Metin KARABAŞOĞLU
İmtihan
Bir dostumla oturmuş halleşirken, sohbetin davetsiz misafiri olarak, sözlerimizi bıçak gibi kesip konuşmaya başladı adam. “Bütün kişiliğimiz yedi yaşına kadar şekilleniyor. Ondan sonraki hayatımız, karakterimiz, o yaşa kadar yaşadıklarımıza göre biçim alıyor.”
Sonra, “Meselâ ben...” cümleleri geldi birbiri ardısıra. Sabırla dinlediğimiz o cümlelerin ardından, söz nihayet bitti ve biz sohbetimizin kendi özel akışına dönebildik.
Manidardır, İstanbul’un orta yerinde yaşadığım bu taptaze olay, sıla-i rahim için gittiğim memleketimde çocukluğumun büyük kısmını içinde yaşadığım evimizin bahçesinde bir gece vakti tek başına dolanırken aklıma düşen bir mânâyla birebir ilgiliydi.
Bahçede çocukluğumun hatıraları bir bir hayalimden sinema şeridi gibi akıp giderken, “Bana babanı anlat” diye söze başlayan psikanalistlerin nasıl da sözümona çocukluğun derinliklerine inip insanların bugününe, kişiliğine dair analizler yapabildiklerine de takılmıştı zihnim. Böylece, bütün insanların nasıl da sözümona bir ‘kader kurbanı’na dönüş(türül)ebildiğini; sonraki zaman diliminde sergilemiş olduğumuz herhangi bir yanlışın nasıl da merhametsiz ve anakronik bir determinizmin açıklama alanına hapsedilebildiğini düşünmüştüm sonra. Oradan, hayatlarının bugününde kişilik zaafı sergileyen, insan-insan ilişkilerinde ciddi hatalar ve hatta zulümler sergileyen insanların, vicdanları onları tazib edip doğruya sevkedecek yerde, bu açık kapıdan nasıl kaçabildiklerine yönelmişti düşüncelerim.
Şükür ki, çocukluğumun geçtiği o mütevazı evin bahçesinde çocukluğumun hatıraları içinde dolaşırken, bir tortu yoktu kalbimin üzerinde. Ruhumun hiçbir köşesinde, “Babam böyle davrandı, annem böyle demişti, bana şunu yaptılar” türünden bir sızlanma yoktu.
Mükemmel bir çocukluk mu geçirmiştim peki? Herşey toz pembe yaşandığı; çocukluk dünyamın içine hiçbir griliğin, hiçbir hüznün ve hiçbir acının girmesine müsaade olunmadığı için miydi bu tortusuzluk?
Hayır. Psikanalizin herşeyi çocukluğa bağlayan analizlerinin fazlaca tesiri altındaki ana-babalar tarafından aşırı bir itinayla büyütülmeye çalışılan bugünün ‘sera mahsulü’ çocuklarının hayatlarının aksine, hayatın her türlü cilvesiyle yüzyüze gelebildiğimiz bir çocukluktu yaşadığımız.
Ama şükür ki, bugünden baktığımda, o çocukluk günlerine dair, içimde bir tortu yoktu.
O hal üzere, bugün bizim sergiliyor olduğumuz bütün zaafların ardında anne-babalarımızı ve doğup büyüdüğümüz ortamı eşeleyen determinist psikanalitik şartlanmanın bir büyük gerçeği gözardı ettiğini düşündü aklım.
Bir cümleyle ifade edilebilir haldeki bir büyük gerçeği.
Bugün bize ait olan zaafları düne atfeden bu yaklaşım, insanı adeta ‘kader mahkumu’na dönüştürüp bir bakıma tenzih ederken, ‘imtihan’ sırrını da gözardı ediyor.
Daha doğrusu, hayat imtihanında işaretlediğimiz yanlış şıkların hesabını bizden başkalarının hesabına yazıyor.
İyi şeyler bizden, kötü şeyler ortamdan, ebeveynden, kaderden...
Halbuki, hayat tecrübemiz içinde görüyoruz ki, ‘iyi insan’ olmanın yolu ‘mükemmel ortamlar’dan geçmiyor.
Diğer bir deyişle, ne bizim kaderimiz anne-babalarımızın ellerine verilmişti ve bizim kişiliğimizi onlar şekillendirip bizi bu kişiliğe mahkum etti; ne de çocuklarımızın kaderi ve kişiliği bizim ellerimizde...
Bilakis, cümleyi şöyle kurmak gerekiyor: Anne-babalarımızın bize nasıl davrandığı, anne-babalarımızın imtihanıdır. Bizim o davranışları nasıl içselleştirdiğimiz, nasıl yorumlayıp şekillendirdiğimiz ise, bizim imtihanımız...
Yoksa, irade denilen şey insana niye verilmiş olsun?
İrade, yedi yaşında ‘otomatiğe bağlanmış’ bir motor mudur; yoksa asıl yedi yaşından, hele ki onbeşinden sonra kullanmaya muktedir olduğumuz bir büyük ilâhî hediye mi?
Kendimizi kader mahkumu, şartların esiri, anne-baba kurbanı biliyorsak, bilelim ki iradesizliğin esiri, kendini kusurlardan ve zaaflardan tenzih için âlemlerin Rabbi dahil herkesi ve herşeyi suçlamaya yatkın nefsimizin mahkumuyuz...
Not: Düşünmeye değer bir husus olarak, şimdilik sadece kaydedip durmak istiyorum: Kur’an’ın anne-baba hukukuna dair o kadar uyarısı, sila-i rahme dair o derece nebevî teşvik ve sıla-i rahmin kesilmesine karşı o kadar sert nebevî ikaz, hele ki Veda Haccında Peygamber aleyhissalatu vesselamın kendisini annesinden-babasından başkasına nisbet edene lânet etmesi, çocukluğu bugünkü za’fiyetlerin kökeni ve çöplüğü gibi sunmaya çalışan deterministik şartlanmaya karşı bir uyarı boyutu da taşıyor olabilir mi?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.