Ahmet AKCAN
İlim iman ikilisi
İlim ve marifet, cehaletten uzaklaşmanın tahkiki bir imana ulaşmanın kısa ve en emniyetli yoluydu. İnsandan nefsinin (enenin) mahiyetini bilmesi, Hüve’nin sıfat ve isimlerine marifet kesbetmesi, marifetullahı hayatının en ehemmiyetli gayesi görmesi, kâinatın sonsuza uzanan ufkuna doğru akıl ve kalbi ile tefekküri bir seyahate gitmesi, ilahi azameti kâinat simasında seyretmesi isteniyordu...
Hâlbuki insan ilim ve marifetten gittikçe uzaklaşıyordu. İsim ve sıfatlarını bilmediği bir yaratıcıya inanıyordu. Vasıf ve ünvanları ile tanımadığı bir Allah’a tapıyordu. Tanımadan ibadet ettiği zatın rızasını tahsile çalışıyordu. “Allahû Ekber” diyor ilahının büyüklüğünü haykırıyor, ama “büyüklediği” Rabbinin yapma dediklerini yapıyordu...
‘Ben’ diyor ama kendini tanımıyordu. Her geçen gün kendine yabancılaşıyordu. Ruhî keyfiyetinden ve kalbi hususiyetlerinden ve manevi mahiyetinden habersiz yaşıyordu. İnsanlığını kaybediyor, adım adım helakete yakınlaşıyordu...
Nurlu külliyatta gaye-i insaniyet; “Hâlık-ı kâinatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmek” şeklinde sıralanıyordu. Kâinat Halık’ını tanıma, iman ve ibadet etmenin başına alınıyordu. “Tanıdıktan sonra iman ve ibadet etme” önceliği “iman ettikten sonra tanıma” önceliğine tercih ediliyordu...
Çünkü “iman ettikten sonra tanıma” taklidi bir ön kabulü taşıyordu. “Bildiğine inanma yerine, inandıktan sonra bilme” tahkiki bir iman silsilesini temsil etmiyordu...
İlim ve marifet zeminine oturmayan bir iman kalbin itminanına vesile olamıyordu. Kalbi itminanı doğurmayan iman, zanni ve tahmini olarak gerçekleşiyordu. Allah’ı inkâr etmeme hakiki iman etme, varlığını kabul etme esma ve sıfatı ile bilme, Allah'ın zatını “birleme” tevhid-i hakiki ile marifet kesbetme zannediliyordu...
Hakikatin lübbüne ulaşma adına kâfi miktarda sarfedilmeyen gayretin muhakkak neticelerinden olan ezberler, düne ve bugüne ait şahsi ve içtimai sıkıntılarımızı izale etmeye kâfi gelmiyordu...
İlmi bir dayanağı olmayan ve kalbi bir itminanı doğurmayan imanlar ön kabuller seviyesinde taklidi olarak yaşanıyordu. İmana ait külli ve derin hakikatler tedkik edilmeden sadece lisanlarda taşınıyordu...
Hâlbuki nurlu külliyat yüzler ifadesiyle kendisiyle irtibat kuranların taklidde kalmalarını istemiyor, müdakkik olmaya davet ediyordu. İlim ve marifet ile ulaşılan kudsi hakikatleri akletme yerine lafzen nakletmekle iktifa ediliyordu. Bilinen ezberleri birbirine nakletme önceleniyor, yeni manaları istihsal ile manen yenilenme önemsenmiyordu...
Ekser’ünnas kışrı kırıp hakikatin lübbüne ve özüne ulaşamıyor, zahirde dolanıyordu. Tedkikat ve tefekkürat ile yenilenme gerçekleşmediğinden gaye-i hayal unutuluyor, nefis ve şeytana yenilme kaçınılmaz oluyordu...
“Üretilen değerlidir” kaidesince, ilim ve marifet ile emek verip tahsil edilmeyen hakikatleri hakkıyla sahiplenip yaşamak zorlaşıyor, o nurlu dürbünler ile kâinata ve hadisata bakmak, onları hayat dairesine taşımak imkânsızlaşıyordu...
Elhasıl; ilim ile marifet, Âlim-i mutlak olan zatın şerefli mahlûku insana zimmet ettiği en kudsi bir vazifedir. İman intisabı öncesinde ilim ve marifeti ister. İlme mazhariyet haşyet içinde hayreti, tevazu ve mahviyeti intaç eder. Cehaletin veledi olan taklidi iman; taassup ile hareketi, gaflet ile ataleti, sefahat ile dalaleti tevlid eder. Taklidi iman; nefsin ataletinden, fikrin esaretinden, maddi meşguliyetin kesafetinden ve aklın gabavetinden neş’et eder...
Tahkik; cehaletten ve neticesi olan taklid-i imandan kurtulan aklın ilim ile silkinmesi, hayat bulup dirilmesidir. Tedkikat-ı ilmiye ve marifet-i külliye; insanın keşfiyata, manevi fütuhata ve hakiki kemalata ermesidir...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.