İnsanın asli vazifesi iman ve duadır
Üniversiteli gençlerin seminerinden notlar...
Diyarbakır Kültür Merkezi tarafından hazırlanan üniversite seminerinde bu hafta “Dua” konusu Mahmut Çit tarafından işlendi. Seminerden notlar şöyle:
1)Duanın Mahiyeti:
Dua; Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, çağırmak, yardım dilemek anlamlarına gelmektedir. Kelime anlamıyla da çağırma demektir. İnsan dua ile Allah’a yakınlaşır ve ruhen rahatlayıp huzura erer.
Dua, istemektir. Hatta en kısa tabiriyle Allahtan gerçekleşmesini istediğimiz bir durumu istemektir. İnsanda isteme duygusu, insanın fıtratına Allah tarafından yerleştirilen kuvve-i şeheviyeden gelir. Buradan hareketle düşündüğümüzde, demek ki Allah bizden istememizi istiyor, fıtratımız dahi duayı iktiza ediyor. Hadsiz ihtiyaçlarımız ve aczimiz duayı gerekli kılıyor. Allah da istememizi, yani duamızı istediği için bizi aciz ve fakir yaratmış, bizden aczimizi görmemizi istiyor. Dua, en küllî ubudiyettir ve bütün ibadetlerin özünü oluşturur.
İnsanın vazife-i asliyesi iman ve duadır. Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir. Dua eden bir adam anlar ki “Bütün kâinata hükmeden birisi var. En küçük işlerimi bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de Ondan bekliyorum, Ondan istiyorum.” Bu yüzden insanın vazife-i asliyesi iman ve duadır.
Mesela, bir askerin asıl vazifesi talim ve terbiyedir. Yemekle ilgilenmez, akşam acaba yemek var mı diye düşünmez. Ben ne giyeceğim demez. Nerde yatacağım demez. Çünkü onun asıl vazifesi dışındaki diğer ihtiyaçlarını devleti karşılar. Ona düşen dövüşmeyi, silah kullanmayı öğrenmektir ve talim yapmaktır. İnsanın asıl vazifesinin iman ve dua olduğuna dair en güzel örnek Peygamber Efendimiz(a.s.m)’dır. Çünkü eğer O, istese dünyalara sahip olabilecekken dünyayı hiç istememiş, yalnız Allah’ı istemiştir. Peygamber Efendimiz(a.s.m), Allah’a olan imanı ve duasıyla Miraca çıkmıştır ve O’nun dışında kimse o seviyeye çıkamamıştır. Sahabeler ve ehl-i suffa da bunu fiili olarak yaşamışlardır. Bunu en iyi yaşayanlardan günümüze en yakın kişi Bediüzzaman’dır.
İman, duayı insanı isteklerine mutlaka ulaştıracak bir vesile olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde,
دُعَاۤؤُكُمْ لَوْلاَ رَبِّى بِكُمْ يَعْبَؤُا مَا قُلْ ferman ediyor.
Evet, hayvanlarla bizim dünyaya gelişimizdeki farklara bakarsak; hayvanlar, kabiliyetlerine göre mükemmel olarak gönderilmişler. Belgesellere baktığımızda bir ceylanın, doğduktan birkaç dakika sonra ayağa kalkıp yürüyebildiğini ve hatta koşabildiğini görüyoruz. İnsan ise doğduğunda sadece ağzını hareket ettirip ağlayabiliyor. Kimi hayvanlar ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün hayat şartlarını, kâinatla olan ilişkisini öğreniyor. İnsanın yirmi yılda kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve kabiliyetleri, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan elde edebiliyor.
İnsan ise daha dünyaya gelişinde anne karnındayken son derece âcizdir ve çok zayıftır. Doğar, yine acizdir. Büyür yine hep aciz ve fakir olur. Hiçbir şeyi bilmiyor ama her şeyi öğrenmeye de muhtaçtır. Ve belki de ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaçtır. Doğduktan bir iki sene içerisinde ancak ayağa kalkıp zar zor yürüyebiliyor Mikroplar, hastalıklar, kazalar, belalar, insanın ayağını kaydırmaya çalışan diğer insanlar, şeytanlar, insi şeytanlar ve bunun gibi daha pek çok düşmanları var ve binler hacatı var. Bu yüzden insan,
فيكون كن ayetinin sırrıyla her şeye gücü yeten, bütün düşmanlarından onu koruyabilen ve bütün ihtiyaçlarını ona verebilen bir Kadiü’l-Hacat’a yani bütün ihtiyaçları yerine getiren Allah’a ellerini açıp acizlik ve fakirlik diliyle yalvarıp dua etmelidir ve ondan istemelidir. İşte bu yüzden dua, kulluğun esası ve temelidir.
İnsan, gücünün yetmediği ihtiyaçlarını elde etmek, kendi kudretiyle erişemediği arzularına erişmek için Allah’a sığınır. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse yoktur ki, onun en gizli arzularını duyup yerine getirsin, ihtiyaçlarını karşılasın.
“Hem, dua bir ubudiyettir; ubudiyet ise, semerâtı uhreviyedir.” Yani dua bir kulluktur. Kulluk da ancak Allah’ın rızası esas alındığında halis ve kabule lâyık olacağından, kulluğun meyveleri ahirette yenir, burada istenilmez. Duanın yapılmasındaki dünyevî maksatlar ise sadece duanın vaktinin belirlenmesinde rol oynar. Çünkü sonsuz ilim ve hikmet sahibi Alîm-i Hakîm, zaten her şeyi, kulunun ihtiyaçlarını biliyor ve hikmetle muamele ediyor. Yani dua Allah’ı ihtiyaç ve isteklerden haberdar etmek değildir, acziyetini anlayarak Allah’a tam mânâsıyla yönelmek ve onun rızasını aramaktır. Rahmet hazinelerinin kapısını çalmaktır.
Dua ubudiyetin (kulluğun) ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Nasıl ki, bir çocuk eli yetişemediği bir ihtiyacını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani acizliğinin diliyle dua eder ve isteklerini elde eder. Öyle de, insan bütün canlılar içinde nazik ve nazlı bir çocuğa benzer. Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına acziyle yalvarmak veya ihtiyacıyla dua etmekle yönelir. Yoksa bir sinekten korkan haylaz bir çocuk gibi, “Bu insanları kendi gücümle emrimde çalıştırıyorum” deyip nankörlük etmek, insanın yaratılışına aykırı olduğu gibi, üstelik ahirette şiddetli bir azabı da hak eder. İnsan dua vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Bu itibarla başa gelen çeşitli sıkıntılar ve belâlar, insana aczini ve güçsüzlüğünü hatırlatıp onu Rabbine yönelmeye zorlaması cihetiyle rahmettir. Çünkü insan bilhassa böyle vakitlerde ne kadar âciz ve çaresiz olduğunu anlayıp sığınacak bir yer bulmaya muhtaç durumdadır. Dua bunun en güzel vesilesidir.
Dua bir ibadet olduğuna göre, onun sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılması gerekir. Bunun için insan acizliğini, yalnızlığını ve çaresizliğini bütün ruhuyla hissedip kendisine yardımcı olacak, korkulardan, endişelerden kurtaracak yegâne kudretin Allah olduğunu düşünerek ellerini semaya kaldırmalıdır. O Yaratıcı sonsuz bir kudret, bir rahmet ve bir hikmet sahibidir. Bütün kâinat O'nun eseridir ve O'nun izni olmadan yaprak bile kıpırdayamaz. Bütün kemâl sıfatların sahibi olan Cenâb-ı Hak, buna karşılık bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Yarattığı canlı-cansız bütün varlıkları sayısız nimetlerle donatmış, onların üstünde insanı en yüksek bir mevki ile şereflendirmiştir. Bunun için Cenâb-ı Hak sonsuz hamd ve senâya lâyıktır. Zaten varlıkların yaratılış maksadı da hamd, tesbih, tekbirle O'na kulluk etmek değil midir? İşte dua bundan dolayı ehemmiyet taşımaktadır
2) Duanın Vakti:
Biz sabahtan yatsıya günde beş vakit namaz kılıyoruz. Güneş doğmadan sabah namazı, güneş tepeye gelince öğlen namazı, batınca akşam namazı gibi güneşin konumuna göre namazların vakti var. Biz namazı vakit çıksın diye kılmayız. Biz o ibadeti yapsak da yapmasak da güneş çıkar. Güneşin batması akşam namazının vaktinin geldiğini gösterir. Bunun gibi dua da bir ibadettir. Dünyevi maksatlar, dua ibadetinin vakitleridir. Mesela günümüzde çoğu insan yağmur duasına yağmurun yağması için çıkıldığını sanıyor. Oysaki yağmursuzluk, yağmur duası ve namazı ibadetinin vaktidir. Eğer yağmur yağmazsa duamız kabul olunmadı denilmez. Demek ki daha o ibadetin vakti çıkmamış. Ne zaman ki yağmur artık yağdırılmaya başlandı, o zaman yağmur duası ve namazının vakti çıkmıştır demektir. Hem o dua sırf yağmurun yağması için yapılsa Allah rızası için olmadığından ihlâsı kaçar ve kabule layık olmaz. Güneş tutulması olan küsuf ve ay tutulması olan husuf namazında da o namaz, güneş ve ayın tekrar çıkmaları için değildir. Küsuf ve husuf, Azamet-i İlâhiye’nin ilanına bir sebep olduğu için Cenab-ı Hak, kullarını o vakitte ibadete davet eder.
3) Duanın Çeşitleri
Üstad, dua üç nevidir diyor.
Bunlardan biri istidat lisanıyla, yani kabiliyet diliyle ki bütün tohumlar ve bitkiler kabiliyetleri diliyle dua ederler ve derler ki, “Senin o güzel isimlerinin nakışlarını ayrıntılı bir şekilde göstermek için bize gelişme ver, bizim küçük hakikatimizi ağacın büyük hakikatine çevir.”
Mesela bir fıstık tohumu istidat diliyle dua eder, filizlenir, yine dua eder fıstık ağacı olur. Üzerinde Allah’ın isimlerinin nakışlarını, sanatlarını ve ilmini gösterir.
Sebeplerin de bir araya gelmesi istidat lisanıyla bir duadır. Sonucu lisan-ı halle Kadîr-i Zülcelâl’den isterler. Mesela un, süt, kabartma tozu, kakao ve şeker gibi malzemeler pastanın oluşumu için sebeptirler. Kendi kabiliyet dilleriyle birleşip pastayı oluşturmak için dua ederler. İnsan elinin de girmesiyle bir pasta oluşur. Yine su, sıcaklık, toprak ve ışığın, bir çekirdeğin etrafında bulunması bir lisan-ı duadır ki, “Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız” derler. Çünkü mantıken de baktığımızda su, toprak gibi şuuru olmayan, cansız, basit maddeler öyle Allah’ın harika bir mucizesi olan ağacı yapamazlar. Demek ki onların birleşmesi bir nevi duadır.
İkinci nevi dua, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır ki, bütün zihayatların iktidarları ve ihtiyarları dâhilinde olmayan yani o konuda iradeleri olmayan ihtiyaçlarını ve isteklerini ummadıkları yerden münasip bir vakitte onlara vermek için, Hâlık-ı Rahim’den bir nevi duadır. Mesela gözümüz fıtraten güzel şeyleri görmek ister. Buna karşılık hâşâ renkleri ve o güzel şeyleri yaratmaya bizim gücümüz yetmez ve önceden de bununla ilgili bir hazırlık yapmamışız. Kulağımız da fıtraten güzel sesleri duymak, işitmek ister. Midemiz ise leziz nimetleri ister. Yine bizim bu dünyayı bir sofra yapmaya gücümüz yetmez. Midemizin o fıtri ihtiyacı bir dua hükmüne geçer ve Allah, biz daha dünyaya gelmeden dünyayı bir sofra haline getirir ve leziz taamlarla doldurur.
Üçüncü nevi dua, ihtiyaç dairesinde zişuurların duasıdır. Eğer ıztırar durumuna gelse, yani kul artık çaresiz kalmışsa ve zor durumda kalmışsa yapılan duadır ki çoğunlukla kabul edilir. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez” diye meşhur bir söz vardır. Ne zamanki kul sıkıştı, acizliğini ve fakirliğini anladı, elinden ise dua etmekten başka hiçbir şey gelmiyor. İşte o dua lisan-ı ıztırarıyla bir duadır. Kul sıkışınca diliyle veya bedeniyle yaptığı duadır ve safi, halis bir kalbin lisanıyla ise çoğunlukla makbuldür. Mesela bir çiftçi bütün umudunu ekinine bağlamışsa ve yağmur da yağmamışsa öyle gözlerini çaresiz bir şekilde semaya diker. Belki onun o hali lisan-ı haliyle bir duadır ki çoğunlukla da bu tip dualar makbul olur.
Dördüncüsü, meşhur olan duadır ki bu da iki kısımdır, fiili dua ve kavli dua. Mesela sınavımız olduğunda derslere çalışıp notları okumamız fiili bir duadır. Ellerimizi açıp Allah’tan hayırlı bir sonuç istememiz ise kavli duadır. Yine mesela çift sürmek fiili bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, hazine-i rahmetin bir kapısıdır ki, çiftçi rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar.
Kavli duanın yani sözlü duanın makbuliyeti iki cihetledir. Ya istediğinin aynısı verilir ya da daha iyisi verilir. Cenab-ı Hak, “bana dua edin size cevap vereyim” mealinde
لَكُم اَسْتَجِبْ اُدْعُونِىۤ ferman ediyor. Üstad bunu çok güzel örneklerle açıklıyor.
Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Ya hekim, bana bak.”
Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.
Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.
Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.
Yine Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. “Duası kabul olunmadı” denilmez. “Daha evlâ bir surette kabul edildi” denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. “Duası reddedildi” denilmez. Belki, “Daha enfâ bir surette kabul edildi” denilir ve hâkezâ...
Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; işin ehli olan o tabip, sıtması için sulfato verir. “Tabip beni dinlemedi” denilmez. Belki feryadını dinledi, işitti, cevap da verdi, istediği şeyin daha iyisini yerine getirdi.
4) Mü’minin Mü’mine En İyi Duası
Dua, kabul sebepleri dairesinde olmalıdır. Çünkü dua, bazı şartlarla birlikte makbul olur. Mesela biz bir sınava fiili duamızı iyi yapmayıp çalışmadıysak ve o sınavda da birinci gelmeyi istiyorsak bu dua makbul olmaz. Çünkü kabul sebepleri yok. Kabul şartlarına uymuyor. Makbul olan istidat lisanıyla duadan çok uzaktadır. Sebepler, sonuç için toplanmamışlar çünkü.
Hem dua edileceği zaman istiğfar ile manevi olarak da temizlenmeliyiz, ondan sonra makbul olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeliyiz ve hem başta hem de sonda salâvat getirmeliyiz. Çünkü iki makbul duanın ortasındaki bir dua da makbul olur.
Hem gıyaben olmalıdır. Yani dua ettiğimiz kişi yanımızda değilken ona dua etmektir. Mesela bir kişinin yüzüne karşı “Allah razı olsun” demek gıyaben olmaz. Ama mesela bir kardeşimiz yanımızda değil, belki başka şehirde. “Yâ Rabbi, sen onu muvaffak eyle” diye dua edersek gıyaben dua etmiş oluruz.
Hem hadisteki ve Kur’an’daki dualarla etmeliyiz. Meselâ,
“Allah’ım, Senden kendim ve onun için dünyada ve ahirette af ve âfiyet istiyorum.” Mealinde olan hadis-i şerifteki gibi ve
رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاٰخِرَةِ حَسَنَةً
وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ ayetindeki gibi kapsamlı ve geniş dualarla dua etmeliyiz.
Hem samimi, huşu içinde, huzurlu bir kalple dua etmeliyiz. Dua ederken aklımız başka yerlerde olmamalı.
Hem namazların sonunda, özellikle sabah namazının sonunda; mübarek yerlerde, özellikle mescitlerde; Cuma namazında, özellikle de duaların kabul edildiği saatte, üç aylarda, özellikle meşhur gecelerde; Ramazan ayında ve özellikle de Kadir gecesinde dua etmenin makbul ve kabule çok yakın olması Rahmet-i İlahiye’den kuvvetle beklenilir.
O ettiğimiz makbul duanın ya aynen dünyada eserini görürüz veya o duamız ahretimize bakan kısmıyla makbul olur. Demek ki maksadımızın aynısı yerine gelmezse, duamız kabul olmadı demeyiz, belki daha iyi bir şekilde kabul edilmiş deriz.
Son olarak her risalenin sonunda veya farklı bir yerinde bir dua örneğinin olması her halde duanın ehemmiyetini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Ben de dersimi yedinci sözün ahirindeki dua ile bitirmek istiyorum.
“Allah'ım, kalplerimizi iman ve Kur'an nuruyla nurlandır. Bizi Sana muhtaç olduğumuzun şuuruyla zenginleştir; Senden müstağni durma fakirliğine düşürme. Kendi güç ve kuvvetimizden teberri ediyor, Senin havl ve kuvvetine sığınıyoruz. Bizi Sana tevekkül edenlerden kıl. Bizi nefsimizin eline bırakma. Bizi, koruyuculuğunla muhafaza eyle. Âmin.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.