Alaaddin BAŞAR

Alaaddin BAŞAR

Kimin namına

Mana-yı harfi: “Başkasının mânâsını göstermek.” “Başkasının bilinmesine hizmet etmek.”
Mana-yı ismi: “Bir şeyin kendi şahsına ve zatına bakan ciheti.”

Kur’anın ilk emri: Oku. Bu emri herkes biliyor; ama okumayı, sadece, okur-yazar olma şeklinde anlamak da eksik kalıyor. Bu noksan anlayıştan kurtulmanın çaresi, âyeti bir bütün olarak değerlendirmek: “Yaratan Rabbinin ismiyle oku.”

Önceki asırlarda cehaletten kaynaklanan ne kadar cinayet, ne kadar zulüm ve hıyanet varsa, bunların kat kat fazlasını asrımızın okumuş insanlarının yaptıklarına şahit oluyoruz. Sahte evrak düzenlemekten, rüşvet almaya; ihale yolsuzluğundan uyuşturucu ticaretine kadar nice melânetlerin, büyük çoğunlukla, okumuş insanlar tarafından işlendiğini üzülerek görüyoruz. Bu adamlar okumaksa okumuşlar, öğrenmekse öğrenmişler, ama bu okuma, bu eğitim onları kötülükten men edememiş. Niçin mi? Çünkü onlar sadece okumuşlar ve bu okuma “Yaratan Rabbin ismiyle,” olmamış. Surenin ikinci âyetinde insanın bir kan pıhtısından yaratıldığı nazara veriliyor. “(O) insanı bir alâktan (kan pıhtısından) yarattı.” Bu âyetle insana, ana rahmindeki dokuz aylık yolculuğunun bütün safhalarını dikkate alması ve kendisini o karanlık menzilde halden hâle çevirerek en güzel bir yapıya kavuşturan Rabbinin bu lüftunu, bu keremini, en ileri mânâda düşünmesi emrediliyor.

Bu ruhtan uzak kalanlar, kendilerini her türlü isyanın, anarşinin ve bozgunculuğun içinde bulurlar. Çünkü kul olduklarını unutmuş, diledikleri biçimde sorumsuzca bir hayat sürebileceklerini sanmışlardır. Bu yanlış telakki ile ne kendilerini okuyabilmişlerdir, ne de bu muhteşem kâinatı.
Sureye, “alâk” yani “kan pıhtısı” ismi verilmesi de, insanın okumaya nereden başlayacağının bir işareti olsa gerek. “Oku!” emrini yanlış yorumlayan ve ona layıkıyla kulak vermeyenler dünya ilimlerinden de gerçek mânâda faydalanmayı başaramıyorlar. Bu âlemde sergilenen ve her biri diğerinden güzel İlâhî eserler hakkında edindikleri bilgiler, sadece akıllarında yer ediyor, hafızalarında birikiyor, ama kalplerine, his dünyalarına nüfuz etmiyor. “Bu kudret mucizelerine, bu rahmet hediyelerine,” hayret etmek, hayran olmak hayâllerinden bile geçmiyor. Kuru, ruhsuz, sönük bir bilgi ile dolduruyorlar akıllarını. Bu donuk akıl, nefsin desiselerine ve şeytanın aldatmalarına karşı koyacak bir güce sahip olmadığı için sonunda her yanlışı işlemeye âdeta hazır hâle geliyor.

İlâhî fermanda hem göklerin ve yerin yaratılışına hem de insanın ana rahminde geçirdiği safhalara sıkça dikkat çekilir. Her şey Allah’ın eseri, mahlûku, mülkü olarak takdim edilir ve insan, âlemin her köşesini bu şuurla gezer ve kendisini İlâhî sanatların sergilendiği uçsuz bucaksız bir sergide, muhteşem bir fuarda hisseder. İşte insanın ve âlemin bu mânâda değerlendirilmesine Üstat Bediüzzaman Hazretleri, mânâ-yı harfî diyor. Yani, böyle bir insan, kâinat kitabındaki her eseri, bir harf kabul eder ve ona yaratıcısı namına bakar ve baktırır.

Varlıkların yaratılış gayesi, kendi nefislerini göstermek değil, taşıdıkları ince hikmetleri ve derin manaları Allah namına okutturmaktır. Bu eserler böylece değerlendirilmezlerse ruh donuklaşır, fikir kabalaşır, akıl atıl kalır, kalp ise bir köşeye sinmekten öte bir şey yapamaz. Bu hale düşen bir insan, artık ne kadar ilim tahsil ederse etsin, kendini bilmediği için, Rabbini de bilemez. Organlarını ve duygularını sorumsuzca kullanır. Ve sahipsiz sandığı bu dünyada dilediği haksızlığı rahatlıkla işlemeye başlar. Başta ahlâk buhranı olmak üzere, her türlü anarşinin temelinde şu yanlış vardır: “İnsanı ve bütün eşyayı mânâ-yı ismiyle değerlendirmek; yani her şeyi ve herkesi sahipsiz ve kendi başına buyruk zannetmek.” Gençliği, anarşi belasından ve ahlâk buhranından kurtarmak için verilen konferanslar, sunulan bildiriler, yazılan kitaplar insanoğluna kulluğunu hatırlatma ruhundan uzak kaldığı müddetçe hiçbir tesir icra edemeyecektir.

Kâinatın en mükemmel meyvesi insan olduğu gibi, insanlık âleminin de en büyük neticesi peygamberler silsilesidir ve onların önderi de âhirzaman Peygamberidir (a.s.m.) “Nev-i beşerde nübüvvet, beşenrdeki hayır ve kemalatın fezlekesi ve esasıdır.” Mesnevî-i Nuriye Mümin, şehadet getirirken Allah’tan başka İlâh olmadığını ve Hz. Muhammedin(a.s.m.) Onun kulu ve resûlü olduğunu ikrar eder. Bu ikrarda şu irşat saklıdır: Peygamberlik görevi kulluk üzerine bina edilmiştir. Yani birer kul olan Allah elçileri, şahsi reyleriyle ve görüşleriyle değil, ancak Allah namına hareket ederler. Onların bütün icraatları mânâyı harfiyledir. Nübüvvet kelimesi bize bu dersi verir. Elçi, padişahın emrini iletirken kendiliğinden hiçbir şey katmaz ve eksiltmez. Allah resulü (a.s.m.), kulluğu en mükemmel manâda yaşamış, peygamberlik görevini de en ileri seviyede yerine getirmiştir. “İçinizde Allah’ı en çok seven benim, Ondan en çok korkan da benim,” hadis-i şerifi kulluk şuurunun en güzel bir ifadesidir.

Nur külliyatından Şualarda, Resulullah Efendimizin(a.s.m.) bir kasemine dikkat çekilir: “Muhammedin nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki,’ Bu kasemle ilgili olarak şu hakikat dersi verilir: “...mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhisselâtü Vesselâm’ın nefsi, kendi kendine mâlik olmazsa ve ef’alinde serbest bulunmazsa ve harekatı başka bir ihtiyara bağlı ise; elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz’î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şâmil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.” Şualar Nefsimizi böylece ele almadıkça ona hiçbir hayrı öğretemez ve onda hiçbir güzelliği sergileyemeyiz. İnsan kendi nefsini mânâ-yı harfiyle değerlendirmelidir. “Bu hayat benim şahsî malım değil, eğer öyle olsaydı ölüm bana yaklaşamazdı,” diyecektir. Ve hayatını Allah’ın Muhyi (hayat verici) isminin bir cilvesi bilecektir. Bu noktaya varan insan, ömrünü kendi keyfince kullanamaz; Allah’ın rızası yolunda geçirmeye gayret eder. Aynı şekilde, varlığını Mucid (var edici) isminin, görmesini ve işitmesini de Basîr ve Semi’ isimlerinin tecellisi bilecektir. Ve anlayacaktır ki, kendisinin şahsî ve zatî hiçbir şeyi yok; hepsi ihsan, hepsi lütuf, hepsi tecelli. Bu noktaya erişen bir kalbi kibir istila edemez, gurur lekeleyemez. Böyle bir kalbin sahibi, başka varlıkları da aynı mânâda değerlendireceği için, hiç bir mahlûka zarar veremez. Çünkü çok iyi bilir ki, onlar da kendi nefislerine mâlik değildirler; onlar da Allah’ın mahlûkudurlar.

Meselenin bir başka yönü: İnsanların barbarca katledilmesinden zerre kadar acı duymayan bazı çevrelerin, hayvan sevgisi üzerine acıklı ve hazin konuşmalar yaptıklarına şahit olursunuz. Burada da işlenen aynı hatadır. Bu adamlar hayvanlara şefkat ederken, onları Allah’ın sevimli bir eseri olarak görmez ve onlara mânâ-yı harfiyle değil, mânâ-yı ismiyle sevgi gösterirler. Böyle olmasaydı, insanın hayvandan çok ileri bir eser, bir ilâhî sanat mucizesi olduğunu idrak eder ve ona hayvandan çok daha fazla kıymet verirlerdi. Demek ki onlar, insanları bir kul ve mahluk olarak değil, menfaat kavgasında birer rakip, birer düşman olarak değerlendiriyorlar ve hasımlarından bir zarar gördüler mi adalet ölçüsünü hemen kaçırıyor, bir gramlık suça tonlarca ceza vermekten geri durmuyorlar. Düşünüyorum da, insanları mânâ-yı harfiyle seyretme konusunda çoğu zaman biz de gaflete düşüyoruz. O tenkit ettiğimiz çevrelerin yanlışlarını bilmeyerek biz de tekrarlıyoruz. Rakiplerimiz aleyhine planlar kurarken, kul hakkına tecavüz ettiğimizi ve bunun cezasız kalmayacağını düşünmek istemiyoruz. Bize haksızlık eden kimselerin aslında kendilerine zulmettiklerini ve öte âlemde perişan kalacaklarını unutuyoruz.

Yine Mesnevi-i Nuriye’den konuyla ilgili bir başka ifade: “Hiç bir şey, bir zerreye bile, mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur.” Masdar, bir şeyin çıktığı, sudur ettiği yer demektir. Mazhar ise, o şeyin zahir olduğu, göründüğü, kendini gösterdiği mekân. Materyalistler ve tabiatçılar, masdar ile mazharı, bir başka ifadeyle sudur ile zuhuru birbirine karıştırıyor ve aldanıyorlar. Üstadın vecizesini bir misâl ile açıklamaya çalışalım: Güneşe karşı tuttuğumuz bir ayna parıl parıl parlar. “Aynada ışık olduğunu” söylediğimizde, doğruyu ifade etmiş oluruz. Böyle demekle, güneşin aynadan zuhur ettiğini, ışığını onda gösterdiğini ifade etmek isteriz. “Aynada ışık yoktur,” dediğimizde de sözümüz yine doğrudur. Çünkü o cam parçası bir ışık kaynağı değildir; yani ışığa masdar olmaktan çok uzaktır. Bu misâli, diğer varlıklara da tatbik edebiliriz: “Toprakta ilim yoktur,” sözü doğrudur. Zira, toprağın âlim olduğunu ateistler de söyleyemiyorlar. “Toprak ilim doludur; onda ilim kaynaşıyor,” sözü de gerçektir. Bu defa toprağın İlâhî ilme ayna olduğu söylenmiş olur.

Bir başka misâl: Bu âlemde bütün işler bir kudret ve irade ile meydana geliyor. Kâinatta ise, mânâ-yı harfiyle ondaki her hadise bir irade ve kudreti gösteriyor, onlardan haber veriyor. Tabiatı konu alan bütün bilimler bu mânâda ele alınmalıydı. Ama öyle olmadı. Fennî bilgiler aktarılırken sanki o işleri maddenin kendisi yapıyormuş gibi bir hava verildi okuyucuya. Eşya sahipsiz ve mâliksiz takdim edildi. Böyle olunca, insan da kendisini hür ve müstakil zannetti. Dilediği gibi hareket edebileceği vehmine kapıldı. Ve bu yanlış eğitimin meyvesi, hak-hukuk tanımaz, anaşist ve ahlâksız bir nesil oldu. “(Felsefe ise) Şu kitab-ı kebirin hurufatına ‘mânâ-yı harfi’ ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip ‘mânâ-yı ismi’ ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. ‘Ne güzel yapılmış’a bedel, ‘Ne güzeldir’ der, çirkinleştirir.” Sözler İşte, hiçbirimizin beğenmediği ve herkesin iğrendiği şu çirkef sosyal yapımızın temelinde bu çirkin anlayış yatıyor.

Gönül ehli büyük Yunus, sevginin de mânâ-yı harfi ile olması gerektiğini bakınız ne güzel ifade ediyor: Yaratılmışı severiz, Yaratandan ötürü. Bir çiçeği sadece güzel renklerine, hoş kokusuna meftun olarak sevmek mânâ-yı ismiyledir. Bu sevgi geçicidir. Bir gün çiçek solar, bir başka gün de onu koklayan insan. Geçmiş asırlarda nice çiçekler sergilendi ve niceleri onları seyretti, kokladı ve gittiler. O gidenlerin yanlarına kalan nedir, bilir misiniz? Eğer o nazenin varlıkları Allah’ın birer güzel eseri olarak seyrettilerse iman ve irfanları inkişaf etti. Bu sevap ve bu kemal, ruhlarına mâl oldu ve onlarla beraber ebedileşti. Ebedî saadet yurdu olan cennet, şu varlık âlemine ve onda cereyan eden hadiselere mânâ-yı harfi ile bakanların diyarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum