Serdar BİLGİN
Kur’an ve Kâinat İttifakı
Kur’ân; Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından gelen bir Kitab-ı Ezeli”dir, kâinat ise mücessem bir kitab-ı sübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ı Rabbânî’dir. Kur’an; Cenâb-ı Hakk’ın kelam sıfatının; kâinat da irade sıfatının tecellîsidir. Ruh ile bedenin, akıl ile kalbin birbirini bütünlemesi gibi vahiy ile kâinatta birbirini bütünler. Kur’an ve kâinat ayrılmaz bir bütün hükmündedir ve “Hakikat” bu bütünü okumaktan geçer. Hakikat tektir ama çok vechelidir. Esma-i hüsna bir olan hakikatin çok vechesi olarak karşımıza çıkar.
Bir denizde hesabsız cevherlerin aksamıyla dolu bir definenin bulunduğunu farzedelim. Gavvâs dalgıçlar, o definenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki; bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka cevâhiri işittiği vakit hayal eder ki; o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer; başkası, murabba bir kehribar bulur ve hâkezâ... Herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu’zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın müvazenesi bozulur. Tenâsüb de gider. Çok hakîkatın rengi değişir. Hakîkatın hakikî rengini görmek için te’vilâta ve tekellüfata muztar kalır. Hattâ bâzan inkâr ve ta’tile kadar giderler.
Evet hakîkat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihâta edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Dolayısıyla varoluşun tam ve sahih bir resmine ulaşmak için Cenâb-ı Hakk’ı bütün isimleriyle tanımak gerekir. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Esmâ-i hüsnaya bir bütün olarak mertebe-i azamında muhatap olmamak dalâlete düşürür. Esmâ-i hüsnayı bir bütün olarak görmede Kur’an ve kâinat ittifakı devreye giriyor.
Kur’an, bütün aksam-ı tevhidin bütün merâtibini, bütün levâzımatıyla muhafaza ederek beyân edip müvazenesini bozmamış, muhafaza etmiş. Hem bütün hakaik-i âliyye-i İlâhiyyenin müvazenesini muhafaza etmiş. Hem bütün Esmâ-i Hüsnânın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhafaza etmiş. Hem Rubûbiyyet ve Ulûhiyyetin şuûnâtını kemâl-i müvazene ile cem’etmiştir.
هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَ اوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Kur’ân bize “Lehül esmaül hüsna” sırrını, kâinatın anahtarını verir. Bu sırrın mübelliği ve bütün isimlerin mertebe-i a’zamlarının mazharı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmdır. Kâinat ise Kur’an’ın bildirdiği hükümlerin doğruluğunun delili ve şahididir. Kur’an ve Resûl-i Ekrem; bizlere kâinata doğru biçimde bakmanın usulünü gösteren rehberdir. Ancak ve ancak Kur’an’ı ve Resul-i Ekrem’i merkeze alan veraset-i nübüvvet çizgisinde ilerlersek, kâinatın kapısını aralarız.
Vahye kâinatsız bir bakış taklidi bir teslimiyete; kâinata vahiysiz bir bakış ise vehme ve zanna kapı aralar, mahall-i iman ve Âyine-i Samed olan kalbin keşf ve ilhamına sırtını dönmüş bir akıl, bir ömür vehim ve zan üretir; bir ömür, bin ölür. Nur-u akıl kalbten gelir. Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz. Akılsız kalp ise hakikati ancak sübjektif düzeyde kavrayabilir, hakikatin kavranması için objektif ve genel geçer bir formül getiremez.
Gözyaşları tükenince
Akşamlar sabaha ermezmiş
Karanlıklara sarılıp da uykuya dalarmış gece
Göz ve güzellik anlamını yitirirmiş
Kâinata Kur’ani bir nazarla baktığımızda, Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden Esmâ-i hüsnanın her bir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi' olmağa çalışır, Kur’an’ın söyledikleri ile kâinatın gösterdikleri arasındaki tutarlılık ve bütünlüğü kavrayarak tahkiki bir imana ulaşırız. Tahkiki bir imana sahip insan, Esma-i hüsnayı kâinatın şahitliğinde öğrenir, şeri hükümleri ruhsuz bir kanun maddesi gibi algılamaktan çıkar, içlerinde Esmâ-i hüsnanın cilvelerini görür.
Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder; hakikatin tecellîsi ile de kalp ve akıl, ruh ve beden, Kur’an ve kâinat ittifak eder.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.