Alaaddin BAŞAR
Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur
İ’lem eyyühe’l-aziz! Hiçbir insanın Cenâb-ı Hakka karşı hakk-ı itirazı yoktur. Ve şekvâ ve şikâyete de haddi yoktur. Çünkü, şikâyet eden ferdin hilâf-ı hevesini iktizâ eden, nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır. O ferdi irzâ etmekte, o bin hikmetin iğdâbı vardır. Bir ferdi razı etmek için bin hikmet fedâ edilemez.
وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاۤءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَاْلاَرْضُ (Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider. Mü’minûn Sûresi, 23:71.)
Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?
Açıklama:
“Hiç bir insanın Cenâb-ı Hakk’a karşı hakk-ı itirazı yoktur ve şekva ve şikayete de haddi yoktur. Çünki şikayet eden ferdin hilaf-ı hevesini iktiza eden nizam-ı âlemde binlerce hikmet vardır.”
Metinde geçen “heves” ve “hikmet” kelimeleri çok önemli. İnsan çoğu zaman olayları aklıyla değil hissiyle değerlendiriyor. Yani, hikmeti değil, hevesinin tatminini esas alıyor ve yanılıyor.
Mesalâ, biz her zaman lambaları küçük, odaları büyük görmüşüz. Böyle bir ortamda yaşamışız, hislerimiz bu yönde gelişmiş. Şimdi, güneş sisteminin tanzimi bize bırakılsaydı, güneşi küçük dünyayı büyük olarak takdir ederdik. O zaman, o küçük güneşin gücü bu büyük gezegeni çevirmeye yetmezdi. Güneş sisteminin yaratılışı, bizim hevesimizin hilafına cereyan etmiştir ve bunda binlerce hikmet olduğunu çok iyi biliyoruz.
Keza, ana rahminde iken bedenimizin tanzimi bize bırakılsaydı gözleri de ayakları da gereksiz bulurduk. Çünkü o âlemde ne gözle görüyor, ne de ayakla yürüyorduk. Ama, dünyaya geldik gördük ki, bizim hevesimiz ve hissimiz çok yanılmış. Beden ancak böyle olurmuş.
Fiziki ve anatomik olaylarda bu böyle olduğu gibi, insanın başına gelen hadiselerde de böyledir.
Bize göre hep sıhhatli kalmak iyi bir şeydir. Halbuki, bu dünya bir imtihan meydanı olduğu dikkate alındığında, insanı dünyaya bağlayan ve ahireti unutturan sıhhat nimetinin, çoğu insanlarda şükür yerine gaflete ve sefahate yol açtığı görülüyor ve o kimseler için sıhhat bir musibet oluyor. Şimdi, Cenâb-ı Hak, bir kuluna hastalık vererek onun kalbini ahirete çeviriyorsa, bunda bin hikmet vardır. Bizim hevesimiz ise o kişi için binlerce zararı netice vermektedir.
Bunun en belirgin örneği Kur’an-ı Kerimde geçen Karun kıssasıdır. Onun hissi kendisini aldattı ve servetin faydalı olacağını zannetti. Fakat, servete kavuştuğunda zekâtını vermeyip helak olunca, anlaşıldı ki ona servet verilmemesi hikmet imiş.
“O ferdi irza etmekte, o bin hikmetin iğdabı vardır. Bir ferdi razı etmek için, bin hikmet feda edilemez.”
Biz ölmemeyi istiyor ve ona razı oluyoruz. Bizi razı etmek için ölüm kanunu kalksa, işte o zaman ölümün ne kadar büyük bir rahmet olduğunu çok iyi anlarız.
“Meselâ, sana ıztırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validenle beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar nikmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. “ (Mektubat, Birinci Mektup)
Çoğu zaman şahit oluyoruz. Adamın annesi çok hasta, sürekli bakıma muhtaç. Onunla meşgul olurken işleri geride kalıyor. Bir hizmetçi tutmaya imkânı müsaade etmiyor. Etse de maksat tam hasıl olamıyor. Buna bir de babası eklendi mi, artık dedeye gerek yok, adam şu yollu dua etmeye başlıyor: Allah iki iyilikten birisini versin. Yani, hastalarım ya iyileşsinler, ya ölsünler. Onlar da kurtulsun ben de kurtulayım.
Biz iki hastanın bakımından aciz kalırken, binlerce dedemize ve ninemize bakmak zorunda kalsaydık halimiz ne olurdu.
Kabri karanlık görür ve oraya girmek istemeyiz. Cenâb-ı Hak, kabir hayatını yaratmasaydı, kabirdeki cennet bahçelerinden de mahrum kalacaktık, ondan sonra gelecek hakiki cennetten de.
وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّموَات وَ اْلاَرْض ((Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı fesada gider. Mü’minûn Sûresi, 23:71.))
Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!..”
Bu âlemdeki sonsuz işler bizim cüz’i hevesimizle değil, Allah’ın külli iradesiyle ve sonsuz hikmetiyle cereyan ediyor. Bizim hevesimizin sinek kanadı kadar olmadığı vurgulanmakla, aklımıza şöyle bir mesaj veriliyor:
İnsanın bedeni bu uçsuz bucaksız âleme nispetle sinek kanadı kadar olmadığı gibi, aklı da bu sonsuz hikmetleri anlamakta yine sinek kanadı kadar olamaz. Bu hissin tatmini için kâinattaki sistem bozulmaz. Feleğin çarkları insanın hissiyatına göre değil, Allah’ın sonsuz irade, kudret ve hikmetiyle hareket ediyorlar. Bizim hissimize kalsa, ne ihtiyarlık olur, ne kış gelir, ne gece… Ne zelzele olur, ne kıyamet kopar. Bütün bu ve benzeri sonsuz işler hep hikmetlidir ve hepsi insan için nimettir. Aksini istemek nimet değil nıkmettir. Ama insanın hissiyatı bunu ölçecek güçte değildir. Bunu ancak akılları hislerine galip olanlar anlayabilirler.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.