Hizmet-i Kur’ân’iye de ‘Zekât’ ve ‘Sadakalar’ -2

Makâlemizin ilk bölümünde, içtihâdlarda delîl olarak gösterilen Tevbe Sûresi 60. âyette  zikredilen فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ ifâdesinin mânâlarını ve mûteber zâtların beyânlarını ve Hazret-i Üstâd’ın Münâzarât’ta verdiği dersi ile birlikte asrımızda genişleyen ve farklı sûretlere bürünen cihâd alanlarını kaydetmiş ve  ilk bölümü tamamlamıştık. Eğer makâlemizin ilk bölümünü okumamış olan kardeşlerimiz varsa, evvelen okumalarını önemle tavsiye ediyoruz.

Makâlemizin bu bölümünde ise; Hazret-i Üstâd’ın, İslâmiyet adına, mücâhede­i dîniye adına, hizmet-i Kur’ân adına verilen yâni şahsa âit olmayan zekât ve sadakaların alımından talebelerini men’ etmediğini,  bilakis talebelerini; vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet maksadıyla alınan şahsî zekât ve sadakalardan men’ ettiğini, zirâ aksi olsa idi “şimdi Nûr'un şâkirdlerine de bir ders olabilir diye kalbime ihtâr edildi” diyerek Münâzarat’da verdiği dersi ile zıddıyeti netice vereceğini, hem risâlelerdeki bahislerden, hem de bu husûstaki tatbîklerden misâller vermek sûretiyle göstermeye ve izâh etmeye çalışacağız.

Bu nev’den gelen suâller ve medyâda hâsıl olan tekrarlar nedeniyle, ilgili risâleleri tahlîllî bir sûrette ve bâzı satırları da nazar-ı dikkati celb etmesi niyetiyle koyu renk yazarak izâh ettik.

HAZRET-İ ÜSTÂD’IN TALEBELERİNİ ZEKÂTTAN MEN’ ETMESİNİN MÂHİYETİ

Hazret-i Üstâd’ın, vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet için alınan sadaka, hediye ve zekâtlardan talebelerini men’ ettiğini ilgili risâlelerden izâh etmeye çalışalım.

“Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense, ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde, kaidesini bozmadı. Eski Said'in senin bu bîçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun'î bir istiğna değil, belki dört-beş ciddî esbaba istinad eder.”

Buradaki minnet, şahsına aldığında hâsıl olanıdır, zirâ devâmında vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet için kişinin şahsına aldığı zekât veya sadakalara mukâbil, ehl-i dalâletin, ehl-i ilme bu noktadan hücûmunu nazara vererek talebelerini men’ ediyor.

“Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi, vasıta-i cerr etmekle ittiham ediyorlar. ‘İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar’ deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzib lâzımdır.”

“İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler: اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ ٭ اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yâsin'de اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ cümlesi, mes'elemiz hakkında çok mânidardır.”

Hizmet-i Kur’ân’iye için sarfedilen şahsî gayretlerin neticesini âhirete saklamak ve insanlardan ‘şahsen istiğna etmek’ ile Enbiya’ya (aleyhimüsselâm) ittibâ etmek…

Üçüncüsü: Birinci Söz'de beyan edildiği gibi: Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Halbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün'im-i Hakikî'ye ait şükrü, senayı, zahirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisad öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şey ile değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelal'e yüzbinler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiyye-i ömrümü de o kaide ile geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.”

İnsanlardan ‘ahz-ı mal’ etmek ve ‘minnet ve zillet’ altına girmek; şahsî ihtiyaçlar ve geçim için alınanlardır ve onları almakla, âhirette alacağın bâkî defineleri burada tüketmektir... Yoksa, şahsımıza almadığımız ve hâliyle boğazımızdan geçmeyenler ve cebimize girmeyenler; âhiretimizdeki meyvelerimizi niye eksiltsin…

Beşincisi: Bir-iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat'î kanaatım oldu ki; halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almağa me'zun değilim. Bazıları bana dokunuyor.. belki dokunduruluyor, yedirilmiyor. Bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamağa manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir. Hem bende bir tevahhuş var; herkesi, her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor.. o da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu' ve temelluktan beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en a'lâ baklavasını yemek, en murassa' libasını giymek ve onların hatırını saymağa mecbur olmak, bana nâhoş geliyor.”

Hediyelerini almağa’, ‘dokunuyor’, ‘yedirilmiyor’, ‘baklavasını yemek’, ‘libasını giymek’ ifâdelerinin de, şahsa münhasıran alınanları ve verilenleri kapsadığı gibi... Altta kaydettiğimiz ‘Altıncısı’ bahsi de aynı mâhiyettedir.

“Altıncısı ve istiğna sebebinin en mühimmi: Mezhebimizce en mu'teber olan İbn-i Hacer diyor ki: ‘Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.’

İşte şu zamanın insanları hırs ve tama' yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a'male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.” [1]

‘Verilmek istenen ekmek’; şahsa verilmek istenen hediye ve sadakalara işâret ettiği gibi, âhirete müteveccih a’mâle mukâbil sadaka ve hediyeyi almak da; ‘şahsına almak’ mânâsındadır, ancak o vakit âhirette kendisine verilecek ni’metleri dünyâda yemek olur…

Ve risâlelerden bir misâl daha,

“hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-ı ihlaslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hacat-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup, vakitlerini zayi' etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip, hürmet etmişler. [2]

Duyulan bu hürmet ve muâvenet hissiyle, o şahsın hacât-ı maddiyeleri için verilen sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım etmek, yine kasdettiğimiz, ‘şahsa verilenler mânâsıdır’ zâhir görünüyor.

Altta kaydettiğimiz iki bahis de aynı mânâları te’yid ediyor.

“Bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır.”[3]

‘Bize âit olmayandan, bize verilmeyenden’; maddî bir menfaat gelmeyeceği, beklenilmeyeceği ve başkasına kaptırmamak gibi bir hiss-i menfaati uyandırmayacağı sâbit olduğundan, buradaki ikâz da yine şahsımıza gelecek olan bir maddî menfaate karşı yazılmış…

Nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle {(Haşiye): Sahabelerin sena-i Kur'âniyeye mazhar olan "îsâr" hasletini kendine rehber etmek. Yani: Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların mâişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek…}”[4]

Koyu yazılmış ifâdelerle birlikte, ‘onların mâişetlerini’ ve ‘hizmetimin ücretidir’ ifâdeleri, buraya kadar kasdettiğimiz mânâları zâhir olarak gösterdiği kanaatindeyiz…

Altta da, ‘ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum’ diyerek kasdettiğimiz mânâyı yine te’yid var.

Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ü şerefinden hissedar olmadığım halde, -tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi- küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur'un dehşetli bir mücahedesinde, tama' ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler...[5]

Dikkat edersek, ‘ihtiyacımı izhâra tenezzül edemiyordum’ ifâdesi; şahsî hacâta ve ‘tama ve mal yüzünden’ ifâdesi ise; şahsa alınmak istenenlere ve ‘itiraz gelmemek için’ ifâdesi ise; ehl-i dalâletin daha önce kaydettiğimiz mezkûr ithâm ve tenkîdlerine bakar mânâlarda yazıldığını gösteriyor…

Buraya kadar kaydettiğimiz mânâların bir hulâsâsı olan fihristedeki yeri de kaydederek, diğer nüanslara geçelim:

Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanların, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemeleri lâzım geldiğinin sırrını dört sebeble beyan eder. اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsîr eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ittihamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeleri almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.[6]

Çok önemlidir ki:

Şer’ân, sadaka ve zekât almak câiz ve ehl-i ilmin’de hakkı olduğu halde, zârûret olmadıkça irşâd-ı nâs’a ve neşr-i dîn’e çalışanların (ehl-i dalâletin mezkûr ithâmlarına ma’rûz kalmamaları ve hizmetlerindeki ihlâslarına bir zarar gelmemesi ve hakâik-i îmâniye’ye gölge düşmemesi gibi sebeplerle) sadakaları ve hediyeleri kabûl etmemeleri lâzımdır - denilmiş.

Ve buraya kadar kaydettiklerimiz üzerinden yaptığımız izâhların, kasdettiğimiz ve göstermeye çalıştığımız mânâyı anlaşılır kıldığı kanaatindeyim.

Unutulmamalıdır ki; aynı mânâyı ve mâhiyeti gösteren bu kadar kesretli ifâdeler, elbette kuvvetli bir bürhan hükmünde olur.

Bir başka çok önemli husûs:

Hazret-i Üstâd’ımızın, hayatı boyunca istiğna kâidesine bağlı kaldığı, mukâbelesiz bir şey almadığı yâni, geri çeviremediği bâzı şahıslardan ancak mukâbele kaydıyla aldığını biliyoruz. Dikkat edersek, şahsına verildiği için mukâbele ediyor! Yoksa, şahsımıza verilmeyen hediye veya sadakalar bize âit değildir ki, mukâbelesi bize âit olsun ve mukâbelesi lâzım gelsin. Onların mukâbelesi elbette Cenâb-ı Hakk’a (celle celâluhu) âittir ve –biiznillah- birer ihsân-ı İlâhi tarzında âhiret meyveleridir.

“Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse, mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.”[7]

“Bediüzzaman, küçük yaşından beri halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğnâ etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmîl ettiği zarûretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğnâ düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma bir şey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.”[8]

Ve talebelerini de şahsî olarak sadaka ve hediye almaktan aynı hikmetle men’ ettiğine dâir risâlelerden birkaç misâl :

Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için, sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi talebelerini de men'eder. Kimseye başını eğmez.[9]

***

Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men'etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlahî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi (şahsî mâişetlerini, geçimlerini te’min ederdi demektir).[10]

***

S- Misafirperverlik müstahsen bir âdetimiz olduğunu bilirken, neden kimseye misafir olmuyorsun? Talebelerinizi de ekmeğimizi yemekten, hediyemizi almaktan men' ediyorsun. Halbuki size iyilik etmek borcumuzdur ve hakkınızdır. İşte şu âdetimiz قَدْ اَكَلَ الدَّهْرُ عَلَيْهَا وَ شَرِبَ  Neden şu âdet-i müstemirreyi tezyif ediyorsun?

C- Evvela: İlim azizdir, zelil etmek istemem. Hem de size göstermek isterim ki: Bir kısım ehl-i ilim vardır ki; dünyaya tenezzül etmez ve san'at-ı ilmi, medar-ı maişet etmez. Talebe ise, cerrar (mâişeti için para toplayan) ve seele’den (mâişeti için dilenen’den) ayrıdır.[11]

Şahsa karşı verilen hediye veya sadakaları kasdettiği anlaşılıyor…

Elhâsıl,  delîl olarak gösterilen risâlelerin bâzılarını buraya kaydettik ve bütünlük içinde mütâlaa edildiğinde, ehl-i ilmin zekât ve sadakaları almaya şer’an hakkı olduğu halde, bu zamanda ehl-i dalâletten gelen vâsıta-i cerr ve medâr-ı mâişet ithâmlarına ve tenkîdlerine karşı bunları fiilen tekzîb lâzımdır diyerek, Hazret-i Üstâd talebelerini men’ ediyor. Yoksa, İslâmiyet’in intişârı ve fütûhatı ve îmân hizmetlerinin te’sisi ve yürütülmesi ve bu nev’deki ulvî hizmetler ve gayretler için lâzım olan ve şahsımıza âit olmayıp, şahsımıza da verilmeyen zekât ve sadakaların alımından men’ etmiş değil. Ehemmiyetine binâen tekrar ediyoruz ki; Hazret-i Üstâd’ın kalbine gelen bir ihtâr ile Nûr Şâkirdlerine Münâzarât’da verdiği dersi bizler için yol göstericidir. Zâten bu maksadla bizlere ihtâr edilmiştir.

YAŞANMIŞ MİSÂLLERDEN DELÎLLER

  1. Risâlelerde geçen misâller:

“Aşâir taahhüd ettiler ki, zekâtın bir kısmını o medreseye tahsis edeceğiz…”[12]

Dikkat edersek, Medresetü’z-Zehrâ için tahsîs edileceğini beyân ettiklerini ve kabûl de edildiğini anlıyoruz.

“İki defa Nur'un hizmeti için buraya kadar gelen kıymetli hemşiremiz Zehra'nın Medreset-üz Zehra'nın kâğıd masrafına iki yüz lira vermesi, hanımlar kısmında da Hüsrev'ler, Feyzi'ler, Ahmed'ler bulunduğunu gösteriyor.” [13]

Hanımların, Hüsrev’lere, Feyzi’lere ve Ahmed’lere benzetilmesi ve onlarla mukâyese edilmesi, bu gibi gayretleri gösterenlerin ziyâde olduğunu hissettiriyor…

“Kat'iyyen biliniz ki, bu dehşetli itabı gördüğümün sebebi; istirahat için bir arzu nevinde ve bir temenni tarzında, bir otomobil ile gezmeğe gittiğim vakitte, otomobilci dedi ki: "Küçücük otomobiller çıkmış, bin lira gibi bir fiatla satılıyor." Ben de temenni nevinden dedim ki: "Keşki, öyle bir emanet küçük otomobil elimize geçseydi, sair yerlerdeki Nurcu kardeşlerimi ziyaret etseydim" demiştim. Buna hakikî ve ciddî bir karar vermemiştim. Bir arzu iken; buradaki iki has kardeşimiz, bu arzuyu ciddî bir karar zannedip bin lira değil, dört bin liraya kadar fedakârane çalışmışlar.

Buraya geldikleri vakit, yedi saat memnuniyetle telakki edip, o arzuyu bir dua-yı makbule zannettiğim halde, birden bu gecede manevî itiraz ve itab gördüm. O arzumun hatasını anladım. Hiç görmediğim bu tarz manevî itabın üç sebebi var, başka vakit izah edilecek.” [14]

Buradaki i’tiraz ve i’tâb, kardeşlerin içtima ve gayretleriyle otomobil almalarına gelmiyor! Aşağıda izâh edilen hikmetlere binâen Hazret-i Üstâd’ımızın şahsına bakıyor. Öyle olsa idi, otomobilin satılmasının ardından alınan parayı tek tek sâhiplerine iâde etmek lâzım gelirdi. Fakat Emirdağ’ına hizmette sarf edilmesi için gönderilmesi gösteriyor ki, bu ağabeylerimizin gayretlerinde bir beis yoktur, yaptıkları makbûldür.

“Bu otomobili alan beş kardeşimiz kat'iyyen bilsinler ki, değil beşinin bir otomobili sadaka ve ihsan ve hediye etmişler, belki onların hayırlı niyetleri cihetinde Risale-i Nur dairesi hizmetinde herbiri tam bir otomobil fiatı kadar bir hediye bilfiil yapmışlar gibi manen kabul edildiğine bana bir işaret ve kanaat var. Madem kardeşlerim, sizin hâlisane bu hizmetiniz hakkınızda böyle makbuliyet var. Siz müteessir olmayınız. Beni de bu manevî itabdan kurtarınız. Hem benim düstur-u hayatıma, hem Risale-in Nur'un sırr-ı ihlasına gelmek ihtimali bulunan zararı çabuk tamir ediniz. Hem o otomobil burada kalmasın, en büyük hisseyi veren zâtın yanına gitsin.”[15]

(Haşiye): Otomobil satıldıktan sonra yine onun fiatından üçbin lira Emirdağı'na gönderilmişti ki, Risale-i Nur'un hizmetinde sarfedilsin.”

Ve Hazret-i Üstâd’ımız, şahsa değil, hizmet-i Kur’ân’iye ve Nûriye’ye hânesini vakfediyor, tasadduk ediyor:

“Üstadımız Barla'daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur'un birinci dershanesi, hem altı vilayet genişliğindeki Medreset-üz Zehra'nın çekirdeği bulunan hanesini "Medrese-i Nuriye olarak" Risale-i Nur'a vakfetmişti. Şimdi onu müteakib hem Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbekir ve şarkta Nur dershaneleri açılmaktadır.”[16]

“Rüşdü'nün gönderdiği otuz liradan yirmiyedisini posta ile size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için, ehemmiyetli hayırlara sarfedilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım.”[17]

Hazret-i Üstâd’ımız şahsına almadığı için iâdeye niyet ediyor amma velâkin, Rüşdü Ağabeyimizin hayırlı niyetine mukâbil, gönderdiğinden bir kısmını şahsına değil, hizmete sarf edilmek üzere kabûl ediyor.

“Dâr-ül Hikmet'te vazife-i ilmiyede iken tayinatım olan, elime verilen ve o zaman tab'ettiğim risalelerin masrafından fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi-otuz seneye yakın bir zamanda benim ihtiyat erzakım bulunan doksan banknot ki, nazarımda bin banknot kadar kıymeti vardı, Medreset-üz Zehra'nın kudsî derslerine medar olmak için Nur'un ehemmiyetli bir naşiri ve Hâfız Ali'nin (R.H.) çalışkan bir vârisi Hâfız Mustafa (R.H.) ile size gönderdim.[18]

Medresetü’z-Zehrâ veya Nûr Medreseleri, İslâmiyet’e hizmet edecek ve eden ne büyük bir ilim ve irfân yuvalarıdır ve bu âhirzamanda ne büyük bir cihâd-ı mânevî hükmündedir. Demek bizlerin de imkânâtı olsa, Medresetü’z-Zehrâ’nın inşâsına veya onun vazîfesini derûhde eden şimdiki medreselere ve bu nev’deki gayretlerin husûlüne bizler dahi göndermeliyiz diye anlıyoruz.

  1. Ve tatbîklerden misâller…

Muzaffer Arslan Ağabey : İstiğna şahıslarımız içindir. Ehl-i himmetin, hizmete iştirâkine mânî olunmaz. Risâlelerde bunlar vardır.” [19]

Abdulvahid Tabakcı Ağabey : (Üstâd’ın kalacağı bana âit olan ev için Zübeyir Ağabey, Hazret-i Üstâd’a)  ‘Bu ev 20 lira eder Üstad’ım’ dedi. Zübeyir Ağabey ayrıca ‘Bu dershaneye başka arkadaşlar da iştirâk etmek istiyorlar’ deyince Üstad’ımız da, ‘Öyleyse başka medreselerde olduğu gibi ben de beşte birine iştirâk edeyim’ dedi.”[20]

Tahiri Mutlu Ağabey : “Tahiri Ağabey, bâzı zenginlerin mal ve paralarını alıp hizmette kullanır. Mesleğimizdeki istiğna düsturu sebebiyle Sungur Ağabey bir gün kendisine bunu hatırlatır:‘Ağabey, mesleğimizde bu var mı? Bu, mesleğimize uygun mu?’ der.Tahiri Ağabey şu cevâbı verir:‘Kardeşim, o mallarını hizmette kullandığım kimseler, yarın kıyâmet günü gelip bana teşekkür edecekler, ellerimden öpecekler!’”[21]

Mustafa Sungur Ağabey : “Sungur Ağabey (Sivas’a) gelince tabii bütün kardeşler toplandı. Manevî bir hava oldu. Dersler yapıldı. Dersten sonra ‘Ne var ne yok?’ diye sorunca, bir kardeş dershane teşebbüsünden bahsetti. Sungur Ağabey, ‘Maşâallah’ deyip hemen cebinden seksen lira çıkardı. ‘Beni en başa yazın. Altına da diğer himmet sâhibi kardeşlerimizi yazıp başlayın. Allah hayırlı etsin!’ diye parayı verip duâ etti.” [22]

Mustafa Türkmenoğlu Ağabey : “Ankara’da hizmetler hayli ilerlemiş ve yeni bir mülk dershaneye ihtiyaç duyulmuştur. Bunun için epey yer bakılmış, sonunda Emek’te emsallerinden biraz daha uygun fiyata bir yer bulunmuştur. Bu dairenin fiyatı o zamanın parasıyla 140 bin liradır. Ev sahibi müsamahasızdır. Verdiği kısa süre içinde para getirilmezse başkasına satacaktır. Diğer vilâyetler de haberdâr edilir. Gerek borç, gerekse hibe olarak toplanan para ancak 126 bin 250 lira olur…….” [23]

Necati Usun Ağabey : “Ziya Ağabey dolaşırken, bâzıları para veriyordu. 100 lira gibi… Bunları getirip bana veriyordu. Ben bu paraları biriktirdim. 2 bin lira da kendim ekledim. Bâzı arkadaşları da dolaştım. Onlar da iştirâk ettiler ve Fatih’te bulunan Aka Palas Apartmanı’nın çatı katını satın alıp dershane yaptık.”[24]

Mehmed Hamid Güven Ağabey : “1965 de biz yeni bir Dersane almıştık, onunla ilgilidir. Mehmet Küçükağa gelmişti, bizim evde ders okuyorduk. O dedi: ‘Bu, evde olmaz, bir dersane almamız lazım’ dedi. Hepimiz memurduk, fazla paramız yoktu. Dedim: ‘Senin hâfızlığın var mı?" Dedi "var" Malatya'nın zenginlerinden Mehmet Vaizoğlu vardı. Hatta İmam Hatip Okulu'nu da o yaptırmıştı. Ona gittik. Mehmet ona bir Kur'an okudu, manasını şerh etti, güzel sesi vardı. Sonra Sözler kitabından bir ders okuduk. Dersten sonra, Mehmet Küçükağa ona dersane ihtiyacını anlattı. Mehmed Vaizoğlu, o zamanın parasıyla üç bin lira verdi bize, Allah ebediyen razı olsun. Böylece biz Dersanemizi almış olduk.” [25]

Ömer Kuş Ağabey : “(Tâhirî Mutlu Ağabey) ‘Ben eskiden bağların, üzümlerin, pekmezlerin öşrünü, bedelini vermemiştim, borcum vardı. Bir dönüm arazi sattım, onun kazasını yaptım, paraları ödedim’ dedi. Ben dedim ‘Tâhirî amca bizim de vardır borcumuz. Biz size versek, siz de Risâle-i Nûr hizmetinde kullansanız olur mu?’ dedim. ‘Olur’ dedi. Biraz para çıkardım verdim Tâhirî amcaya. Ben o zamana kadar hizmet için para falan kabul ediliyor mu, edilmiyor mu daha bilmiyordum. Öğrenmiş oldum.”[26]

Ve daha elbette çok misâller var ancak maksadı hâsıl eylediği kanaatiyle yeterli buluyoruz.

اِنَّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَالَّذٖينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ اُولٰئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ غَفُورٌ رَحٖيمٌ

Bakara Sûresi – 218. âyet

Meâlen: “İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mücâhedede bulunanlar; şüphesiz bunlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
İstifâdenin hâsıl olmasını temennî eder, duâlarınızı beklerim…

Makâlenin birinci bölümünü okumak için tıklayınız

 


[1] Mektûbât, İkinci Mektûb

[2] Lem’âlar, Yirmbirinci Lem’â, Dördüncü Düsturunuz

[3] Lem’âlar, Yirmbirinci Lem’â, Dördüncü Düsturunuz

[4] Lem'âlar, Yirmibirinci Lem’â, Birincisi

[5] Emirdağ Lâhikası-1

[6] Mektûbât, Fihriste-i Mektûbât

[7] Sözler, Konferans

[8] Sözler, Konferans

[9] Şuâlar, Ondördüncü Şuâ

[10] Tarihçe-i Hayat

[11] Münâzarât

[12] Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzaman Said Nursî-1, sh:849

[13] Emirdağ Lâhikası -1

[14] Emirdağ Lâhikası -1

[15] Emirdağ Lâhikası-1

[16] Emirdağ Lâhikası -2

[17] Barla Lâhikası

[18] Emirdağ Lâhikâsı-1

[19] Ağabeyler Anlatıyor-2, Ömer Özcan, Mayıs 2008, sh:377

[20] Ağabeyler Anlatıyor-3, Ömer Öczan, Ekim 2009, sh:35

[21] Tahiri Mutlu, İhsan Atasoy, Eylül 2007, sh:144

[22] Mustafa Sungur, İhsan Atasoy, Ağustos 2008, sh: 429

[23] Tahiri Mutlu, İhsan Atasoy, Eylül 2007, sh:141

[24] Ağabeyler Anlatıyor-4, Ömer Öczan, Ekim 2010, sh:353

[25] Ağabeyler Anlatıyor-2, Ömer Özcan, Mayıs 2008, sh:233-234

[26] Ağabeyler Anlatıyor-6, Ömer Öczan, Eylül 2014, sh:311

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum