Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

İki yara, beş para

Trabzon'da şu anda Türkiye'nin birçok yerinde üniversitelerde hocalık yapan, hatta emekli bile olan onlarca değerli hizmet insanına ve uzun sürede bu âcize ev sahipliği yapmış olan Kemerkayadaki Dilek dershanemiz vardır. Burada acı tatlı hatıralar yaşanmış ve bunlardan bizzat şahit olduklarımız da olmuştur. Mesela anarşinin kol gezdiği bir dönemde,oğlunu böyle sâkin bir limanda hem de namaz kılarken gören babanın, bizim alnımızdan tek tek öpüşünü unutamam. Yine kalanlara yer açılsın diye, salonda seccadede aylarca yatan fedakârları ise, minnetle anmamak mümkün değildir.

İşte yine bu mekânda, bir ders esnasında şu anda Türkiye'nin sayılı tabiplerinden ve o zaman daha üniversiteye yeni başlayan bir kardeşin, çay dağıtırken "Bana da çay uzatır mısın?" seslenişime "Abi sen ne kadar bencisin?" hitabı ile, benim bu 'ben' konusunda, derin bir yolculuğa çıkmama vesile oluşu ise, hâfızamdaki yerini hem de dipdiri şekilde muhafaza etmektedir. Ne zaman bu mevzû ile alâkalı bir yer okusam veya dinlesem, yıllar geçmesine rağmen, o kardeşin o sesi, kulağımda taze olarak canlanır. Zira onun bana olan bu küçük sitemle karışık hatırlatması, beni bir müddet sersemletmiş, bendeki varlığı bu şekilde kelimelere yansıyan enaniyet cepheme, ilk ciddî sillesini vurmuştu. Önemli dostluklar kavgadan sonra başlar derler ya bizde de öyle oldu ve bu diyalog bizim bir yolculuğa çıkmamıza, bu cephemizi sorgulamaya başlamamıza vesile olmuştu.

Bu yazıyı yazmama ise bu sorgulamanın ve yolculuğun devam ettiği şu günlerde Yedinci Sözde geçen "O iki yara ise birisi müz'ic (rahatsız edici) ve hadsiz acz-i beşerî (insanın sonsuz âcizliği); diğeri, elim nihayetsiz bir fark-ı insanîdir (insanın sonsuz ihtiyacıdır) cümlesi sebep oluyordu. 

Yedinci Sözü,bu gözle sonuna kadar okuduğumuzda gördük ki insanı "uzun ve karanlıklı ebed yolunda bize zâd ve zâhire (yiyecek ve âzık) ışık ve burak" olacak Kur'an'ın emirlerine uymaktan men edenin de dergâh-ı İlâhide kusurunu, âcizliğini, fakirliğini görüp hayret ve muhabbet secdesine kapanmayı engelleyenin de tam da bir gölge olan fakat Rubûbiyet ve Şuûnât-ı İlâhiyeden işaretler taşıyan biraz da anlaşılması muğlak ve muammâ olan bu 'ene' imiş.

Başta "bu benimdir, şu da benim hünerim" şeklinde işe başlayan insan, devamında bu suâlleri "bu kimin, şu kime âit" sorularını sormaya vesile edemiyor, bu da  mâliki olmadığı emaneti, kendinin zannetmesine, ayrıca onun tüm mevcudatı da böyle kendine mâlik sanması yanılmasına götürüyor. Bu durum da insanın, uykusu geldiğinde inen göz kapaklarından tut; uzayan saçına, tırnağına, ağrıyan başından tut, gırtlağından geçen suya dahi müdahale edemeyen zâhirî mâlikiyetini unutmasına,hatta  kendini gerçek mâlik sanmasına yol açıyor. 

Kendini gerçek mâlik sayma da insanı fir'avunulaştırıp Nemrudâne bir inada, kabre kadar sürebilen bu inat da "fen ve felsefenin, san'at ve hikmetin beş para etmediği" ebed yolunda ışıksız, burakssız ve zâhiresiz bırakmaya kadar götürüyor.

Öyle ise bu mesele, insanlığın ebed yolculuğu adına, o yolun selâmeti için, üzerinde düşünüp durulması gereken acil bir konu olma özelliğini taşıyor. Düşünüp duralım, diyoruz ama geriye baktığınızda düşünenlerden bazılarının boğulduğunu görünce, düşünmekle hakikatin bulunamadığını, ancak belki anlaşılabileceği neticesine varıyoruz. İşte bizim bu yolculuğumuzda hakikati bulmaktan ziyade, anlamak için olan bir gayret ve okuma içinde olduğunuzu göreceksiniz.

Kişisel gelişim kitaplarını karıştırdığımızda da öğrencilere "içinizdeki beni keşfet, sonsuz gücünü gör, kendine güven" gibi telkinlerle aynı konunun işlendiğini görürsünüz. Böylece kendisinde yolculuğa çıkan bir insan da kendinde, kendine ait bir şey göremeyince; ya kendisinde bulunan özelliklerin sahibini bularak böylece asıl dayanacağı sonsuz güce kavuşuyor ya da aslında emaneten kendisinde bulunan o kabiliyet ve cihazları, gerçekten kendisinin sanarak, çıkılmaz bir yola sapıyor.

Hani, askerde bize emaneten bir tüfek ve elbise verilir. Biz onlara, askerlik süresince benim elbisem, benim tüfeğim deriz. Fakat biliriz ki bunlar bir müddet sonra bizden alınacak. Onlara güvenerek, onları kendi malımız sanarak istediğimiz gibi kullanamadığımız gibi, onları bizim sanmamızla da onların gerçekten bizim olmayacağını biliriz. Öyle de bize verilen göz kulak, dil, akıl, ruh gibi maddî ve manevî cihazlara bir müddetliğine benimdir, dememiz de onların emaneten bize verildiğini ve istediğimiz gibi kullanamayacağımız hakikatini değiştirmiyordu. Fakat bize ait olmayan bu kıymetdâr cihazlara, o zaman niçin 'benimdir' demekteyiz ve onlar sayesinde sahip olduğumuz o medar-ı iftihâr şeyler bizi niçin gurûra götürmemeliydi? Yani bu "benim olmayana, benimdir demek, kısaca benlik" ne demekti? Bizden başka hiçbir canlıya verilmeyen, bu 'kendini ve eşyayı tanıma' özelliğimizi, nasıl anlamalı ve ne şekilde kullanmalıydık ki doğru kullanmış olalım da bunun bizdeki tezahürünü gören kardeşimiz de "Sen ne kadar bencisin? demesindi.

İnsanlık tarihine baktığımız zaman, "cisminin küçüklüğüne bakarak, günahlarını da küçük olduğunu zanneden" insanoğlu, kendisine verilen bu 'ene'yi (benlik, ben demek özelliğini)çoğu zaman fir'avunluğa vesile etmiştir.Kendisine emaneten verilenlere, bu 'ene'si ile sahip çıkarak, aslında bir harita gibi küçük ölçekte Rabbini gösteren işaret ve nümûneleri Rabbini bulmaya görmeye vesile etmekten çok, bu işaretleri, asıl zannetmek gibi bir ahmaklığı düşerek, bir nevî rubûbiyetini ilan etmekteydi.

Bir insan eğer "ben" ya da "bu benimdir" diyemeseydi, "sen" kelimesini kullanamayacak ve "Bu kimindir?" sorusunu da soramayacaktı. Kendi dışındaki varlıklar gibi olacaktı. İnsanın bir başkasını veya eşyayı keşfetmesi için, önce kendi, kendisinin farkında olması ve kendisini keşfetmesi gerekmekteydi. İşte Rabbimiz de kendisini bize tanıtacak nümune ve işaretleri taşıyan bu 'benlik, sahip çıkma' özelliğini, önce kendimizin farkına varmamız, sonrasında da onu tanımamıza vesile etmemiz için bize vermişti. Bize verilenlerin gerçek mâliki, sahibi değildik,ama bize" Bu bu güç benimdir, bu hânenin sahibiyim, şunu da ben kendi ilmimle tanzim ettim." deme hürriyeti serbestiyeti vermişti.

Aslında kendi kendimizin mâliki olmadığımız açıktı. Bunu,vücudumuzda şuûrumuz farkına varmadan ve müdahâlemiz de olmadan aleyhimizde veya lehimizde gerçekleşen binlerce işlemden de; şu kâinat bir ağaç, insan da meyve olduğuna göre, ağaca sahip olamayan insanın meyveye de sahip olamayacağı gerçeğinden de anlamaktaydık.

Aslında insan az dikkat edip biraz tefekkür edince vücudunun mâliki olmadığını, bunların birer emanet olduğunu kolayca anlayabiliyordu. Çünkü benimdir dediği şeylerin başına, hep 'faraza' getirmek zorunda kalıyordu. Ruh benim değil ama 'faraza' benim. Akıl, dil, gözüme hâkim değilim ama faraza onlar benim. Bize, bizim olmayan "mülke, mala" sahip olma' benimdir' deme, yetkisi verilmişti. Faraza ne demekti, öyle kabul edelim, farz edelim, demekti. Bu 'faraza mâlikiyet' yetkisi, elbette geçiciydi ve insanı, bunların 'farazasız' mâlikine götürmeliydi. Ama çoğu zaman götürmüyordu. Yani sendeki bu faraza sahipliğin, seni bunların  hakikî sahibine götürmesinin önünde görünürde bir engel yoktu.Kapı açık görünüyordu ama uygulamaya bakılınca, kapalı duruyordu. Bir defter veya kitabın insanın önünde açık olmasına rağmen, okuma yazma bilmeyince o defter ve kitabın ona kapalı kalması gibi bir durumdu. O zaman bu kapalı kapıyı açmanın bir alfâbesi, bu defter veya kitabı bir okuma tarzı,şekli ya da yolu olmalıydı. İşte işin muamma,müşkil yönü  burasıydı.

Belki de insanları bu alfabeye ve bu okuma tarzına ulaşmaya, kullanmakta olduğu, fakat hakikî mâliki olmadığı beden, ruh ve onlara takılan cihazları, "keyfince" kullanamama korkusu engel oluyordu. Öyle ya gözün, kulağın,ayağın, ağzın, hafızanın,hayalin, aklın mâliki ben olmadığıma göre, bunları kullanmakta dilediğim gibi hareket edemezdim.Gözle her istediğime bakamam, kulakla her istediğimi dinleyemem, ayakla her yere yürüyemem ağızla her şeyi yiyip konuşamam, aklı her yere yoramam, hafızaya her şeyi dolduramam, hayâli her yerde gezdiremem. Böylece, mâliki olmadığım şeyler üzerinde tasarruf hakkım da olmuyordu. Ama bir yandan da tasarruf hakkı verilmişti.

İşte bu muammayı çözmek, bu müşkili halletmek kapalı görünen kapıları açmak için, bir anahtar olan "ene"nin asıl görevini ve neye işâret ettiğini bilmek gerekliydi. Biz de bu yolculuğumuzda, can alıcı noktaya gelmiştik. Kendimizi ve tüm eşyayı, sayesinde keşfettiğimiz bu "benlik, kendinin farkında oluşumuzu" zâhirî ve mâlikiyetimizi maalesef biz gerçek mâlikiyet zannettik.Faraza "buraya kadar benim"i, bundan sonrası "kimin"i anlamak için değil de "Buraya kadar benim ise, bundan sonrası da benimdir"e vesile ettik. "Kâinatın hanesinin mâlikini" bulmak için kullandığımız faraza "Bu hanenin mâliki benim" cümlesinin sınırını ise, "Bana verilen her şeyin gerçek mâliki benim"e kadar götürdük. Bütün kâinat fabrikasının çalışıp üretmesi ile bize ulaşan gıdalar sayesinde kazandığımız haliyle bize ait olmayan"faraza benim kuvvetim"le, "kâinatı ayakta tutan kuvvete" ulaşmak varken, kendimizi bu kuvvetin gerçek sahibi zannettik. 

Halbuki 'mâlikiyim dediğim hane' bir müddet sonra ayrılacağımız hane;  'kendimizin zannettiğimiz kuvvet' ise, bir nefes alamayınca, biten kuvvet türlerindendi. Yani ne ölünce terk edeceğin hanenin gerçek sahibi ne de bir nefeste bitecek  bir kuvvetin hakiki kaynağıydın.

Bu zâhirî mâlikiyetle, gerçek Mâlike; buraya kadar diyerek çizdiğin mevhum çizgiyle de her şeyi kuşatan Rubûbiyete, kâinatın çalışması ile elde ettiğin kuvvetle de kâinatı bizim emrinize veren Kudrete ulaşıp bütün güzellikleri ondan bileceğimiz yerde; yüz salkım üzümü, salkımların takıldığı kuru çubuktan bilmek gibi, bizim tüm hasanelerimizi, iyiliklerimizi ve bizden zuhur eden  medar-ı iftihar fiilleri, kuru çubuk hükmündeki  kendimizden bildik. Bu da bizim serâb-ı gururu (gurur sarhoşluğunu)şarab-ı tahur( temiz şarap) zannetmemize, sonrasında ise, o kardeşin bana yönettiği gibi bizi "Sen ne kadar 'ben'cisin? sitemine hedef haline getiriyordu.

Bu yolculuğumuz, bizi sonunda, gölge-vâri bir ayna olup insanı kolayca ilâhlık iddiasına kadar götürebilecek, ülfet ile kalınlaşıp şişerek bir nevi fir'avuniyete kaynaklık edecek 'ene'den; bütün mülkü, ne İlâhlığında ne de icraatında hiçbir şeriki olmayan Allah'a teslim eden ve kendi torbasında sonsuz bir acizlik ve fakirlikten başka bir şey bırakmayan, bu acizlik ve fakirliğini de ubûdiyet ve ubûdiyetin özeti olan namazla ilan eden bir "ene"ye götürmüştü. Böylece ene(ben), hüveyi(onu) göstermiş; o ene (ben), hüveye(ona) rûc'ü etmiş bezm-i elestte gök, zemin ve dağ tahammülünden çekindiği için insana yüklenen emaneti ifade eden 'ene' çekirdeği nurlu bir tûba ağacı gibi kâinat bahçesinde enbiyâ, evliyâ sıddîkîn ve mümin meyvelerini vermişti.

Evet dostlar, uzun süren bu yolculukla anlamaya çalıştığımız bu hakikatlerin memeri( gelip geçtiği yeri) değil de mazharı(göründüğü, tatbikinin yapıldığı yeri) olmak ve bunlarla telebbüs olmak noktasında (kendi adına söylüyorum) çok eksiğimiz olduğunun farkında mıyız?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.