Şahin DOĞAN
İlahiyatçılık, Risale-i Nurlar ve Allah tasavvuru
İlahiyatçılar, metodolojinin ve akademinin sisli atmosferi içinde İslam’ın bilgi edinme ve asli kaynaklarından hüküm çıkarma usulünü bir kenara bırakıp akademik metodu mümkün olan tek güvenilir ve kabul edilebilir yöntem olarak görmeye başladılar. Buna paralel olarak kullandıkları “üst dil” seküler bir dil oldu. Batı Hıristiyanlığı’nın temel sorunları (tarihsellik, hermenötik gibi) İslam’ın içine taşınarak İslam içinde de bu türden yapay sorun alanları icat edilmeye çalışıldı.
İlahiyatçılar veya daha bilimsel adıyla ‘teologlar’ son tahlilde birer “teknik eleman”dır. Alim, arif, veli, müçtehit olmak için böyle bir eğitim şart olmadığı gibi gerekli de değil. Kaldı ki alim, arif, veli, müçtehit gibi sıfatlar çoğunlukla kazanılmaz, ehil ve liyakatli olanlara doğal bir şekilde halk tarafından verilir.
Biz de ilahiyat denince ilk akla gelen yer Ankara Okulu. Buranın yapıtaşları kimler? Hüseyin Atay, Hayri Kırbaşoğlu, İlhami Güler, Ömer Özsoy, Mustafa Öztürk… Bu camia içerisinde son dönemlerde en fazla sıyrılan, ekranlarda boy gösteren sima hiç şüphesiz Prof. Mustafa Öztürk. Öteki meslektaşlarına kıyasla daha araştırmacı, daha polemikçi, daha cedelci. Ve aynı zamanda daha ‘dertli’, daha ‘sancılı’ biri. Gelenek ile modernlik arasında gel-gitler yaşayan, kah gelenekçi, kah modernlik kokan, kimi zaman her iki cenahı da şaşırtan beyanlarda bulunan, ilginç, tuhaf bir hoca. Onun dünyasında epey dolaşmış ve kitaplarıyla hemhal olmuş biri olarak söylüyorum bunları. Savunduğu düşünceler yabancısı olduğumuz şeyler değil, daima işittiğimiz, aşinası olduğumuz, ‘bilindik’ şeyler: Ebced, Cifir, Celcelutiye, İşarat-ı Gaybiyye ile Risale-i Nur takıntısı daha doğrusu önyargısı. Bunlar üzerinde duracak değilim çünkü başta üstad Said Nursi’nin yaşayan talebesi Abdülkadir Badıllı, Prof. Ahmet Akgündüz, Niyazi Beki gibi kıymetli araştırmacılar tarafından yeterince üzerinde durulmuş ve gelen itirazlara mukni ve muskit cevaplar verilmiş. Bu itirazlar yeni değil, dolayısıyla bunlara verilen cevaplarda yeni değil, çok eski.
Benim üzerinde ehemmiyetle durmak istediğim husus ne bu, ne de M. Öztürk’ün de yürekten benimsediği tipik modernist argümanlar olan: Hz. İsa’nın (a.s) nüzul etmeyeceği, Hz. Mehdi’nin gelmeyeceği, hadislerin mevzu olduğu, Kur’an kıssalarının sembolik/metaforik/mecazi olduğu, Kur’an mesajının evrensel değil tarihsel olduğu, Hz. Peygamberin (a.s) kevni ve hissi mucizesinin olmadığı, Kur’andaki peygamber kıssalarının ‘temsili’ olduğu, Ehl-i Kitabında mevcut itikatlarıyla cennete gidebileceği… gibi hususlar. Hayır, bunlar üzerinde durmaya niyetim yok. Kabak tadı veriyor artık bunlar.
Benim üzerinde asıl durmak istediğim husus çok daha vahim: Risale-i Nurlardaki gaybi işaretlere ‘safsata’ diyebilecek kadar ileri giden Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi Mustafa Öztürk’ün ‘Allah tasavvuru.’ “Allah’ın Tarih İçindeki Davranış Kodları” başlıklı yazısında hocamız alemlerin rabbi olan zat-ı zülcelal hakkında bakınız neler söylüyor. Yorumsuz aktarıyorum:
“…Tanrı, Mezopotamyalı İbrahim’e eşlik ettiği süreçte barışçı denebilecek bir tavır sergiler veya en azından hesap sorup cezalandırma hususunda çok arzulu gözükmez… Musa’nın döneminde ise Tanrı, İsrailoğullarını içinde bal ve süt olan bir ülkeye yerleştirmek için sanki özel bir gayret sarf etmiştir. Bu süreçte savaş ve kan dökmeye tutkunluk, acımasızlık ve davranışlarında süreksizlik gibi sıfatlarla temayüz eden Tanrı kimi zaman kendisiyle çelişmiştir… Doğrusu bu Tanrı, Karen Armstrong’ın ifadesiyle ‘son derece zalim, tarafgir ve katil bir tanrıdır bu. Orduların tanrısı olarak bilinen bir savaş tanrısıdır bu. Kendi gözdeleri dışında hiç kimseye küçücük bir merhamet kırıntısı taşımayan basit bir kabile tanrısıdır.’
Bundan sonra Tanrı, İsa’nın her nedense babasız olarak dünyaya gelmesini takdir etmiş bu dönemde Tanrı, bambaşka bir kimlik ve karaktere bürünmüştür. Daha açıkçası asırlar boyu seçkin halkının düşmanlarıyla dişe diş, göze göz mücadele eden Tanrı gitmiş onun yerine son derce müşfik bir ‘Baba’ gelmiştir. Ruhsal esrimeler ve gözyaşlarıyla kalpleri arındırmaya çalışan Tanrı bu defa da mistisizme yönelmiş.
…Son elçisi Muhammed’le bile çok resmi denebilecek bir ilişki kuran Tanrı, Mekke döneminde diğer tanrılarla didişmeye pek niyeti yoktu ve bu yüzden elçisine “sizin dininiz size/benim dinim bana” demesini tembihliyor, böylece konjöktüre uygun konuşuyordu. Müminlerin Medine’ye göç etmeleri ve orada güçlenmeleri üzerine yine konjöktüre uygun olarak savaştan söz etmeye başladı. Çatışma ve şiddetin tırmanmasıyla birlikte Tanrı göze, göz, dişe diş diye tabir edilen savunma mekanizmasını tarihin derinliklerinden çekip çıkardı; böylece İsa vesilesiyle uzak kaldığı savaş meydanlarına tekrar dönmüş oldu.” (Kıssaların Dili, Mustafa Öztürk, Ankara Okulu Yayınları, sh, 51-52)
Evet bu ifadeler Rudi Paret, Ernanst Renan, Bernart Levis, Luis Massion, Watt gibi İslam karşıtı ünlü oryantalistlerin sözleri değil, Müslüman bir akademisyenin sözleri. İlahiyyat profesörü bir Müslüman Allah hakkında nasıl böyle düşünebilir anlamak imkansız gerçekten. Bu satırları okuduğum günden beri şaşkınlık içindeyim, hayret makamındayım. Hallac-ı Mansur, Beyazıd-i Bestami, Muhyiddin-i Arabi gibi mutasavvıfların sözlerine tereddütsüzce ‘küfür’ diyen hocamız bu satırlara ne diyecek çok merak ediyorum? Bu kitap yayınlandığı tarihten bu yana değişik çevrelerce çeşitli açılardan tahlile, tenkide tabi tutuldu ama bilebildiğim kadarıyla hiçbiri bu nokta üzerinde durmadı. Halbuki kitabın en vahim olan yönü buydu. Daha fazla bir şey demiyor ve takdiri siz kıymetli okuyucularıma bırakıyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.