Kur’an harfleri tesadüfen oluşmamıştır

Kâinatta tesadüf diye bir şey olmadığı, olan her şeyin, oluşuyla birlikte umûmî düzeni muhafazaya devam etmesinden anlaşılıyor.

Büyük Patlama tesadüf olmadığı gibi, her bir atomun ve atom altı parçacığın şu ân-ı vâhidde devam eden hareketleri de asla tesadüf değildir.

En küçük atom altı parçacığın varlık sahnesine çıkışı bile Ehadiyyet sırrıyla husûsi bir kasd, irâde ve planı gösteriyor bize.

Maddeci bakış açılarıyla bulanmış nazarlarımız, çoğu zaman bu müthiş akrabiyete makes olamasa da, zihnimizin tövbe, tefekkür ve secdelerce durulduğu zamanlarda bu hakikati daha iyi fark ediyoruz.

Vücudumuzun en küçük parçasından en büyük uzvuna kadar, aynı kasdî irade ve planın izlerini müşâhede ediyoruz.

Bu minval üzere, aslında herhangi bir organımızın ya da vücudumuzdaki bir kemik parçasının gereksiz olduğunu savunanların tesadüfçü fikirlerinin ne kadar gereksiz olduğunu hemen anlamamız gerekiyor.

Kuantum Fiziğinin konusu olan kaos ve karışıklık zannettiğimiz bütün o oluşlar ise, idrakimizin kapsayamayacağı kâinatlar çapında ince ayarlara bağlı bir düzenin içiçe geçmiş denklemleridir sadece.

Sonsuz bir Şuur seviyesinden yani “melekut” cihetinden bakıldığında oldukça açık, parlak ve düzenli görünen o karışıklıklar, bizim sınırlı nazarımızda kaostur, karışıklıktır.

İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi bu noktada bize de düşen şu ifadeleri tekrar etmektir:

Deme niçin bu böyle,
Yerincedir o öyle.
Var sonunu seyreyle..
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Bu bakış açısıyla bakıldığında, insanlığın ilhamlarla keşfettiği bütün o buluşlar da tesadüfün eseri değil, ilâhi bir kasd ve irâdenin yönlendirmesidir.

Arıya ilhamlarla bal yaptıran, ipek böceğine cennet hullesini dokutan, tüm annelerden bal gibi sütü akıtan Allah, elbette ampülün, arabanın, telefonun ve diğer bütün icadların da hakiki mûcididir.

Hatta Fenikelilerin ya da Antik Mısırlıların bulduğunu sandığımız o yazının da mûcidi gerçekte Rabbimizdir:

“O kalemle yazmayı öğretti.” (Alak 4) “Nûn... Kaleme ve yazdıklarına andolsun!” (Kalem 1)

Rabbimiz dinler arasından nasıl ki İslam dinini seçti elbette son dininin hangi coğrafyada geleceğinden tutun da, o dinin ibadet dilini ve harflerini de seçmişti.

Bu son dinin ilâhi kitabının dili olan Arapça, Sâmi dillerinden mesela Arâmice’den tesadüfen kopup başkalaşmadı.

Her bir atom altı parçacığı Kudret, İrade ve İlmiyle her an evirip çeviren Allah, elbette kullarına verdiği ilhamlarla Arapça’nın Kur’an dili olabilecek mükemmeliğe ulaşmasını sağladı.

Harflerinin özelliklerinden, o dilin gramerini oluşturan bütün o düzenli kurallara varana kadar her ayrıntı planlandı ve bu süreçlerin hayata geçmesi için gerekli olan şartlar Allah tarafından yaratıldı.

İlâhi kelam elbette beşer kelamına benzemez. Ama yine de tenezzülat-ı kelâmiyye sırrıyla ezelî kelam beşerin anlayabileceği açıklıkta indirilmelidir.

İşte Kur’an Arapçası, Mukaddes hitap edicinin maksadını herkesin anlayabileceği şekilde hemen ortaya koyan böyle apaçık bir dil olmakla birlikte, ilâhi kelamın derinliklerini kapsayacak ve yansıtacak câmiiyete de sahip bir dildir.

Arap dili böylesine ince tecellilerle, ilâhi kelama mazhar olacak özelliklerde tekâmül ettirilirken, Kur’an’ın görsel yönünü teşkil edecek “harfleri” de Rabbimizin irade ve kasdıyla hazırlanıyordu.

Bugünkü Kur’an harflerinin çekirdeği hükmünde olan Ârâmî-Nebâtî harflerinin köken alfabesinden farklılaşması süreci de elbette bilinçli bir sürecin ilk adımıydı.

Nebâtî toplumunu Ârâmî yazısıyla karşılaştıran ve onların bu yazıyı geliştirerek Nebâtî yazısına dönüştürmelerini sağlayan süreç tesadüflerle izah edilemez.

Bütün bu olaylar, ilâhi bir kasd ve plan dahilinde gerçekleşmiştir. Ârâmî yazısının oluşumu ilhamlı yönlendirmelere dayandığı gibi bu yazının Nebâtî yazısına dönüşümü de elbette ilâhi seçimlere dayanmaktadır.

Arap yazısı bütün bu sevk-i ilâhiler neticesinde Kur’andaki şeklini almış, bu son yazı stilinin tekâmülü ilâhi irade tarafından devam ettirilmiştir.

Kur’an harfleri kâinatın fıtri kanunlarıyla da uyumludur. Harflerin kâinattaki mahluklar gibi oval ve birleşik yapıda olması, gözün fıtratına uygun şekilde sağdan sola yazılması, bu harflerin kâinatın fıtri kanunlarına uygun olarak dizayn edildiği gösterir.

Temelde oluşan 22 harf formunun zamanla 29 harfe çıkışı, bu harflerden 11 farklı yazı çeşidinin ortaya çıkması, zamanla harekelerin oluşturulması, Bediüzzaman tarafından Tevafuk mucizesinin keşfedilmesi, Ahmed Hüsrev Efendi tarafından Kur’an’ın çok açık bir hatla tevafuklu olarak yazılması da tesadüfün eseri değildir.

İlâhi irâde tarafından son nâzil olacak ilâhi kelamın “harfleri” olarak seçilen ve tekâmül ettirilen Kur’an harfleri, bir elma, bir bal, süt ya da güneş kadar Rabbimizin halk ettiği nimetlerdendir.
O halde Kur’an’ın mesajlarına iman etmiş, onun buyruklarını aşk u şevkle kabul etmiş Müslümanlar olarak, Kur’ân’ın harflerine de gereken ilgiyi göstermemiz gerekiyor.

Eğer Rabbimiz Kur’an’ı sadece mesaj ya da anlam olarak gönermek isteseydi, elbette bunu yapardı.

Ancak Rabbimiz vahyini gönderdiği o ilk andan itibaren kelamının bir “kitab” olarak yazılmasını istemiş, vahiy kâtibleri de bu vazifeyi layıkıyla icra etmişlerdir.

O dönemde Arap yarımadasında yaygın olan Yahudilik-Hıristiyanlığın “yazı sistemleri” olan İbrâni, Süryâni, Latin alfabeleri seçilmemiş, bunun yerine bir kaç kitabede izleri bulunan, kendisiyle kitâbî hiçbir eserin verilmediği Nebâtî harfleri seçilmiştir.

Yani bu harfler birer şeair-i İslâmîye olarak seçilmişlerdir. Kur’an harfleri, aslında Kur’anla birlikte bugünkü haline gelmişler, bu nedenle İslam’ın şeâirleri olmuşlardır.
 
Tarihin sayfalarını incelediğimizde görürüz ki, Müslüman olan bütün kavimler eski harflerini istisnasız bırakmışlar ve Kur’an harflerine dayalı kendi orjinal İslam Yazılarını geliştirmişlerdir.

Bu hakikat bile, Kur’an yazısının aynı zamanda Müslümanların yazısı olduğunu açıkça göstermektedir.

O halde bize düşen, Kur’ân-ı Kerim’i kendi hattı olan Kur’an yazısıyla okuyup anlamayı öğrenmek olduğu gibi, kendi dilimizi de Kur’an yazısıyla okuyup yazabilmeyi öğrenmektir.

Ecdâdımız, Osmanlıca da denilen bu yazıyı bizler için ilâhi sevklerin de yardımıyla zaten geliştirmişlerdir.

Bize düşen, Osmanlı Türkçesi kurslarına giderek milyonlarca eserimizin anahtarı olan Kur’an harfleriyle Türkçemizi okuyup yazmayı öğrenmektir.

Bu harflerle okuyup yazdığımızda göreceğiz ki, ne biz eski biz, ne de dünya eski dünya olarak kalacaktır.

Kur’an harfleri, dünya çapında yaşanacak medeniyet ve kültür değişiminin düğmeleridir. Onları okuyarak, yazarak hayatımızın merkezine sokmalı, böylece dünya çapında gerçekleşecek yakın inkılabların duasına durmalıyız:

“İşte, havanın bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldıkça, yani, Kur’ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir." (28. Lem’a) (OD)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum