Hz. Muhammed (asm) insanlığa ne getirdi?

Şunu açıkça ifade edelim ki, Batı’nın inkarcılığı elinde ye’se düşmüş, hakikate yabancılaşmış ve gerçeği başkalaştırmış bu nankör çağın itiraf ettiklerinden çok şey getirmiştir Peygamberimiz.

Peygamberin 1400 yıl evvel getirdiklerinin keyf ü sefasını sürdükleri halde, hala daha O’na yabancı kalmayı, O’nu hakaretlerle karalamayı bir erdem olarak görecek kadar hakikatin rayından çıkmış bir sekülerizm treninde savrulup duruyorlar yüzlerce yıldır.

“Şeylerin” hakikatini parçalayıp bozan ve insanoğlunu fıtrata yabancılaştıran hurafeci kilise bakışından kurtulmayı başaran Batı, bu kurtuluşun hikayesini maalesef ki yeniden kurgulamış, bu hakikat yolculuğunun tarihi silsilelerini yok sayıp kendisini doğrudan İsa’dan önceki Pagan Yunan medeniyetine eklemlemiştir. 

Halbuki Ortaçağ’ın ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse Kilise Çağı’nın yanıbaşında, bir Saadet Çağı yeşermiş, bu Saadet çiçeğini yetiştiren hikmetli Bahçıvan, fıtratın hakikatini insanlığa her fırsatta hedef göstermiştir.

Tarih bilimiyle uğraşanlar bilirler ki, dünyada yaşanan bütün o beşeri gelişmeler, mutlaka bir önceki gelişmelerin birer sonucu ya da devamıdır.

Vahyin getirdiği ilâhi inkılaplar dışında, bu tekâmül ve telahuk-u efkar kanunun zincirlerini parçalayıp, kökleri mucizevi bir sıçramayla, bir anda binlerce yıl öncesine dayanacak bir beşeri değişimden asla bahsedemeyiz.

Batı’nın Ortaçağ’dan kurtulup Rönesans’a eriştiği 15. yüzyılın tarihi köklerini, o gün için tarihin karanlıklarında gizlenmiş olan M.Ö 700’lü yılların gelişmelerinde aramak imkansızdır.

Bir örnek vermek gerekirse, bu arayış Türkiye Cumhuriyetinin köklerini, Mecelle’ye, Tanzimat’a, Meşrutiyet’e uğramadan, doğrudan milat öncesinin Orta Asya bozkırlarında aramak kadar hakikatten uzak bir tarihi yolculuk olacaktır.

Tarihi olayların gelişimiyle ilgili bu temel gerçeği anladığımıza göre, Rönesans’ın ve dahi bu güne dek Batı’da yaşanan olumlu gelişmelerin kaynağını yakınlarda, o gelişmelerin hemen öncesinde aramanın gerekliliğini de anlamışız demektir.

Bu bakış açısıyla baktığımızda, Hz. Muhammed’in, Batı’daki (Roma’daki) yanlışları vahyin de talimiyle çok iyi tespit ettiğini, bu yanlışları düzeltmek için de gereken “kelebek etkisini” bilinçli olarak başlattığını açıkça görürüz.

O talimatlardan birisi, İstanbul’un fethedilmesi talimatıdır ki, Fatih Sultan Mehmed Han bu talimata uyarak İstanbul’un fethiyle birlikte Orta Çağ karanlıklarının ortasına bir güneş gibi doğmuştur.

İşte Orta Çağ karanlıklarını aydınlatan, Kilise’nin asırlık tahakküm zincirlerini kırıp parçalayan o mucizevi emir:

"İstanbul, mutlaka fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan; onu fetheden asker, ne güzel askerdir!”

İstanbul’un fethinden itibaren gelişen tarihi süreç, elbette İstanbul’un fethedilmesini sağlayan temel motivasyondan bağımsız düşünülemez.

Ruhbanlarını Rableştiren Orta Çağ Hıristiyanlığı, tam da bu gelişen yeni süreçte, Hz. Muhammed’in talim ettiği gibi köklü reformlarla değişmeye başlamıştır.  

Mesela önceleri çocukların günahkar olduğunu savunan Hıristiyanlık, Hz. Muhammed’in talimlerinden çocukların günahsız olduğunu ancak öğrenebilmiştir.

Kadınları potansiyel cadılar olarak kurgulayan ve acımasızca katleden Ortaçağ anlayışı, kadınların el üstünde tutulacak değerli varlıklar olduğunu Hz. Muhammed’den öğrenebilmiştir.

Din adamlarının evlenmesini kesin bir şekilde “haram” kabul eden Hıristiyanlık, acaba hangi Peygamber’in sünnetinden etkilenerek bugünlerde bu gibi evlilikleri mazur görmektedir?

Ya da “boşanmayı” büyük bir günah olarak gören ve yasaklayan Muharref İncil’in bu hükmünü uygulamayan günümüz Hıristiyanları, “boşanmanın” meşru ve fıtri bir hak olduğunu kimin şeriatinden öğrenmiş olabilir?

Ortaçağ’ın “bilgiyi-mantığı” kötüleyip “saçmayı-hurafeyi” övüşü açıkça ortadayken, okumanın, bilginin ve bilimle ilerlemenin yollarını açan Hz. Muhammed’in anlayışındaki gerçekçilik açıkça kendisini gösterir.

Mesela “uğursuzluk” kavramı gibi hakikat algısını zedeleyici, hastalıklı bir kavramı sözlüklerden çıkarıp atan, ay tutulmasından güneş tutulmasına kadar kainatta gerçekleşen bütün hadiseleri mitolojik yanılsamalardan temizleyip, doğadaki oluş anlamlarıyla buluşturan Peygamberimizden başkası değildir.

Mesela, 14. yüz yılda Dante tarafından yazılan İlahi Komedya adlı epik şiirin hangi dinin etkisiyle yazıldığını anlarsak, Hıristiyanlığın bugünkü ahiret anlayışının hangi Peygamber’in tebliğine dayandığını da anlamış oluruz.

Aslında batıdaki bu değişim sürecinin kaynağı İstanbul’un fethinden çok öncelere, miladi 700’lü yıllara, ta Emevilerin başlattığı tercüme faaliyetlerine, ta Endülüs’e kadar uzanmaktadır ki, bu kültürel Big Bang’in “sıfır” kavramından “Arap rakamlarına”, “sabun” kelimesinden “Kimya” kelimesine kadar halen yaşayan canlı delilleri vardır.

Peygamber’in kendi döneminden daha ileriki zamanlarda doğacak Sekülerizm Çağı için de kurtuluş formülleri vardı elbet:

“Ümmetim Kayser’in (Sezar’ın) şehrini (Roma’yı) almadıkça, kıyamet kopmaz”

Peygamberimiz, Müslümanların dünyanın bütün kıtalarına gitmelerini, böylece inkarcı karanlıkları dağıtmalarını ve dünyadaki çarpık adalet anlayışını tamir etmelerini onlardan istemiştir.

Ahirzaman’da geleceği müjdelenen Mehdi (as) ile ilgili hadislere de bu bakış açısıyla bakarsak eğer görürürüz ki, Peygamberimiz, zulüm, materyalizm, kapitalizm ve sekülerizmin kuşattığı böyle bir karanlık dönemde, insanlığı kurtarmak adına ümmetine büyük vazifeler yüklemiştir.

Peygamberimizin insanlığı etkileyen ve dünyayı olumlu manada değiştiren inkılapları bunlardan ibaret değildir elbette.

Mesela, Medine Sözleşmesi adını verebileceğimiz ilk çoğulcu anayasa Hz. Muhammed tarafından yazılmış ve hayata sokulmuştur.

Mesela günümüz savaş hukuku temellerinin Eski ve Yeni Ahid’e dayanmadığı kesindir. Eski Ahid’in çocuk, kadın, hayvan ve hatta bitki katliamını meşru gören hükümleri yanında; İncil’in “tokat atana diğer yanağı gösterme”yi öğütleyen hükümleri devletle hukukunda uygulanması imkansız hükümlerdir.

Pratikte pek de uygulanmayan ama teoride var olan adil savaş hukuk kuralları, açıktır ki Hz. Muhammed’in savaşla ilgili adil öğretilerinden öğrenilmiştir.

Peygamberimiz kral değildir ve ardından bir kral bırakmamıştır. Devlet başkanının biat ve istişare sistemiyle seçilmesinin daha adil olacağını, 1400 yıl önce insanlığa öğreten yine Peygamberimiz olmuştur.

Son olarak önemli bir örnek daha verelim. Peygamberimiz (SAV) “kölelik” müessesinin kaldırılmasına hazırlık konusunda büyük inkılaplara imza atmıştır.

Hiçbir hak talep edilmeden mutlak itaati gerektiren “kölelik” kavramının anlamını, bugünlerde “memur” ya da “işçi” olarak adlandırılan bir statüye yükseltmiştir Hz. Muhammed.

Peygamberimiz kölelik müessesinin ortadan kalkmasını tetikleyecek şu köklü değişimleri hayata geçirmiştir:

1-Kölelerin bir mal olmadığını, onların da bizler gibi hakları olan insanlar olduklarını ortaya koymuştur.

2-Hatta bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki, müşrikler “Muhammed bizi kölelerimizle eşit tutuyor” serzenişlerinde bulunmaya başlamışlardır. Bu durumda kölelik günümüz memurluğuna yakın bir anlama kavuşmuştur diyebiliriz.

3-Derisinin renginden ya da ırkından dolayı köle olma anlayışı adeta tamamen kaldırılmış, kölelik kavramı sadece savaşlardaki esirlerle anılır olmuştur.

4-Kölelere, belli şartları gerçekleştirmeleri durumunda özgür olma hakkını vermiştir. Buna göre kölelikten kurtulmak isteyen bir kişi gayret ederse bu statüden kurtulabilecektir.

5-Peygamberimiz ayetlerin de talimiyle köle azad etmeyi teşvik etmiş kendisi de ömrünün sonuna dek bütün kölelerini azad etmiştir.

Hz. Muhammed’in kölelikle ilgili bu gibi inkılapları, köleliğin tüm dünyada kalkmasının da öncü adımları olmaktadır.

İnsanlık köleliği ancak 20. yy’da kaldırabilmiştir. İnsanlığın henüz ulaşabildiği bu uç noktanın temelleri ise Hz. Muhammed (SAV) tarafından atılmıştır. İşte bu inkılabı talim ettiği sözlerinden birisi:

"Kim müslüman bir köleyi azat ederse o kölenin her organına karşılık Allah da onun bir organını cehennemden azat eder." (Buhârî, Keffârât, 6; Müslim, Itk, 23; Tirmizî, Nüzûr, 14)

Bu hadis-i şerifin aşağıdaki Kur’ân-ı Kerim ayetlerine dayandığı ise aşikardır:

"İyilik yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmekten ibaret değildir. Asıl iyilik Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, Allah sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere veren ve köle ile esirleri kurtarma uğrunda malını harcayanın yaptığı iyiliktir(Bakara, 2/177)

 "Fakat o zor yola yönelmedi. Bu zor yolun ne olduğunu bilir misin? O (zor yol) köle azat etmektir.” (Beled, 90/12-l 3) 

Bütün bu örneklerden de anlaşıldığı gibi Peygamberimiz insanlığa bildiğimizden çok şey talim etmiştir. O’nun insanlığa asıl işaret ettiği yol ise, hidayet yoludur, sırat-ı müstakim yoludur.

O’nun Kutlu Doğumunu iliklerimize kadar hissettiğimiz bu günlerde, getirdiği güzellikleri çevremize anlatmamız ve yaşantımızla bu güzellikleri göstermemiz zorunludur.

Bendeniz de bu zorunluluğu hissettiğimden, “Hz. Muhammed Evinize Gelse” adlı yeni kitabımla o hakikat deryasından bir kaç damla göstermeye çalıştım. Bunda başarılı olup olmadığımı bilemiyorum ama Peygamberimizin güzelliğini bir kere daha yaşamaktan bahtiyar olduğumu çok iyi biliyorum.

Umarız insanlık yeni bir Nuh tufanına daha maruz kalmadan, Allah’ın Peygambere vahy ettiği Kur’an’ın hakikatlerine tüm gücüyle sığınır ve sonsuzluğun saadet kıtalarına doğru yol alır...  (OD)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum