Ahmet AY
Karanlık neden yazdırır?
"İlhamın böyle bir doğası vardı işte. Kaosun içinde birşey şekilleniyordu." Virginia Woolf, Deniz Feneri'nden.
Bediüzzaman, sepeplerin yalnızca birer perde olduğunu, hakikî tesirin ise Allah'tan olduğunu tevhidin bir gereği olarak sıkça vurgular. İşte onlardan birisi: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden..." İnsan, bir kelimeyi anlamlandırırken en yakınındaki işlevi kullanır. Buradaki 'perde' tâbirini de biz, genelde, pencerelerimizdeki perdeler şeklinde düşünüyoruz. Ve oradan hareketle diyoruz ki: "Esbap aslında tesir-i hakikî sahibi olan Allah'ın tevhid ve celalini örten bir perdedir." Bu yanlış bir karşılık değil elbette. Fakat ben bu yazıda sizi Bediüzzaman'ın 'perde' kelimesini kullandığı başka bir yere götürmek istiyorum: "Evet, güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder."
'Sinema perdeleri...' Bu ifade Risale-i Nur'da o kadar sık kullanılır ki Bediüzzaman'ın bir kavramlaştırma yaptığını düşünmeden edemezsiniz. Peki sinema perdesi diğer perdeye (hani şu pencerelerimizi örtene) kıyasla nasıl bir özel kavramlaştırma içeriyor olabilir? Bunun da her iki perdenin fonksiyonları ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Pencerelerimizdeki perdeyi ele alalım. Biz bu perdeyi ne için kullanıyoruz? Göstermesi için mi, yoksa saklaması için mi?
Cevabınızın ikincisine dönük olduğu tahmin ederim. Evet, biz, evlerimizdeki perdeleri bir 'gizleme' aracı olarak kullanıyoruz. Ve onu 'engelleyici' olarak düşünüyoruz. Peki ya sinema perdesi? İşte fonksiyon itibariyle aynı kelimede ters takla atılan yer. Sinema perdesi birşeyi göstermemek için değil, bilakis, daha iyi gösterebilmek için kullanılıyor. Şeritten yansıyan karelerin iyi görünebilmesi perdenin fonksiyonunu daha iyi icra etmesine bağlı.
Burada esbabın perdeliğini, yani aklın nazarındaki perdeliğini, bir 'engelleyici/saklayıcı' olarak düşünürseniz şöyle bir durum çıkar ortaya: Allah, kendisini hem saklamış hem bilinmek istemiştir(!) Fakat izzet ve azamet 'saklanmayı' neden gerektirsin? Hadis-i kudsî'de bile denilmiyor mu: "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim." Bilinmek isteyen Allah bir daha saklanmayı neden istesin? Neden 'bilinmesiyle' kul arasına esbabı bir perde olarak çeksin, aklın nazarında görünmez olsun?
Üstelik ne izzetin ne de azametin şe'ni/şanı 'görünmemek'tir. Büyük olanın, yüce olanın daha şiddetli bir görünürlük (kuşatılamaz bir görünürlük) seviyesine sahip olduğunu Bediüzzaman "Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kâdir-i Mutlak..." gibi ifadelerinde beyan ediyor. Demek buradaki 'gizleniş' görünmemekten değil çok görünmekten. Varlığının şiddetinden ve mutlaklığından dolayı onu algılayamaz duruma geliyoruz. İlmiyle, iradesiyle, kudretiyle olmadığı hiçbir yer görmüyoruz ki, onunla kıyaslayalım da "Burada yok, şurada var!" diyebilelim. Hâşâ, yokluğunun iddiası vehmî. "Dalalet vehmîdir..." derken yine altı çizilen bu.
İşte, Allahu'l-alem, ben diyorum ki: Aklın nazarındaki bu perdelik, akılla arasına örtü germek değil, aklın sınırlılığından dolayı bir kolaylık serpiştirmektir. 'Parçalarda Boğulmak' serisinin diğer yazılarında da altını çizmiştim: Akıl parçalayacıdır. Sınırlılığından dolayı anlamak istediği şeyleri küçük parçalara ayırmaya bayılır. Küçük küçük lokmalarla yutar herşeyi. Parçalarda boğulmayı da o kadar sever ki nihayetinde bu durumun onu bütüne körleştirmesi de mümkündür.
Labratuvara sokamadıkları bir Allah'a inanmayacaklarını beyan edenler aslında parçalayamadıkları bir Allah'a inanmamayı seçiyorlar. Kuşatılamayanın reddi sözkonusu. Zaten inkar özünde kuşatamamaktır. 'Nazarımda yoktur' demektir. Çünkü mutlak bir yokluk isbat edilebilir birşey değildir. Mutlağı kuşatamayan insan, mutlak bir yokluğu nasıl görebilir/kuşatabilir ve görülmezliğini isbat edebilir? Yokluk da labratuvara sokulabilir birşey değildir ki?
Bu noktada, esbap perdesinin bir 'örtücü' olarak değil, bir 'gösterici' olarak görevlendirildiğini düşündüğümü beyan ediyorum. Perde ama aklın görebilmesi için bir perde. Bütünü kuşatamayan insana, parçalardan Allah'ı bulabilmesi için serpiştirilmiş (Hansel ve Gretel'in eve giden yolu tekrar bulabilmeleri için arkalarında bıraktıkları ekmek parçaları gibi) şeyler onlar. Allah, iki daire arasına geçişlerin şiddetini yumuşatacak bir sistem koymuş akıl için. Soğuyan sütün kaymağı gibi bir berzah.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! İnkılâplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki âlemle münasebettar köprüler lâzımdır ki, her iki âlem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprüdür. berzah, dünya ile âhiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misal, âlem-i cismaniyle âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Bahar, kış ile yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılâp bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir."
Oradan oraya okumalar yapabilmemizi sağlayacak bir perde. Hatta bizzat bu okumaları daha kolay yapabilmemiz için konulmuş bir perde. Bir gösterici. Bir saklayıcı değil. "Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp tesbih etmesin!" ayetinin sırrı. Ve böyle bir perdede kesafet/karanlık engelleyici değil, göstericidir. Sinema perdesi ne kadar kesif olursa, üstünde yansıyan ışığı/görüntüyü o kadar güzel gösterir. Bediüzzaman bu kesafet ve aynalık arasındaki doğru orantıya cennetle ilgili bir metninde şöyle dikkat çekiyor:
"(...) nasıl toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır, fakat masnuât-ı İlâhiyenin bütün envâına menşe ve medar olduğundan bütün anâsır-ı sairenin mânen fevkine çıktığı gibi; hem kesafetli olan nefs-i insaniye, sırr-ı câmiiyet itibarıyla, tezekkî etmek şartıyla bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyedir. Bütün hazâin-i rahmetin müddeharâtını tartacak ve mizana çekecek âletler cismaniyettedir."
İşte arkadaşım, 'Karanlık yazdırır' diyenler bu yüzden böyle söylüyor. Yarasına bakmayan devayı anlayamaz. Canı acımayan tesellinin kıymetini bilmez. Karanlığa bakmayan ışığı farkedemez. Zıttın aynalığı böyle birşey. Varlık gelsin, şereflendirsin, kalsın diye kurulmuş yokluk konakları. Birşeyler birşeylere perde olduğu zaman illa engel olmak zorunda değil. Sen de günah işlediğin zaman hata ediyorsun, ama evet, o hatalardan kaçışların, Allah'a sığınışların içinde güzel isimler, senin aklının nazarında 'gösterici bir perde' olacak şekilde, yansıyor. Sen kesif olsan da sende hakikat görünüyor. "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı..." hadisini bir de böyle düşün. Fakat biz de parçayız. En doğrusunu bütünün sahibi olan Allah bilir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.