Ediz SÖZÜER
İmtiyazlı gezegen
İçinde yaşadığımız imtiyazlı gezegeni ve ifade ettiği manayı daha önce hiç olmadığı kadar farklı bir şekilde keşfetmeye hazır mısınız?
“Her şey karmakarışık ve rastgele hareket ediyor, hiçbir şey kendisinden başka bir mana ifade etmiyor, nasılsa öylece meydana geliyor ve kendi kendine olup bitiyor” diye mi zannediyorsunuz? Bir daha düşünün…
Bu gezegene tesadüfen mi geldiniz, yoksa gönderildiniz mi? Bu hayattan sonra bir daha dönmemek üzere dünyadan dışarı mı atılacaksınız, yoksa bambaşka bir mekâna mı davet edileceksiniz? Hayalen en yakın gezegenlere gidelim. Gezegenimizin hayata çok elverişli, özel bir yerde bulunduğunun ve kâinatı keşfetmemiz için çok seçkin bir konumda olduğunun en çarpıcı bulgularına hep birlikte şahit olalım. Lütfen bizimle birlikte gelin ve bu heyecanlı yolculuğa katılın!
Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin hakikatlere açılan kapılarından girmeye devam ediyoruz ve “4. Hakikat”in ilk cümlesini aşağıya alıyoruz:
“Hiç mümkün müdür ki: Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler, misilsiz sermedî cemal, kusursuz ebedî kemal; bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler?”
Yine eser metninin -konunun özeti niteliğindeki- ilk cümlesi üzerinden meseleyi incelemeye başlayalım isterseniz. Burada bahsedilen üç hakikat var: Cömertlik, güzellik ve mükemmellik. Kâinat çapındaki bir geniş ölçekte kendilerini gösteren ve herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamış olduklarını her fırsatta belli eden bu üç temel hakikatin sınırsızlıklarına lâyık şekilde kendilerini ortaya koyabilmeleri için, cömertliğin ölçüsüzce ikramda bulunabilmesi ve sonsuz güzelliğin sayısız şekillerde ve sonlandırılmamış bir tarzda kendini seyrettirebilmesi ve eserleriyle mevcudiyetini hissettiren mükemmelliğin nihayetsiz derecelerine daimî olarak şahit olacak, onu takdir edecek ve ona hayrette kalacak olanları bulması ve tabir caizse kendilerini o şekilde ifade etmeleri ve böyle manevî ve gizli hazinelerin saklı kalmasına razı olmamaları gerekecektir.
Esas itibarıyla bu hükme nereden varıyorsunuz derseniz, bunun iki şıklı bir cevabı olacak. Birincisi: Kâinat üzerinde ortaya çıkan faaliyetler ve eserler üzerinde böyle bir eğilim, hatta bu yönde -tabirde hata olmasın- şiddetli bir arzunun mevcudiyeti, dikkatle bakan gözlere çok açık bir şekilde kendini gösteriyor. İkinci olarak, her insanda bu üç temel hakikat, yukarıda tarif ettiğimiz tarzda kendilerini ifade etme eğilimi taşıyorlar. Yani her cömert insan, ikram etmek ister ve bundan memnuniyet duyar, manevî bir haz hisseder. Bu durum, ihtiyaçtan kaynaklanan bir hâl olarak değerlendirilemez, belki güzel ve doğru bir iş yapmanın verdiği manevî tatmin duygusundan ve hazzından bahsedilebilir. Diğer taraftan her güzel, kendi güzelliğini hem kendi gözüyle görmek, hem de diğer insanların gözünde beğenilerek, takdir edilerek, sevilerek görünmek ister. Çeşitli alanlarda kendini geliştirmiş ve mükemmel kabiliyetleri bulunan maharetli ve usta bir insan ise, elbette bu kabiliyetini işlettirmek arzu eder. Yoksa böyle bir kabiliyetin kendinde bulunmasının bir anlamı olmayacaktır.
Bunlar takdir edersiniz ki, insana mahsus ve kendimizde karşılığını bulduğumuz bazı hissiyatlar. En azından kıyas yapabilmemizi ve ilahî sıfatları bir derece anlayabilmemizi sağlayacak hareket noktaları. Yoksa birebir ölçü olamazlar. Çünkü daha önce de eğitim programımıza ait yazılarımızda 11. Söz’ün izah metni içinde bahsettiğimiz gibi, kendi güzelliğini beğendirme ve kabiliyetlerini gösterme arzusu, biz insanlarda düşük bir hissiyattan, ihtiyaçtan ve kompleksten kaynaklanabilir.
Fakat ihtiyaç ve kusur yanına yaklaşamayan, bütün güzelliklerin ve mükemmelliklerin esas sahibi ve kaynağı bir zât söz konusu olunca, bu yöndeki eğilimin ve arzunun, bir kusur veya ihtiyaçtan kaynaklandığı söylenemez. Belki, “O güzel ve mükemmel zât, sadece sahibi olduğu vasıflar öyle gerektirdiği için kendini bildirmek istemiştir” denilebilir. (Bu bahis, Tabiat Risalesi izah metinleri içinde yer alan “Allah’a Doğru Taraftan Bakmak” başlıklı bölümde, daha detaylı bir şekilde analiz edilmiştir. Aşağıdaki adresten bu çok önemli yazıyı temel bir yaklaşım kazandırması noktasından mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz.)
https://www.risalehaber.com/allaha-dogru-taraftan-bakmak-16642yy.htm
Şimdi dünyaya ve bu kâinata baktığımızda çok geniş ölçekli bir cömertliğin, âdeta her şeyi büyük bir nimet sofrası hâline getirerek önümüze serdiğine şahit oluyoruz. Sıradan ve eğreti durmuyor bu dünya. Asla öyle değil. Çok ayrıcalıklı ve imtiyazlı bir gezegen bizimkisi. Aslında hayat içindeki şımarık ve kaprisli tavrımızla her şeyin, her zaman en güzel tarzını -sanki kâinatın ve içindeki şuursuz mahlukâtın mecburiyetleri varmış gibi- bize sunmalarını istiyoruz. Alışmışız çünkü el bebek-gül bebek beslenmeye, el üstünde tutulmaya, çeşit çeşit çiçeklere, meyvelere, yiyeceklere, tatlara, zevklere, yüz binlerce farklı koku ve damak tadının incelikli ayrımlarına, görsel güzelliklere, her şeyin tıkır tıkır işlemesine, ay ve güneşin hep bizim ihtiyacımıza uygun yerde bulunmalarına ve yaşamımızı devam ettirecek bir hassas ayarı şaşmadan devam ettirmelerine.
Sahi, bazılarının zannınca madem bir ziyafet sofrasında değiliz ve her şey sadece hayatta kalma mücadelesinin ve kozmik bir tesadüfün parçası, o hâlde neden ve nasıl bu kadar çok sayıda ve farklı boyutlardaki lezzetleri algılayabiliyoruz? Bunun ne anlamı var ki? Maksat yaşamı devam ettirmekse iki-üç çeşit yemek yeter de artardı bize, hayvanlarda olduğu gibi. Fakat öyle değil. Arada bir hikmetli depremler, kazalar, musibetler veya hastalıklar olmasa ve gafleti bozmasa, ebedî yaşayacak kadar rahatımız yerinde! Kim ayarladı bu kadar keyifli ve rahat bir ortamı bize? Eğer insanın kendi iradesini adaletsizce kötüye kullanması diye bir şey olmasa, dünya üzerindeki herkese fazlasıyla yetecek kadar leziz yiyecek ve içeceklerle ağzına kadar dolu bir ambar bu dünya.
Ama çok alıştık değil mi? Her şey ne kadar da normal ve sıradan geliyor. Basit bir toprağa atılan birbirinden çok farklı olmayan adî tohumları ekerek, çeşit çeşit mahsuller almak şaşırtmıyor bizi. Toprak mecbur bize onları böyle vermeye! Çiçekler, hayvanlar, bulutlar, ay, güneş hizmetimizde itiraz etmeden koşmaya zaten dünden razıydı! Hâlbuki bize en yakın gezegenlere gidip yaşamaya çalışsak hayalen, içinde bulunduğumuz mekânda ne derece özel bir misafir olarak ağırlandığımızı daha iyi fark edeceğiz.
Düşünsenize, bilinen tüm gezegenlerde ne toprağa bir şey ekebilirsiniz, ne havayı soluyabilirsiniz, ne göktaşlarından ve uzay boşluğundan gelen öldürücü ışınlardan korunabilirsiniz, ne de her türlü ihtiyacınızın depolandığı ve zamanı gelince kullanmak üzere saklanmış özelleşmiş dağları ve yer altı zenginliklerini bulabilirsiniz. O çok şikâyet ettiğimiz soğuk ve sıcak var ya, aslında ne kadar hassas bir aralıkta bizim için ayarlanmış olduğu, nedense aklımıza hiç gelmiyor. 30 derecenin üzerinde terleyen, 25 derecenin altında üşüyen ne kadar da nazik canlılarız. Biz mi bu çıtkırıldım yapımızla tabiata hâkim olmuşuz? Doğrusu ya, hiç inandırıcı gelmiyor. Başka bir açıklaması olmalı bunun.
Bir gidelim bakalım Güneş’e en yakın gezegen olan Merkür’e ve gün içinde 450 dereceyi bulan sıcaklığa şahit olalım, acaba sıcaktan bir daha hiç şikâyet eder miyiz? Bir de güneşten en uzak gezegen olan Plüton’a gidelim, gün içinde eksi 200 dereceyle soğuk nedir görmediğimizi anlayalım. En yakınımızda bulunan ve gece lambamız olan Ay’da bile gündüz 107, gece -153 derecelik bir yüzey sıcaklığı mevcut. En büyük gezegenimiz Jüpiter’e gidelim isterseniz hayalî uzay gemimize binip ve görelim ki, orada yaşayabileceğimiz herhangi bir binayı inşa etme fırsatı bulamayacağız. Çünkü bu gezegen, tam katı bir yapıya sahip değildir, gaz ve buz bulutlarından oluşmuştur. Sizi özellikle en yakın gezegenlere götürdük ki, dünyaya yakınlıklarına rağmen ne kadar zıt şartlara sahip olduklarını görelim. Yoksa en uzak gezegenlere de gidebilirdik hayalen.
Şimdi bu gezegende özel olarak ağırlandığımızı kabul etmeyen birine şunu sormak isteriz: Bu bahsettiklerimiz gezegen değil mi? Bunlar tesadüfen oluşmadı mı?
Bizim gezegenimiz de tesadüfen oluştu ise aynı yıldız sisteminde bulunan dünyamız neden özelleşti bu kadar?
Ne kadar özel olduğunu ve neden yazımızın adını “İmtiyazlı Gezegen” koyduğumuzu biraz sonra daha iyi anlayacaksınız.
Hani damak tadına hitap eden özel bir yemeğin içindeki tüm maddelerin belli oranlarda olması ve uygun sürelerde, doğru şekilde pişirilmesi ve tam zamanında servis edilmesi lazımdır ya, işte tâ büyük patlamadan Güneş Sistemi’mizin Samanyolu’ndaki konumuna, Güneş’in bizden uzaklığına, Ay’ın büyüklüğüne ve yer kabuğunun kalınlığına varıncaya kadar pek çok değişken, çok hassas ayarlamalarla biz insanların özel yaşam ortamımızı netice vermesi için sanki kasten tasarlanmış, elverişli şartlarla hazırlanmış ve bizlere milyarlarca yıllık bir pişirim süresi içinde tam zamanında ve mükemmel olarak servis edilmiştir. Acaba bundan daha büyük ve sınırsız bir cömertlik hayal edilebilir mi?
Akıllı tasarım taraftarı astrofizikçi Guillermo Gonzalez, gezegenimizin hayata çok elverişli, özel bir yerde bulunduğunun ve kâinatı keşfetmemiz için çok seçkin bir konumda olduğunun anlatıldığı İmtiyazlı Gezegen (Privileged Planet) isimli belgeselde şöyle diyor: (Meraklılar, internet arama sitelerine “İmtiyazlı Gezegen” yazarak, belgeselin Türkçe altyazılı videosuna rahatça ulaşabilirler.)
“Bulduğumuz şey bizlerin galakside doğru yerde olmamız gerektiğidir… Bizler, bir yıldızın sahip olduğu yaşanabilirlik kuşağının içindeyiz… Bizler, büyük gezegenlerin, küçük gezegenleri birçok kuyruklu yıldız ve göktaşından koruyacak şekilde var olduğu bir gezegenler sisteminin parçasıyız. Bizler, doğru tip bir yıldızın çevresinde yörüngedeyiz ve yerimiz ne çok sıcak, ne çok soğuk… Bizler öyle bir gezegendeyiz ki uydusu olan Ay, onun dönüş eksenini sabitliyor… (Böylece üzerinde yaşayan bizim gibi canlıları netice verebilecek yaşam ve iklim çeşitliliğini mümkün kılıyor. Buna şaşırmayan bir insan, neye şaşıracak acaba?) Bizler, karasal yüzeye sahip bir gezegendeyiz. Bu gezegenin kabuğu sadece tektonik hareketleri sağlayacak kadar kalın (daha fazla değil) ve iç ısısı merkezdeki demirin sıvı hâlde kalmasını sağlayarak bu tektonik ile manyetik bir alan üretiyor. (Bu dinamik jeoloji, gezegenin iç ısısını düzenlemekte, karbonu yeniden işlemekte ve kimyasal elementleri harmanlayarak tüm canlı organizmalar için gerekli olan maddeleri hazırlamaktadır ve en nihayetinde kıtalara şekil vermektedir. Bu hayret verici durum, tesadüfî ve kendiliğinden görünüyor mu?) Öyle bir gezegendeyiz ki, atmosferi kompleks yaşamın kendini sürdürmesine izin veriyor. Bizler yeterli suyu ve kıtaları bulunan bir gezegendeyiz. (Herhangi bir gezegende en ufak bir su göstergesi bulunduğu zaman, dünya basınında manşet olduğunu göz önüne getirelim.) Bunlar da yaşamın çeşitliliğini destekleyerek bizim gibi canlıların var olmasını sağlayacak biyolojik çeşitliliği meydana getiriyor. (Yani zincirleme bir reaksiyon gibi âdeta. Hâlbuki bu saydığımız değişkenlerin hiçbirinin bir diğerine bağımlılığı yoktur.) Tüm bu değişkenler, eğer yeryüzü gibi bir yaşanabilirliğe sahip bir gezegeniniz olacaksa ve bu gezegen kompleks yaşama ve bizim gibi zeki canlılara ev sahipliği yapacaksa, böyle bir galakside, tam da böyle bir yerde ve aynı zamanda var olmalıdır.” (Parantez içindeki ifadeleri biz ekledik.)
Görülüyor ki yaşam denilen sofrada kısa bir süre için oturacak bir misafir için, gerçekten de çok özel maddelerle (sayısız değişkenlerden oluşan oluşum şartlarıyla) harmanlanmış, eşine rastlanmaz bir “Kozmik Yemek” pişirilmiş ve bizlere en mükemmel şekliyle, tam zamanında servis edilmiş.
Fakat o da ne? Bu kadar uzun zamanda, böyle büyük masraflarla hazırlanan yaşam sofrası, misafiri olan insanın doymasına müsaade edilmeden, sadece çok kısa bir zaman diliminde tattırılıp (hatta diyebiliriz ki bir an gibi kısa bir zamanda gösterilip) hemen önünden geri çekiliyor. Bu nasıl bir iştir ve anlamı nedir diye soracak olursak, aklınıza bu sofranın tanıtım maksatlı bir numune olduğundan ve asıl sofraya bir davet ve ön hazırlıktan ibaret bulunduğundan başkaca mantıklı ve tutarlı bir cevap geliyor mu?
Çünkü eğer böyle olmazsa, az bir zamanda yapılan bu ikramın sona ermesiyle şükür, şikâyete; memnuniyet, nefret ve kızgınlığa dönüşür ki, böyle bir şeye bu derece sınırsız bir cömertliğin izin vermesi hiç mümkün olmaz. Hem âlem üzerinde görünen mükemmellikleri seyretmenin devamlılığı olmazsa, o çok takdir eden hayretli seyircilerin kısa bir zaman kaldıktan sonra seyir sahnesinden koparılıp alınmalarıyla ve üzerinde mükemmel eserler görünen o sahnenin dahi bozulup parçalanmasıyla, onların nazarında hayran kalınan mükemmelliğin değeri çok düşer, belki anlamsız olur ve hiçe iner. Bu manayı daha açık göstermek için şunu diyelim: Bir tiyatro oyunu seyrediyorsunuz farz edelim. Perde kapandıktan sonra seyircilerin kurşuna dizildiği, sahnenin de parçalandığı bir tiyatro oyununa gider misiniz? Gitseniz hoşnut kalır mısınız? Böyle bir şey düşünün. Bu dünyanın vaziyeti (eğer âhiret olmazsa) aynen buna benzeyecek.
Hem şu dünyanın yaldızlı güzel yüzünün çabuk bozulup, yok olup gitmesini gören ve kendisinin dahi çürümeye terk edileceğini bilen insanın yanında o sonsuz güzelliğe olan aşk, pek anlamsız olur ve sönmeye yüz tutar, hatta o güzellik kendisi hesabına müthiş aldatıcı ve alaylı bir çirkinliği ifade ettiğinden, hayranlık ve aşk hissiyatı, yerini nefret ve tiksinmeye terk eder. Ne öyle sonsuz bir mükemmellik böyle kıymetini düşürmeye, ne de böyle sınırsız bir güzellik kendinden böylesine nefret ettirmeye yanaşmaz ve razı olmaz. Kendisiyle beraber ebede yolculuk edecek ve daimî nimetlendireceği muhtaç seyircilerini ve iştiyakı hiç bitmeyecek meftun âşıklarını yanında görmek ister. Başka türlüsünü kabul etmesi mümkün olmaz. O hâlde Haşir Risalesi’ndeki gibi biz de diyoruz:
“Şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.” (Seyrangâh-ı daimî: Ebedî kalınacak bir seyir yeri, bir gösteri mekânı.)
İşte aklınıza kapı açmak için sizleri buralara kadar getirdik. Biz burada duracağız. Eser metni ve daha önceki izahlarımızla yetineceğiz. Güzellik ve mükemmellik hakikatlerinin, aynen cömertlik hakikati gibi devamlı olarak kendilerini göstermek, seyrettirmek ve ikram etmek istediklerinin ve bunu kendilerine yakışan şekilde ancak ebedî bir diyarda yapabileceklerinin, hayal edilebilecek en güzel tarzdaki ifade edilişini eser metninde gördüğümüzden, daha ileri gitmiyoruz ve bu açtığımız pencerenin aralığından bir kere daha o harika üsluplu ve şiir tadındaki Dördüncü Hakikat’i okumanıza havale ediyoruz.
Risale-i Nur Eğitim Programı’mızın “Öldükten Sonra Dirilişin ve Ebedî Hayatın Varlığının İspatı” isimli bölümünün bir parçası ve Onuncu Söz-Haşir Risalesi’nin 4. Hakikat”inin izah metni olan yazımızda sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için, eser metnini de içeren görsel destekli ders videosunu da aşağıdaki adresten izlemenizi tavsiye ediyoruz.
Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı-65 Ders Videosu: (İmtiyazlı Gezegen)
https://youtu.be/waYBEV4Gb6I
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.