Habibi Nacar YILMAZ
'Herkes yahşi ben yaman, eller buğday ben saman'
Epey oluyor bir otobüsle Samsun'dan Giresun'a geliyoruz. İkindi vakti olunca, şoföre müsait bir yerde küçük bir namaz molası vermesini istemiştim. Yanımda oturan, biraz da yaşlıca yolcu, epeyce itiraz edip benimle tartışmaya girmişti. İtiraz sesleri arasında "Kaza edersin, bu kadar insan seni mi bekleyecek?" gibi cümlelerini unutamam. Biz daha alttan alıp namaza hazırlıklı olduğumuzu ve çok kısa sürede sadece farzı kılacağımızı anlatınca, itiraz sesleri kesilmiş ve namazı eda edebilmiştik. Fakat bu itiraz eden yanımdaki yolcu ile olan diyaloglarımız, Giresun'a kadar devam etmişti.
Konuşmamızın bir yerinde, "Benim kim olduğumu biliyor musun?" deyiverdi. "Kimsiniz?" dedim. "Ben emekli yarbayım." "Olabilir" dedim. Bu, sana namaz kılmama, kılanlara itiraz etme hakkı vermez ki. Bu sefer "Hem de ihtilal dönemi Giresun Belediye Başkanıyım" demesin mi? Bu da olabilir ama bir zaman böyle bir hizmette bulunmanın, tabiplik yapmanın daha değerli olması, hatta ahirette geçerli bir değerinin olması, ancak hizmet-i Mevlâ'nın en büyük nişanesi olan namazı kılmakla mümkün. Senin önce bu hizmete itiraz etmemen gerekir, diye cevap vermiştim.
Bu sefer de "beyefendi benim adıma bir de park olduğunu da biliyor musun" diye çıkıştı. Adına bir park olmak, bir zaman hatta önemli de olsa bir görevde bulunmak, bu arkadaşı kendisini ayrı bir konumda, herkesten üstte ve tartışılamaz insan konumunda görme duygusuna taşımıştı.
İnsanın kendi hissesinin kıl kadar olduğu, Rabbimizin ihsanı ve ikramı sayesinde kazandığı bazı özellikleri ve yine O'nun nasibi olduğu için yapabildiği birtakım görevleri, başkasından üstün olmaya alet etmesi, başlığın tam tersini "herkesi saman, kendini buğday görmesi" bu albayda tam tezahür etmişti. Bu kalın gaflet, sözle ve ikazla da pek giderilmez ki herhalde, ne anlattıysak pek aldırış etmedi. Adı verilen park da çok kısa zaman sonra yol geçtiği için yıkılmış; adı, şanı zaten yerle bir olmuştu. Şimdilerde hatırlayan bile yok.
Bu hâllerden biz kendimizi de uzak görmeyelim zinhar. Sizi bilmem ama bu âcizde de zaman zaman böyle hâller zuhur edebiliyor. En azından, bir zamanlar çok daha vardı. Özellikle hizmette birtakım mazhariyetler, başkasına kıyasa, izafete, (iyiliği kendinden görmeye) nispete sebep oluyorsa; bırak sebebi, bu tip düşünceler aklının ucundan bile geçiyorsa, inişe geçmişsin demektir. Hele etraftan, eşten dosttan gelen iltifat ve övgüler insanın mânevî ve hizmet dünyasının ölümüne, bazen de bitmesine bile sebep olabiliyor. Bazen alakalı mevzuları tefekkürle okuduğumda, bazen de aslında büyük, fakat zahirde küçük ikazlar, insanı felâketin eşiğinden çevirebiliyor. Bu tıp izafetler ve nispetler, aslında sahibinin de hem manevî dünyasını hem de insanlar arasındaki itibarını sıfıra indirebiliyor. Fakat nefsi okşayan ses ve sözler, bu felaketi bile insana hoş gösterebiliyor. Yani celladına aşık oluyor insan.
Birkaç yerde rahat meyli için üstad "cellad-ı sehhar" (büyüleyici cellad) tabiri kullanıyor ya. Onun gibi, insanın kendisine makam vermesi, kendini başkasından üstün görmesi gibi hastalıklı haller de büyüleyici cellat gibi, farkında olmadan seni sıfırın altına atabilir. Sana, sende görünen faziletlerin bir ikram olduğunu, senin onlardaki hissenin onlarla övünecek kadar olmadığını unutturuyor. Bu noktada tavus kuşu gibi olmak, yani herkes senin güzel tüylerini övüp seyrederken, senin nazarın daima kirli ayaklarında olabilmek...
Bunun diğer bir izahı da başkasına daima hüsn-ü zanla iyi niyetli, fakat nefsini daima kusurlu görmek... Başkasına hüsn-ü zan, hatalı da olsa, kaybetmez insan. Ama kendine hüsn-ü zannın hep kaybettirir. Kendini hep yaman ve saman görmek yani.
Burayla çok alakadar "Yok, yok olsa, var olur" cümlesini bir zaman hiç anlayamıyordum. Şimdi de kemâliyle anladığımızı söyleyemem ama önemli bir hakikati, belki kitaplık hakikatlerin unvanı olduğunu ifade edebiliriz. Hani saat vakti bildirir, fakat kendisinin bundan haberi yoktur. Öyle de bunları ifade edebiliyoruz, fakat bu hakikatleri ne kadar yaşayabiliyor, gösterebiliyoruz, ya da ne kadar haberdarız, ondan şüpheliyim."Yok, yok olsa, var olur." anladığım kadarıyla biz, kendimize bakan yönüyle yani üzerimizdeki cihaz ve nimetleri icat ve sahiplenme, hissedar olma yönüyle biz yokuz. Bunların sahibi, icatçısı değiliz. Bir yazımızda da başlık olarak kullanmıştık. Kendimizi, kâinatı ve içindekileri uzaktan seyrediyoruz. Bunları tanımaya, öğrenmeye çalışıyoruz. İşte bu yok cephemizi yani bu noktadaki cehalet ve icattaki yokluğumuzu iyice öğrenirsek, her tarafımız nurla dolar. Var olursun. Allah bizi var etti, deriz. O'nun var etmesiyle var olduğumuzu, O var etmeseydi yoklukta kalacağımızı anlarız.Yani kendine, vücuduna, enaniyetine dayanırsan; yıldız böceği gibi olursun. Küçük, görünmeyecek derecede bir vücut kazanırsın. Fakat her tarafın karanlıkta, hadsiz bir dünya ile irtibatın ve alakan kesik vaziyette, görünmeyecek derecede bir ışıkla kendini avutursun.
Demek kendine bir makam vermek, güzelliklerinin hakikî sahibi olduğunu vehmetmek, "kendini buğday, başkasının saman görmek" bir cehalete, yanlış bir sahiplenmeye, haksız bir iddiaya dayanıyor. Bunu aşmak da gerçekten zor. Bu, yüksek bir kemâle, eşyanın, varlığın, nefsin mahiyetini tanımaya' anlamaya; bunu âleminde yerleştirmeye, belki epeyce bir temrine (çalışmaya) bakıyor. Yoksa lafla, iddiayla olacak bir keyfiyet değil.
Bu noktadaki cehalet insanı derece derece azdırıyor ve nihayetinde Karun ve Firavun derekesine indirebiliyor. Karun yapıyor; çünkü bu düşünce bizi, bir tevziat memuru olduğumuz ve bir müddet sonra ismimizin tapuda bile silineceği malın hakikî sahibi olmaya; diğer yönüyle vücut da dahil tüm nimetleri veren Rabbimize karşı mahcubiyet yerine, yoklar ülkesinden geldiğimizi unutarak, "Beni yaratırken, bana mı sordu?" noktasına götürüyor. Sana soramaz, çünkü sen yoktun ki arkadaş. Sen bizzat var değilsin ki rakip olasın da sana sorsun. Bize düşen, verilenleri düşünüp bu nimetlere nasıl vasıl olduğumuzun mahcubiyetini yaşamaktı.
Evet dostlar, nereden nereye geldik. İşin aslını, esasını kavramak; kendini ve dolayısı ile Halık'ını tanımak, şükürsüzlüğün mahcubiyetini yaşamak, haddini bilmek ne kadar önemli değil mi? Haddimizi bilmek de bizden nefs-i emmare cihetiyle fena olmayı istemiyor mu?
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.