Hüseyin YILMAZ
“İmâm” ve arkadaşlarının mukaddes yolculuğu!..
Serdengeçti bir ekip düşününüz…
Kudsî bir hedef için, çetin bir yolculuğa çıkmışlar… Hedefe varmaları, herşeyden çok, bu zorlu yolculukta tesânüdlerini bozmamalarına, dağılmamalarına bağlı. Yolculuğun bin türlü zorluklarını aşmanın yegâne şartı: Dağılmamak!..
Yaya çıktıkları upuzun bir yolculuk bu: Kâh önlerini uçsuz bucaksız, vahası bile olmayanbir çöl kesiyor; kâh karşılarına bulutlarla yarışan geçit vermez sarp dağlar dikiliyor; kâh gündüzü geceye çeviren zifiri karanlık ormanların derinliklerine dalmaya mecbur kalıyorlar…
Yolculuk “imâm”sız olmaz!.. Aralarından birisini “imâm” seçmişler; en çok sevdikleri, en çok inandıkları birisini… Birlikte karar veriyorlar ama yine de son söz “imâm”da bitiyor. Hedefin kudsiyeti, muazzam bir azmi doğurmuş içlerinde. Önceleri bütün mâniâları birer birer aşıyorlar. Tesânüdleri en sarp dağları dize getiriyor,îmânları en zifiri karanlıkları aydınlatıyor, gözu kapalı girdikleri her kavgadan zaferle çıkıyorlar…
Hedefin uzaklığı, mütemâdiyen değişen ve ağırlaşan yol şartları önce zayıfları yoruyor, sonra diğerlerini yoklamaya başlıyor bezginlik. Yolculuklarını durdurmak azmindeki düşmanları ise hiç boş durmuyor, tuzak üzerine tuzak kuruyorlar… Hepsinden kötüsü, en parlak hakikatleri bile sönükleştiren zamanın akışıyla şartlara da, hedefe de ülfet peyda etmeleri. Sanki hedef kudsiyetini kaybetmiş, sanki göz kamaştırıcı ışıltısı sönmeye yüz tutmuştur.
En son Şubat’ın 28’inde uçsuz bucaksız bir ormanın derinliklerine daldıklarında şiddetli bir fırtına gündüzü geceye çevirmiştir. Orman tehlikelerle dolu… Her ağacın arkasından bir hayâlet önlerine fırlıyor, her daldan bir ejderha ağzı başlarına hamle ediyor ve ormanı canavarların ürpertici homurtuları inletiyor… Bâzen aşılması imkânsız bir dağın sarplığına bürünüyor orman, bâzen dipsiz bir uçurum kesiyor yollarını… Bâzen derin bir vâdiye düşüyorlar, bâzen akıl almaz bir kayıp kanyonda buluyorlar kendilerini… Kimi zaman birbirilerinden kopuyorlar, günlerce seslerinin yankısını tâkiple buluşmaya çalıştıkları yalnızlıklardan geçiyorlar…
Nihâyet zorlu orman yolculuğunu bir kaç kayıp ve bin türlü yara bere ile perişan bir vaziyette bitiriyorlar… Yorgun ve perişanlar… Zihinler soru işaretleri ile yüklü… Yine de hedefe doğru yürümeye devam ediyorlar… Geri dönmenin ayıbını taşıyabilecek durumda değiller, zirâ hedefe varmak için yemin etmişlerdir…
Derken, “imâm”ın ufak ufak yalpalamakta olduğunu farkedenler olur aralarında. Ama kondurmak istemezler… Çünkü en çok ona inanmışlardır, “imâm” yapmalarının sebebi de o… Ama “imâm” cidden hedefi kaybetmiş gibi, zikzaklar çizerek başka istikametlerde yol almaya başlıyor; beraberindekileri de sürüklüyor tabiî. “Yanlış!” diyor etrafındakilerden bir kaçı… “İmam”, feri sönmüş donuk gözlerle bakıyor; çâresiz inanmış gibi yapıyor ama, bir müddet yol aldıktan sonra yeniden istikameti değiştiriyor. Bir an geliyor ki, hedefin tam yüzseksen derece ters istikametinde yol almaya başlıyorlar…
İstikametin bozulduğunu, ters istikamete gittiklerini söyleyenler “imâm” ve avanelerinin hışmına uğruyorlar… Dâvâ arkadaşlarını birer ikişer küstürüp uzaklaştırmaya başlıyor, akl-ı selim ve ferâsetini bütünüyle kaybetmiş gibi…
Aralarından bâzıları orman yolculuğuna bağlıyor, olup bitenleri… Ormanın derinliklerinde kimin başına neyin geldiği bilinmiyor. Bu istikamet sapmasını hangi korkuların, hangi şantajların beslediği mechûl… Ama muhakkak olan bir şey var ki, mukaddes yolun yolcuları orman yürüyüşünde büyük zarar görmüşler… “İmam” ise, ne yaşadıklarını anlatabiliyor ki, kurtulsun; ne de imâmlıktan vazgeçebiliyor.
Bir de mukaddes yolun yolcularını bizim gibi hayâlen veya uzaktan tâkib edenlerin gördükleri var... Evet, ormanda olup bitenleri, yaşanan felâketleri onlar da bilmiyorlar. Bütün bildikleri, bir kaç kişinin ormandan çıkamayıp kaybolduğu, gerisinin ise yara bere içindeki perişan hallerinden ibaret… Ama bir şeylerin çok değiştiğinin farkındalar.
Zor mükellefiyet ve başarılması gereken şu: Ormanda ne oldu ise oldu, bilinmiyor; ama “imâm” ve etrafındakilerin hedeften saptıkları apaçık görünüyor… Şimdi bunu kim, nasıl bir avazla söyleyecek? “İmâm” ve arkadaşlarının “muhtar” olmadıklarını geride kalanlara kim, nasıl anlatacak?..
Bugün
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.