Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Bediüzzaman, Devlet ve İbrahim Kalın

İbrahim Kalın, uzun zamandan beri muhabbetle takib ettiğim; yumuşak dili, gülümseyen çehresi, müeddeb ve âlimane tavırları ile hâzâ beyefendi bir zât, numûne-i imtisâl bir mü'min. Hayata benden on bir yıl sonra başlamış, önünde daha uzun hizmet yıllarının olması temennisindeyim. Kısacası, henüz genç sayılabilecek yaşta bir cevher.

İbrahim Hoca, sadece ehil bir devlet ricâli değil, aynı zamanda sahasının yıldız isimlerinden bir ilim adamı. 2020'den beri akademik hayatına profesör unvanıyla devam ediyor.

Devlet ricâli olarak parlak bir geçmişe sahib: 2009'da dış politikadan sorumlu Başbakan Başdanışmanı, 2010 yılında Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü'nün ilk koordinatörü, 2012'de Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü, 5 Haziran 2023'den beri de Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı.

İtiraf etmeliyim ki, bu dolu dolu ilim adamının, bağlama çalıp beste yapacak kadar naif gönül insanının MİT'in başına getirilmesini bir parça yadırgamış, bir parça haksızlık gibi görmüştüm. Üstesinden gelemeyeceği için değil, gönül ve ruh dünyasının istihbarat dünyasının sert ikliminde zarar göreceğini düşündüğüm için. Ancak mürûr-u zaman endişelerimi büyük çapta telâfi etti, İbrahim Kalın kalarak da bu çetin vazifenin üstesinden muvaffakiyetle gelebileceğine inancımı yükseltti. Neyse, bahs-i diğer bu.

Bu satırların vücud bulmasının asıl sebebi, İbrahim Hoca'nın, bunca yoğunluk içinde yazma fırsatı bulduğu "İslam, Aydınlanma ve Gelecek" adlı son eseri. Orta hacimdeki kitab, iki-üç ay kadar önce, İnsan Yayınları tarafından neşredilmiş. Neşredilmiş ve kapışılmış. Fakirin önüne ise biraz gecikmeli geldi.

Herhangi bir kitabın bütününü okumadan, tanıtım yazısı yazmam; okumuş gibi tenkid ve tahlil yapmaktan da hayâ ederim. Ama maalesef başlıklara bakarak, üç beş paragraf okuma zahmetine katlanmadan makale yazmak yaygın bir tarz.

Kitab önüme gelir gelmez bir solukta okuduğum sayfalar, Üstad Bediüüzaman'la alâkadar olanlardı. Kalın'ın asr-ı âhirin bu büyük âlim ve dehasına alâkâ ve hürmetini, hürmet ve muhabbetle karşılarım. Samîmî düşüncelerini dile getirmiş, kendisine çok da yakışan müeddeb ve ağır başlı takdire şâyân üslûbu ile. Üstad hakkında müsbet kanaat serdetmiş olması, yazdıklarından çok daha kıymetli, benim zâviyeme göre. Zîra, İbrahim Kalın herhangi bir insan değil, MİT'in başkanı; bir bakıma devletin merkezî büyük santralı, bir bakıma göz ve kulağı, bir bakıma beyni, devlet bilgi nehrinin başındaki müteyakkız nöbetçi; uyumaya da, uyuklamaya da hakkı olmayan kişilerden biri.

Kalın, Üstad'a dair bahse çarpıcı ve hakperest bir tesbitle başlıyor. Diyor ki:

"Said Nursî'nin din ile bilim ilişkisine dair görüşleri 1800'lerin sonundaki kaba ve saldırgan pozitivizmin, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin resmî ideolojisi haline getirildiği bir dönemde formüle edildi."

Bu şahane ve cesur tesbit, Üstad Bediüzzaman ile Kamal Atatürk arasındaki büyük kavganın kısa ve öz bir ifadesidir. Kamal Atatürk'ün Batıdan ithal " kaba ve saldırgan" bir dünya görüş ve inancını devlet cebriyle millete dayatmasının aksülameli Bediüzzaman ve Risale-i Nur Külliyatıdır. Hikâyenin özeti bu...

Diyebilirsiniz ki, ne var bunda, bilinmeyen, hiç yazılmamış, hiç konuşulmamış bir şey değil ki bu? Haklısınız, yarım asra yakındır bunu haykıranların başında geliyorum, yeni bir şey değil Hoca'nın söylediği.

Yeni ve ehemmiyetli olan, bu hakikatin MİT Başkanı tarafından dile getirilmiş olması. Vâkıâ Diyanetin Risale-i Nurları basmış olması devlet için büyük bir adım ve gerçek bir milattı, doğru. Vefatının üzerinden yarım asır geçmesine rağmen devletin ruh ve şuurunu teşkil eden resmî ideolojisi Kamalizmin "hain" diye yaftalamakta olduğu bir düşmanın(!) külliyatını devlet olarak neşretmek büyük bir merhaleydi.

İbrahim Kalın, hüsn-ü şehâdeti ile bu merhaleyi daha ileri bir seviyeye taşıdı. Çünkü, Kalın başında bulunduğu müessese itibariyle devletin Bediüüzzaman'a dair haklı veya haksız bütün sırlarına, bütün vesikalarına, bütün tesbitlerine hükmedebilecek, vâkıf olabilecek mevkidedir.

Bediüzzaman'a dair devletin hafızasında ikna edici ve tevsik edilmiş menfî tek bir hakikate tesadüf etmiş olsaydı, gelecek nesillere miras kalacak bir eserde Üstad hakkında hüsn-ü şehâdette bulunmazdı, bulunamazdı. Hiç şübhesiz, devlet arşivlerinde de âlleme-i cihân Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin mânevî şahsiyetine leke ve gölge düşürebilecek hiçbir şey, hiçbir gerçek yoktur.

Şimdi yapılması gereken, devletin kirli ve haksız propagandası ile bir çok insanın zihnine "hain" diye kazınmış olan Bediüzzaman Said Nursi imajını düzeltme hakperestliğini göstermek, bu vatanın evlatlarının bu tertemiz iman nehrine koşmalarını kolaylaştırmaktır; en azından mâni olmakta devam etmemektir.

Bu yolda atılabilecek en kestirme, en kolay ve en müessir adım da, devleti işgal ile gasbeden 60 Darbesi haydutlarının bir icraatı olan şeni naaş hırsızlığına devlet şemsiyesi tutmaktan vaz geçmek, darbeci hunharların Üstad Bediüzzaman'ın naaşını çaldıkları 12 Temmuz 1960 gecesinde yaşananları bu millete izah etmek, tane tane anlatmaktır.

Devamında yapılması gereken de Hazret-i Üstad'ın kabrini ya medfun olduğu yerde imar ve inşa etmek, ya da naaşını ilk defin yeri olup hâlâ boş duran Halîlürrahman'a yeniden tevdi etmektir. Bu adım, devletin sebebiyet verdiği zihinlerdeki hainlik imajını tashih edecek, milyonların imanının kurtulmasına hizmet edecektir.

Devlet, o gecede yaşananları ifşa etmekten âciz değildir. Gereğini behemehal yapmalıdır, er veya geç yapacaktır da. Devlet akıl ve vicdanı, kendisinin eseri olmayan bu dehşetli cürmü daha fazla sahiplenemez, örtmeye devam edemez, etmemeli.

Üstad'ın kabrinin gizliliği noktasındaki beyanları bir taleb ve vasiyetten çok, olacakları keşfen görüp olabileceklerin önünü alma gayretinden ibarettir. Bu hususta Nur Talebelerinin kahir ekseriyeti ile hemfikir değilim, olmam da mümkün değil.

MİT Başkanı İbrahim Kalın'ın hüsn-ü şehâdeti bu vaktin geldiğini müjdelemesi açısından da ehemmiyetlidir.

Daha iki hafta önce dinsiz bir neşriyat menfezinin Üstad'ın fotoğrafını "Hainlerden özür mü dileyeceğiz?" küstahlığı ile paylaşabilmesinin müsebbibi devlettir. İstediğimiz kadar, Üstad hain değildir diyelim; devlete taabbüd eden kahir ekseriyetin zihninde Bediüzzaman hain olarak kalacak ve onların Nurdan istifade etmeleri mümkün olmayacaktır.

Evet, son yüz yılda Türkiye'de hain olmayan tek insan var denilse, hiç şübhesiz o Bediüzzaman olur. Ne var ki, bu mutlak hakikat devletin gerçeği söylemeye yanaşmaması sebebiyle umumî kabule mazhar olmaktan çok uzaktır.

Ümid ve temenni ediyorum ki, İbrahim Kalın Beyin açtığı bu pencereden hakikat bütün çıplaklığıyla görünsün ve görmenin de gereği yapılsın.

Bağlama ustası bestekâr gönül insanı İbrahim Kalın'ı da, "İslam, Aydınlanma ve Gelecek" eserinin yazarını da, Kasun Dağında kahvesini keyifle yudumlayan MİT Başkan'ını da bütün gönlümle tebrik ediyorum. Rabbim ömrünü uzun, sa'yini makbul eylesin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.