Kayıp Kuşağa Son Mektup
Yusuf Tosun'un yazısı...
“Okumaya değer pek az kitap olduğuna karar verebilmek, bu kararı en yerinde cümlelerle ifade edebilmek için bile, uzun uzadıya okumuş olması gerekiyordu, kişinin.
Kitaplardan çok şey beklediği için belki de kitaplar yormuştu onu, mısırlı, Pakistanlı, İranlı yazarların dini meseleleri konu alan kitaplarının kötü tercümelerle ve farklı isimlerle piyasaya sürülen çeşitlerini , önemli olabilecek bir ayrıntıyı kaçırmama kaygısıyla okumaya çalışmıştı. Bu kitapların yanı sıra İslam kültürü dahilinde değerlendirilen sayısız eseri de, bazen döne döne okumaya devam etmişti. Bu hızlı okuma sürecinin bir sonucuydu belki de şimdi, kitapları eline aldığında hatta gördüğünde kapıldığı, can sıkıntısı.”
(seni dinleyen biri- cihan aktaş s:67-68)
Sevgili dost,
İnsan yaşama gözlerini ince, acı bir çığlıkla açar farkında olmadan. Yani ağlayarak hayata merhaba diyen her çocuk aslında; yabancı bir ortama gelişin şaşkınlığını ifade etmek ister bu çığlıkla. Çünkü yeni bir dünyaya gözlerini açan yeni yaratık, düzenli kalp ses ritimlerinden kopup gürültülü bir dünyaya adım atmıştır. Konforlu ve sorunsuz bir mekandan, problemli ve ilkel bir dünyaya gözlerini açmıştır bu keskin çığlıkla. İleride kendisini nelerin beklediğinin farkında olmadan, kısa sürede bu ortama alışmış/alışamamış ve hiç ayrılmayacakmış gibi sıkı sıkıya tutunmaya başlamıştır bu yeni hayata. Bebeklik ve çocukluk evreleriyle birlikte, yaşama daha bir tutkuyla sarılmaya başlamış ve böylece yeni bir hayat anlayışı zihninde peyda olmaya başlamıştır. Gelecek ülkü ve idealleri(varsa), onu apansız bir mücadelenin eşiğine sürüklemiştir farkında olmadan. Belki uğrunda ölmeyi bile göze aldığı bir mücadele ve mücahede, onu, ince ve uzun bir yola sevk etmiştir. “Ömür kısa, yol uzun ..” hikayesi onun da kafasında yer etmiş ve böylece “tez elden ne gelirse elden bir an önce gerçekleştireyim” heyecan ve motivasyonuyla vira bismillah yola devam demiştir. Yol boyunca nice sevdalar berkitmiş ve nice dikenli yollarda aşk acısı içine işlemiştir. Çünkü o, şairin (İlhami çiçek); “ancak hüznü vardır kalbi olanın” meşhur dizesini adeta bir aforizma gibi sözlerinin başına yerleştirmiştir farkında olmadan. Ama yılmamış, azmetmiş, çalışmış, çabalamış ve çıkmaz bir sokakta kendini bulduğu günler olmuştur. Belki de onun bindiği at, hiç durmadan onu “hüzün ülkesine taşımıştır.” müntehir şair Hüseyin Alacatlı gibi. Sanki insan doğarken saldırıya uğruyor ya da İsmet Özel gibi; “doğmak, saldırıya uğramaktır” diyesi geliyor. Sahi; doğarken saldırıya maruz kalmayan var mı?
Sevgili dost,
Yukarıda tasvir etmeye çalıştığım serencamı kendi kuşağımla örtüştürdüğümde; yarım kalmış bir öykünün silik kahramanları canlanıyor gözümde. Ya da notaları eksik bir müzik parçası… Neresinden tutarsan tut, eksik bir şeyler canlanıyor siyah-beyaz perdemde. Geçekte yaşanan bu hikaye; sen, ben, o. Bu müntehir şair senden bir parça… Bu karamsar kalem senin artıkların… O başı dumanlı sevda senin eserin… Yenilmişlik hissi içimde derin bir yara olarak kanıyor. İçinde en kıymetli değerlerimin olduğu cüzdanımı kaybetmiş gibiyim. Elimde Nuh’tan kalan kimliğimle bütün değerlerimi yitirmiş vaziyetteyim. Kendimi tanımlamak için kimliğimi gösterdiğimde; bana seni gösteriyorlar. Bütün yüzlerde senin yüzün, tüm seslerde senin çığlığın gizli. Tüm ideal ve heveslerimle kalabalık meydanlarda yalnızım. Anlaşılan hükmünü yitirmiş düşlerle dolaşıyorum bu diyarın cadde ve sokaklarını. Kayıp ilanlarına kulak asan yok: “Kuşağımı kaybettim. Hükümsüzdür.” “Aşkımı-şevkimi kaybettim. Hükümsüzdür.” Üçüncü şahıslara duyurulur. Metropol bir şehirde yaşam mücadelesi verirken, okuduğum her makale, kitap, dergi, gazete eski düşlerimde boğuyor beni. Her şey hükmünü kaybetmiş, dünya miadını doldurmuş sanki. Şairin yirmi beşinci saatinde son düşlerini de kayda alan Stefan Zwig gibi; “uzun gecenin ardından gelecek olan sabahın kızıllığını” bekleme takatim kalmadı. Bu hikaye su almadan kısa ve öz olmalı. Yani edebi ve ebedi tatta bir öykü… Roman yazmaya hiç niyetim yok. Romanlaşan bir hayat yaşamaya da. Bütün bu yaşananlar karşında; “seni dinleyen biri” var mı? Kulaklarını kabartıp mırıltılarına yankı veren var mı? Yani sesine ses veren kim? Hani; “ses sese karşı” değil miydi? Seni ve kuşağını illa da romanlaştırmak istiyorsan; “seni dinleyen biri” –cihan aktaş- çalışması bir “mevkute” olarak önünde duruyor. Tam da seni, beni, onu yani; bizi anlatıyor. İçinde acının, hüznün, aşkın, yenilmişliğin, sevdanın… buram buram koktuğu dipten gelen derinlemesine bir iç muhasebe. Kısa ama hızlı bir dönemi farklı bir pencereden kayıt altına alan roman-analiz çalışması.
Sevgili dost,
Sahiden “seni dinleyen biri” var mı? Şu sıra yukarıda değindiğim Cihan Aktaş’ın bir parça kayıp kuşağımın serüvenini konu aldığı “seni dinleyen biri” isimli romanına kilitlendim. Yarım kalmış o öykünün üzerindeki tozları silmeye çalışan bir özeleştiri… Romanın başlarında Lale’nin kendi iç dünyasının yansıması olan; “arabesk, kaybedenlerin müziği.” sözleri, henüz yolun başında yüreğime çarptı. Müziğe yabancı bir dünyanın yine kendini tanımlayan bir müzik türüyle hayata tutunduğu bir kuşağın serüveni gözlerimden aktı bu ifadeyle. Zihnimde yeni çağrışımlara yol açan “kaybedenler” tabiri sanki tam da bu kuşağı tarif ediyor. Bana öyle geliyor ki; bu kuşak, kaybedenlerin hayatını yaşıyor hala. Bir grup insanın nehrin öte yakasına geçebilmesi için, yine o gruptan bazılarının köprü olması gerekmez mi? Kazanmak için, kaybetmeyi de göze almak gerekir. İyice çalkalanan su, durulanmaya en elverişli olan sudur. Bir kuşak kaybetti, bir kuşak da kaybedenler üzerinde kazandı sanki. Hakikat mecaz, mecaz da hakikat oldu yani. Kaybeden kim? Kazanan kim? Aslında kaybeden de kazanan da biziz. Kaybedilmiş/kazanılmış bir hayatın aktörleri ve aktrisleri gibi sahnedeyiz hala. Arabesk bir yaşamın nağmeleri yükseliyor dudaklarımızdan. Kaybedenlerin ızdırap dolu heybesi var sırtımızda. İçinde kendimizden bir nüshanın yer aldığı kayıp bir mektup yer alıyor bu heybede. İsimsiz ve adressiz mektuplarla dolu bir meydanda sevdama türküler yakıyorum. İçinde acının, hüznün, aşkın yer aldığı bu terennümleri kim duyar ki? Yenik bir hayata bıraktım tüm hayallerimi. Tüm fırsatlar avuçlarımdan sonsuza akıp gitti. İçi boş, adresi silik bir zarfla rüzgarın önündeki sonbahar yaprağından farksızım şimdilerde. Arka sokakların loş ışıkları altında dalgınlığına kaçıyorum kendimden böylece. Kendimden kaçıp, yine kendime sığınıyorum. Bütün konserleri kendime veriyorum, bütün mektupları kendime yazıyorum, bütün sitemlerim kendime… Çelik adam Nuri Pakdil gibi, duvara astım yazgımı tüfek gibi.
Sevgili dost,
Umudun tutunacak tek dal olarak yer aldığı bu yerküre gezegeninde son umutlar da tükenmeden, yüreğimizi yeniden şahlandırmanın vakti gelmiştir. Kaybedilen girdapta boğulup gitmeden, kendimizi yeniden silkeleyerek vira bismillah yola revan… Yaşadıklarımızı tecrübe olarak heybemize doldurarak yola devam demeliyiz yani. Yol uzun, fakat yaşam mahdut. Bu nedenle de başkalarının yaptıklarını aynen taklit etmekten kaçınarak yeni bir nefes ve vizyonla, kendimize özgü yürüyüşle koşuyu devam ettirmeliyiz.
O’na emanet…
Vesselam…