vahdete karşı ‘kesret’le sınanıyor ve kaç bin defa nefsin ve hevânın emr-i ilâhîye aykırı davetlerine muhatap oluyor... Bizi O’nu düşünmekten ve tefekkürden alıkoyan nice akıl çelici ile, O’nu anmaktan ve zikretmekten alıkoyan nice gönül çelici ile yüzyüze geliyoruz gün boyu. İşte gözünü açtığı andan kapadığı ana kadar yaşadığı bu büyük mücadelede hayırdan alıkoyup kötülüğü emreden bütün bu unsurların esaretine düşmemesi için, insanın ‘fıtratına dönüş’ daveti, ‘fıtrat ayarları’na yeniden kavuşma çağrısı gibidir namaz. Zincirlerden kurtuluş imkânıdır.
En başta, ezanın da, namazın da kendisiyle başladığı “Allahu Ekber” ile kırar bu esaret zincirlerini, bu İblis tuzaklarını, bu kesret eseri gafleti insan. Kur’ân, “Kibirlendi ve kâfirlerden oldu” diye anlatır İblis’in serencâmını. Her “Allahu Ekber” ise, kibriya ve azametin yalnız âlemler Rabbinin sıfatı olduğunu; O’nun büyüklüğü karşısında herkesin eşit derecede ‘küçük’ olduğunu; O’nun büyüklüğü karşısında başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin büyüklüğünden söz edilemeyeceğini; O’ndan başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ‘rab’ ve ‘mâbud’ olma liyakatinden mahrum olduğunu ve herşeyin ancak O’na nisbetle bir değer kazandığını bildirir bize her Allahuekber. Her ezanda ve her kamette altı defa tekrarladığı bu mübarek sözle insan hem içteki, hem dıştaki kölelik zincirlerini kırar, kula kul olmaktan da, kulları rab edinmekten, keza kul iken kendini rab zannetmekten de âzâd olur. İki rekatlik bir namazda 11, dört rekatlik bir namazda ise 22 defa “Allahuekber” diyerek, kibriya ve azameti yalnız O’ndan bilerek ve başka herşeyi O’na nisbet ederek, nefis başta olmak üzere mâsivâdan özgürleşir insan. Her “Allahuekber,” İblis’in düştüğü ve insanı da düşürmeye çalıştığı ‘kibir’ zindanına karşı bir özgürlük fermanı gibidir.
Ve yine, daha ilk tekbirden sonra, ‘Subhaneke’ diyerek, hem kendi nefsinin, hem başkaca nefislerin kendisini ‘kusurdan münezzeh’ ilan ederek insanı kendine köle ve râm edinme çabasına neşteri vurur insan. Emmâre nefsin ve kollektif nefs-i emmâresinin karşısında, Yusuf aleyhisselam misali nefsini asla tebrie etmeyip Rabb-ı Rahîmine iltica ederek, Yunus aleyhisselam misali “Sübhan Sensin” diyerek, insanı nefsinin köleliğine götüren ‘kendini hatadan ve kusurdan tenzih’ illetine baştan gem vurur.
Yine o ‘Subhâneke,’ âlemlerin Rabbine kulunun ‘Sen’ diye, ‘Subhan Sensin’ diye hitap etmesinin apaçık gösterdiği üzere, mâsivâyı arkada bırakmanın da ifadesidir. Kul, kesrette boğulup kalmamış, bilakis kesretten vahdete yol bulmuştur; ve şimdi, bütün kâinatı arkasında bırakmış olarak, bütün o kâinat adına bir ‘halife’ makamında O’nun huzurunda ‘hâzırâne’ bir ubudiyet üzeredir.
“Allahuekber” diyen, ancak Allah’a kul olur; O’ndan başkasına kul olmaz, başka bir kulu kendine kul edinmeye de kalkışmaz. Yani, ne başka nefisleri ilah edinir, ne de kendi nefsinin ‘ilahlık’ iddiasına kalkışacak bir kibir kuşanmasına izin verir. Kibriya ve azameti yalnız O’na mahsus bilir. ‘Sübhaneke’ diyen, nefsini kusurdan münezzeh bilme hatasından uzak durduğu gibi, başka nefislere ‘kusursuzluk’ izafe etme hatasından da uzak durur; bu ise, onu nefsi için istiğfara açık tuttuğu gibi, tesbih ve tenzihin adresini de doğrultur. Fâtiha, baştan sona, insanı istikamet üzere tutacak hakikatlerin bir özeti gibidir. Rükûda Azîm olan Rabbi için eğilen baş, ‘azîm’ olmayan kulların karşısında asla eğilmez. Secdede Aliyy ve A’lâ olan Rabbi için bükülen beden, ‘aliyy’ ve ‘a’lâ’ olmayan kulların karşısında asla bükülmez. Tahiyyat ise, ancak O’na kul olduğunda insanın nasıl ‘kulluğu içinde sultan’ makamına yükseldiğinin, nasıl ‘miraca’ mazhar kılındığının nişanesi gibidir. Bütün kâinat adına, bütün mevcudatın hayatlarıyla ve varoluşlarıyla ettikleri bütün tesbihat, tahmidat ve tahiyyatı, onlar namına âlemlerin Rabbine arzetmektedir. Nice firavunlar, nemrudlar ‘rablik’ iddiasıyla aşağıların aşağısına düşerken, ‘Allahuekber’ diyerek kıyama durup, yine ‘Allahuekber’ diye rükua eğilen, yine ‘Allahuekber’ diyerek secdeye kapanan ve yine ‘Allahuekber’ ile bütün mahlukatın tahiyyatını âlemlerin Rabbine mahsus kılıp O’na arzeden insan, kulluğuyla yükselmekte ve yücelmektedir.
Tekbiri, tesbihleri, kıyamı, ‘Fâtiha’ başta olmak üzere kıraati, rükuu, secdesi, tahiyyatı, velhasıl bütün erkânıyla namaz bize gündelik hayatın akışı içinde ya karşımıza çıkan kesretin veyahut nefsin unutturduğu Hakikati bütün kâinatı kuşatır bir genişlik ve derinlikle bize tekrar hatırlatır. Hakikattır zaten insanı hür kılan. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, Kureyş’i, bütün hakikatlerin özü olarak tevhide, “Lâ ilâhe illallah deyin, kurtulun!” diyerek davet etmiş değil midir?
Beş vakit namaz, içerdiği bütün rükünler ile, insanın hakikat ile temasını diri tutar, gafletten uyandırıp isyana ve nisyana karşı uyarır, gün boyu bir ubudiyet halini insana kuşandırır.
Şuayb aleyhisselamın hali, namazın insanı nasıl her türden yanlışa karşı özgür kıldığının ve nasıl günün ve hayatın tamamına yayılan bir şuurla kuşandırdığının bir örneğidir. Haddi aşmakla ve ölçüyü tartıyı şaşmakla şöhret bulmuş kavmi Medyen’i “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı da eksik tutmayın; çünkü ben sizi refah içinde görüyorum ve ben sizin için, sizi kuşatacak bir günün azabından korkuyorum!” (*7) dediğinde kavminin itirazı ne kadar manidardır! “Ey Şuayb!” demiştir kavminin önde gelenleri, “Atalarımızın taptıklarını terketmemizi veya mallarımız hususunda dilediğimizi yapmamamızı, sana namazın mı emrediyor?” (*8)
Bu kıssayı bize ders veren Hûd sûresi, peygamberin ‘belini büküp ihtiyarlatan’ “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyetinin (âyet: 112) ardından gelen 114. âyetiyle, Şuayb aleyhisselam gibi hayatın her alanını, bu arada ticareti de kuşatan bir ubudiyet hali için, her hal ve şartta ‘emrolunduğumuz üzere dosdoğru’ olabilmek için, namazı bize adres olarak göstermektedir: “Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl! Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, idrak sahibi olanlara bir öğüttür.”
Aynı mânâ, Ankebut sûresinde de bize arzedilmektedir: “Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı doğruca kıl. Çünkü namaz, fahşâ ve münkerden (her türden aşırılıktan ve fıtratın reddettiği her türlü iğrenç fiilden) alıkoyar. İçinde Allah’ın anıldığı zikir, daha büyüktür. Ve Allah, (yaptıklarınızı) çok iyi bilendir.” (*9)
Büyük şair İkbal’in, hadisin haberiyle ‘kulun Rabbine en yakın’ olduğu secde ânı için söylediği “Sana ağır gelen o bir secde var ya, binlerce secdeden kurtarır seni” sözü, bu açıdan ne kadar da öğretici. Ancak Allah’a kul olmak, nefsi ve hevası başta olmak üzere O’ndan gayrı herşeyin kulu kölesi olmaktan insanı kurtarıyor zira.
Sözün kısası, kendimizi kurtarmak istiyorsak, namazı ciddiye ve merkeze almamız gerekiyor. Başkaları kurtulsun istiyorsak, yine aynısını yapmamız ve onları da namazla kurtuluşa çağırmamız gerekiyor. Dünya kurtulsun istiyorsak da bunu yapmamız gerekiyor.
Sahabiler, hem kendilerini, hem başkalarını, hem o gün ulaşabildikleri yarı dünyayı böyle kurtardılar...
O halde, şefkat ve hikmet sultanı kudsî nebînin vefatından hemen önce ısrarla ve tekrarla söylediği “Namaza devam edin! Namaza, namaza!” sözüne ittiba edip bu sözdeki sırrı keşfetmenin tam da zamanı...
Günde beş vakit her ezanda “Hayye ale’s-salâh, hayye ale’l-felâh!” ile bizi nefsten ve mâsivâdan özgürlüğe, kula kulluktan kurtuluşa, hakikatle yükselişe davetin sadâsı semâda ve kulaklarda boşuna yankılanmıyor.
Haydi namazla kurtuluşa...
1. Bkz. A’raf sûresi, 7:16-17.
2. Bkz. Yusuf sûresi, 12:53.
3. Bkz. Enbiya sûresi, 21:87.
4. Bkz. Râzî, XXIII, 72; Beydâvî, II, 97; Aclûnî, I, 424.
5. Bkz. Tirmizî, Cihad, 2.
6. Bkz. Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107, 108.
7. Bkz. Hûd sûresi, 11:84. Ayrıca bkz. 85-86.
8. Bkz. Hûd, 11:87.
9. Bkz. Ankebût, 29:45.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.