Hz. Hızır (a.s.) hayatta olmasa ne olur?

Bundan da size bahsetmeliyim: Düşe Kalka Muhabbet'in bir bölümünde Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abiler 'hayat' üzerine konuşmuştular. 'Hayat' derken, hayatın parçalarından birisi üzerine değil, bildiğiniz 'hayat' üzerine. Yani kendisi/zatı üzerine. Gide gide "Neye canlı, neye ölü diyoruz?" gibi bir soruya gelip dayanan programda 'canlılık' tarifinin, İslam'da farklı, modern bilimde farklı olduğunu öğrenmiş olduk. Diyeceksiniz ki şimdi: Farklı olduğunu bilmiyor muydun zaten a cahil? Ne yalan söyleyeyim, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis, onlar Rableri katında diridirler!" ayetinin böyle bir "Tanımlarına dön! Sen neye ölü/diri diyorsun?" sorgulaması içerdiğini düşünmemiştim. Bu program sayesinde düşünmüş oldum. Düşünmeye her zaman varım.

Biraz geçmişime götüreyim sizi. Ortaokul ve lise yıllarında (acaba ilkokulda da var mıydı) 'canlılığın şartlarını' şöyle okuduğumuzu anımsıyorum: 1) Solunum 2) Beslenme 3) Boşaltım 4) Üreme 5) Hareket 6) Hücreli yapı. (Belki bir yedinci madde de vardı ama anımsayamadım.) Ders kitapları ve dahi öğretmenlerimiz diyorlardı ki: Birşeyde bu altı şey varsa ona canlı denir. Yoksa, mesela, sadece hareket ediyor diye oyuncak arabalar canlı olmaz. Sadece nefes alıyor diye demirci körükleri canlı sayılmaz. Sadece içinden birşeyler dışarıya atılıyor diye çöp kovasına canlı diyemeyiz. Ya? Bunların altısını da görmemiz lazım.  

Fakat durun biraz. Kur'an'da bize hayat böyle mi öğretiliyor? Mesela: Eğer bu başlıklara münhasır görürsek canlılığı, insan, meleklerin/cinlerin varlığına ve canlılığına nasıl iman eder? İlk gençlik yıllarımda bunun sorgulamasını yaşadığını anımsıyorum. Akaidde bir sapma yaşamaya en çok yaklaştığım zamanlardı. Canlılığı o kadar dar bir alanda tarif ediyordum ki, 'Meleklerle kastedilen belki de sebeplerdir...' diyecek noktaya gelmiştim. (Allah beni affetsin.) Semanın veya yeryüzünün bilimin bir türlü keşfedemediği canlılarla dolu olması fikri tuhaf gelmeye başlamıştı. (Bilimin 'görmediği' neyse de 'göremediği' şey olur mu hiç?) Şimdi seziyorum ki; canlılığı dar tanımlara sıkıştırmakla bilimin Deccalî 'tek gözüne' kanaat etmem hatalarımın başlangıcıymış. Arızanın özü şu: Yola hangi tanımlarla başlarsanız, yolun sonunda varabileceğiniz de ancak o oluyor. Öyle ya! Pencereniz dar olursa manzaranız ister istemez sınırlı olur. Benim hayat bahsinde penceremi genişleten mürşidimdi:

"Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır."

Bediüzzaman'ın hem 19. hem de 25. Söz'de tedrisine tanımlarla başlaması büyük bir dersi barındırıyor kanaatimce. 25. Söz'de "Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?" sorusuyla kapısından girilen kapsamlı tanım; 19. Söz'de, benzer bir yapıda, "Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak..." denilerek/başlanarak yapılıyor. Birincisinde Kur'an, ikincisinde ise Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarif ediliyor. Fakat her iki tanımlamada da nazar-ı dikkati celbedecek bir benzerlik var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar..."

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..."

Modern zamanlarda kelimelerin anlamlarını kaybedişi; hatta bazen, değil yalnız karşıladığı mananın, kavramların isminin dahi unutulması büyük bir musibet. Ahirzamanın unutturuculuğu büyük bir bela. Bu noktada Risale-i Nur'un ve dahi cümle ehl-i sünnet büyüklerimizin eserlerinin, dillerini terketmeyi reddederek, böylesi bir kavram dünyasına da davet ettiğini görüyoruz bizleri. Bir mürşidin tedrisine talip olmak onun kavramlarıyla düşünmeyi de gerektiriyor. Yalnız mana değil, lafızlar ve kavramlar da o tedrisin parçası.

Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları II'de böyle tarif ediyor kavramların önemini: "Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar." Başka bir makalesinde ise konuyu daha da detaylandırıyor:  "Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an ve sünnetin belirlemediği merhamet, sevgi, adalet... gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?" Benzer yitirilişlere Bediüzzaman'ın da Lemaat isimli eserde dikkatlerimizi çektiğini düşünüyorum:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Peki, hayatın karşılığı/tanımı neden bu kadar önemli? Çerçevesi nereye kadar? Ayetü'l-Kübra Risalesi'ne baktığımızda görüyoruz ki; hayat, varlıktan bir parça değil, mü'minin kainatı algılayış şeklidir. Yani bizim gözümüzde kafirin kafasından ve kalbinden başka ölü birşey yoktur. Diğer herşey Hayy olan Allah'ın zikrinden nasiptardır.

"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti."

Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde buna atıflar vardır. İnsanın, kainatı Allah'ın marifetine yönelik okumaya başlamasıyla birlikte varlık hayatlanır, canlanır, anlamlanır. Ona ayna olan herşey Onu tesbih eder. Tesbih eden herşey canlıdır. "Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp tesbih etmesin!" ayet-i celilesinden Bediüzzaman'ın çıkardığı ders budur. Bizim 'bizim cinsimizden bir canlılık' için aradığımız asgarî şartların onlarda bulunmaması canlı olmalarına halel getirmez. Can bize münhasır değildir. Çünkü artık canlılığı kendi şartlarımıza münhasır aramayız. Allah'ın Hayy isminin gölgesinde ararız hayatı. O gölgenin dışında kim/ne kalabilir? Allah'ın esmasına aynalık yapmak yönünde bütün varlık 'hayattarâne zikir ve tesbihte'dir. Hayat dairesi böylesine geniştir. Hatta rivayet edilir ki: O Hayy olan Allah'ın Resulü aleyhissalatuvesselam avuçlarına aldığında taşların bile zikirleri duyulur hale gelir.

Hayat dairesini böylesine geniş anlayan birisi elbette ne Hz. Hızır'ın (a.s.) hayatta olmasına şaşırır ne de Hz. İsa'nın (a.s.) ahirzamanda nüzûl etmesine... Belki Hz. Hızır, Hz. İsa gibi hayatları hayatlarımızdan farklı peygamberlerin üzerinden bize verilen ders de budur: Hayatı yalnızca kendininkinden ibaret görme! Allah'ın kudreti ve şan-ı Rububiyeti gör bak nice hayatlar yaratır!

Ebubekir Sifil Hoca, üzerine çokça yazdığı nüzûl-u İsa (a.s.) meselesinin bu noktada tam bir turnusol kağıdı olduğunu söylüyor İslam ve Modern Çağ (3) kitabında. Bir insanın hayat algısını modern zamanların mı, yoksa Kur'an ve sünnetin mi şekillendirdiğini anlamada bu meselenin büyük bir ayraç olduğunu ifade ediyor. Hakkındaki naklî deliller bu kadar kuvvetliyken, aklına uygun bulmayıp Hz. İsa'nın (a.s.) nüzûlünü inkar edenler, modern bilimin 'hayat' tanımını kafalarına yerleştirmiş ve o ezber ile bakınca Kur'an ve sünnetin hayat perspektifine çıkamamış kişiler. Ve tam da bu açıdan Hz. Hızır'ın hayatta oluşu veya Hz. İsa'nın ahirzamanda tekrar dünyaya gelmesi gibi konular, bu insanların kafalarındaki ve dolayısıyla itikadlarındaki sorunları ele veriyor.

Nicedir düşünürdüm Bediüzzaman'ın Mektubat'a "Hz. Hızır hayatta mıdır?" gibi bir soruyla başlamasının sırrını... "Meratib-i hayat beştir..." deyişi çok da lazım olmaz bir bilgi gibi gelirdi önceleri. Şimdi biraz farkediyorum: O mektupta Bediüzzaman; hem ölüme, hem hayata bakışımızı doğru yere oturtmaya çalışıyor. Hayat tanımımızı olması gereken yere çekiyor. Bugün 1. Mektub'u böyle, yani Kur'an'ın ve sünnetin hayat algısının öğreticisi olarak, anlıyorum. Hasıl-ı kelam: Hayat da dahil olmak üzere tüm tanımlarımız Kur'an ve sünnet eksenine çekilmedikçe, imanın kalesine tam anlamıyla sığınabilmemiz mümkün değil. Çünkü iman ettiğimiz şey, aynı kelimeleri kullansak da, yine modernizm elverdiğince oluyor. Tanımları yöneten, düşünceyi de, hatta imanı da yönetiyor. Eğitim biraz da bu yüzden müslümanların gündeminin ana maddesi olmalı. Sadece modeli açısından değil içerik olarak da. Klasik İslamî metinlere yüzümüzü dönmedikçe bize tanımlarımızı öğretecek neyimiz var?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum