Habib FİDAN
İşte bütün mesele: inanmak ya da inanmamak!
Amcası tarafından babası öldürüldükten sonra annesinin de amcasıyla evlenmesi gibi bir trajediyle karşılaşan Danimarka Prensi Hamlet’in, “Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu!” diye hafızalara kazınan düşünce yapısı, aradan asırlar geçse de tazeliğiyle insanoğlunu hâlâ meşgul etmekte.
Bu cümle 16. ve 17. yüzyıllarda yaşayan Shakespeare’nin kaleminden çıkan “Hamlet” oyununun kilit noktasını teşkil eder. Dolayısıyla da bu cümle, acaba hangi itici nedenden dolayı böyle bir düşünce dünyasını ortaya koymaktaydı? Demem o ki, “olmak ya da olmamak” gibi bir düşünce, hangi etmenlerle bilinçaltından bilinç düzeyine çıkmış ve insanlığın çıkmazını anlatır olmuştur?
Aslında Shakespeare’nin Rönesans döneminde yaşadığını düşünürsek, bu düşüncenin çıkış noktasını da keşfedebiliriz. Amaç edindiği Hümanizm akımıyla laik bir insanlık kültürünü beraberinde getiren Rönesans, bir bakıma benimsediği salt rasyonel düşünce rehberliğinde inanca başkaldırıyı ifade eder. Bunun içindir ki, Descartes bunu, “Düşünüyorum o hâlde varım” ifadesiyle somutlaştırmıştır. O hâlde, “Düşünüyorum, o hâlde varım” yargısı neyi ifade eder? Bunu yine Descartes, “Kesin olan bir şey var, bir şeyin doğruluğundan şüphe etmektir. Şüphe etmek, düşünmektir” sözleriyle belirtmektedir. Ancak ilk bakışta her ne kadar haklı gibi görünse de bu düşünce, arka planda aslında inancın yerine aklın ikâme edilmesi olayı yatar. Ve Descartes’in bu sözü, Batının, hayatı anlamlandırma felsefesini gözler önüne sermektedir.
Shakespeare’den Descartes’e ifade ettiğimiz düşünceleri birleştirirsek, Hamlet’in, “Olmak ya da olmamak” şeklindeki sözlerinin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim salt düşünce ile yönünü bulmaya çalışan ve Wittenberrg’te eğitim alan bir Rönesans adamı olarak Hamlet, salt düşüncenin kendisini korkak edip kararsızlığa itmesiyle, acı içinde yaşayan bir portreyi gösterir. Aslında bu, Hamlet’in, “Düşüncemizin katlanması mı güzel/Zalim kaderin yumruklarına, oklarına/Yoksa diretip bela denizlerine karşı/ “Dur, yeter!” demesi mi?” şeklinde ifadesini bulan trajedisinin dışavurumudur. Ve bu trajedidir ki, “Bilinç öyle korkak ediyor ki hepimizi/Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor/Yürekten gelenin doğal rengini/Ve nice büyük yiğitçe atılışlar/Yollarını değiştirip bu yüzden/Bir eylem olma gücünü yitiriyorlar” şeklinde insanı çıkmazlara sürükleyip mutsuzluğun eşiğine getirir.
Peki sorunun asıl kaynağı nedir? Bir düşünür olan Descartes, eğer “Düşünüyorum, o hâlde varım” yerine, “İnanıyorum, o hâlde varım” deseydi, bir sanatçı olan Shakespeare’nin kaleminden çıkan Hamlet ve Hamlet gibilerin dediği, “Olmak ya da olmamak” şeklindeki cümle de “İnanmak ya da inanmamak” şeklinde olmaz mıydı? Yaşamı yönlendiren, yapılandıran olgunun, temelde insan düşüncesi ve düşüncesinin etkinliğine dayandığı varsayımı yerine, Allah’ın iradesi konulup da inanç temele alınsaydı; insana her an ve mekânda güç veren ümit, söz konusu trajedinin oluşmasını engellemez miydi?
Aslında sorun şu: İnsan eğer hayatın odak noktasına inancı alıp da inancını ne şekilde yönlendireceğiyle ilgili düşüncesini geliştirerek eylemde bulunursa, 21. yüzyıl “Hamlet”lerinin yaşadıkları trajediyi yaşamayacaktır. Çünkü yaptığı her işin tetikleyicisi, inanç olacaktır. Ve inançtır, girişilen bir eylemden sonuç alma yolunda insana ümit aşılayan. Hâl böyle olunca, Bediüzzaman’ın “Hayat bir hareket ve faaliyettir; şevk ise matiyyesidir (binek)” şeklinde ifade ettiği düşünceyi de eklediğimizde, “İnanıyorum, o hâlde varım. Varsam, var olma nedenimle ilgili düşüncelerimi eyleme dökerim. Eğer inançla düşüncelerimi eyleme dökmüşsem, o hâlde ümitliyim” düşüncesini yakalarız. Anlayacağınız; inanmak ya da inanmamak, işte bütün mesele bu!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.