Küfür psikolojisi

İlk kez Metin Karabaşoğlu ağabeyden işitmiştim bu nüansı: Yıllardan beri; “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste aslında İslam kelimesinin olmadığını... Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. Mezkur yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?

Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde sanıyorum bunun cevabını yakaladım.  Bu eserin “Ateistlerin İnancı” isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”

Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın günahkâr zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu.

İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Bediüzzaman Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tövbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra günahkârların psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğ¬farla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Kü¬çük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”

Burada da vurgulandığı üzere günah, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki sıkıntıyı bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu fikir de beynimde rahat durmadı. Oradan da bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma. Bakara sûresinde geçen bu ayetin (ki 26. ayettir) sonu şöyleydi: “ (...) verdiği misallerle Allah, ancak fâsıkları (günahkârları) saptırır.”

Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, tıpkı yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüp¬heleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki: ‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîmin de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvü¬lat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”

Bu metinler, beni tekrar tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden? Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti. Ama böyle olsa da ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı aşikârdı. Küfrün derinlerde saklanan dayanağında mantık değil, his vardı.

Ve ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günaha karşı konulmaz bir arzu duyanlar, bu arzuyla aralarında engel olan şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Yahut da onları inkârlarına materyal olarak kullanıyorlardı. Tövbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum